Gözlerim pencereden dışarıya kayarken, kafamda bir fırtına kopuyordu. Ne olup bittiğini, neden burada olduğumu anlamaya çalışırken, her şey belirsizdi. Burası, zamanın unutulmuş köşelerinden bir yer miydi, yoksa tüm dünyayı yutan bir karanlığın parçası mıydı? Her şey, gölgelerin içinde kaybolmuş gibi görünüyordu.
Etrafımdaki duvarlar, eski zamanların silinmiş izlerini taşıyor gibiydi. Yıkık dökük halıların üzerindeki toprak izleri, binlerce yıllık hikâyelerin unutulmuş yankıları gibiydi. Yalnızca karanlık vardı, hiçbir ışık, hiçbir hayat belirtisi. O eski, devasa malikânenin içindeydim ama bu yer bana tanıdık gelmiyordu. Hangi zamanda, hangi dünyada olabilirdim?
Harabe bir yerdi. Duvardaki çatlaklar, zamanın bu yeri nasıl yavaşça tükettiğini gösteriyordu. Etrafıma bakarken, hiçbir şeyin yerli yerinde olduğunu hissetmiyordum. Ağaçlar ölüydü, çiçekler kaybolmuştu. Yalnızca kuru dallar ve çürümüş yapraklar vardı. Sokak lambaları yanmıyordu, karanlık daha derindi. Dışarıda sadece sessizlik vardı. Hiçbir rüzgar bile estikçe esmeye cesaret edemiyordu.
Ve birden, adımlarımın yankılarını duydum. Derin, ağır adımlar. Birinin yaklaşmakta olduğunu hissedebiliyordum. Ama kimdi? Nereye gitmeliydim? Her yön belirsizdi. Karanlık, ne kadar kaçsam da etrafımı sarıyordu. Bir tuhaflık vardı, her şeyin içinde kaybolan bir sırrı fısıldıyordu, ama o sırrı anlamaya cesaret edemiyordum. Burası bir hayalet gibi, geçmişin ve geleceğin birleştiği bir yerdi. Ama neden burada olmalıydım? Hangi hataların, hangi zaman dilimlerinin içindeydim?
Nefesim hızla düzensizleşti. O kapı, ardında ne olduğunu bilmediğim bir dünyayı barındıran bir geçiş noktasıydı. Karan, o lanetli malikânenin içinde yalnızca bir yansıma gibi, bir hayalet gibi duruyordu. O beni kapıdan itti, ama içeri girmedi. Onun gitmesiyle, birdenbire her şeyin soğuduğunu hissettim. Karan neden gitmişti? Beni burada yalnız mı bırakmıştı? Gözlerimi açarken, aklımdaki düşünceler birbiriyle çarpışıyordu.
O adımlar, o sarsıcı, karanlık dünyadaki her şeyin en derin köşesinden yankılanan seslerdi. O adımlar neredendi? Karan mı, yoksa başka biri mi? Kafamda yankılandıkça yankılanan bu soru, beni yavaşça boğuyordu. Onun olduğu yerde, şimdi bir boşluk vardı. Bir boşluk ve bir kaybolan zaman.
Aklımda tek bir şey vardı: O kapı. O korkunç kapı, Karan’ın bana doğru ittiği geçiş noktası. Bir kaçış mıydı, yoksa bir tuzak mıydı? O kapıdan geçtiğimde, bir saniye bile düşünmemiştim. Ama şimdi, her şey karışıktı. Karan’ı aradım, gözlerim her köşeyi taradı ama o yoktu. Beni yalnız bırakmıştı, ve şimdi burada, bu terkedilmiş, soğuk dünyada kaybolmuştum.
Ondan önce buradaydım, ama buranın neresiydi? Neden ben? Neden ben seçildim, neden ben? Bu sorular kafamı kemiriyor ve içimde bir umutsuzluk büyüyordu. Karan neredeydi? Ve, o lanetli döngü hâlâ mı devam ediyordu? Bu kabus, gerçekten bitti mi?
Kapıyı hızlıca açtım ve karanlık koridordan aşağıya inmeye başladım. Adımlarım sert ve aceleciydi, içimde bir panik vardı. O anı hatırlamaya çalıştım, ama zihnimde her şey bulanıktı. Burası, bir yerlerden tanıdık gibi hissettiriyordu ama kesinlikle bilinçaltımda kaybolmuş bir yerdir. Hızla merdivenleri indim, zemindeki taşlar soğuk ve kaygılıydı. Adımlarımın yankısı duvarlardan dönerek geri geliyordu. Bir an için kulağımda yankılanan bu seslerin, burada yalnız olmadığımı düşündürdüğünü fark ettim. Ama kim vardı? Hızla odanın kapısına yöneldim ve kilitli olduğunu fark ettim. Ellerim hızla kapıyı yokladı, ama ne yazık ki içerideki mekanizma bir şekilde bozulmuştu. İçeride sıkışmıştım ve bir çıkış arayışı başladı.
Etrafıma bakınarak eski bir odanın kapısını fark ettim. Kapı, eski zamanlardan kalmış gibi görünüyordu; kararmış ahşap, çürümüş kenarlıklar ve garip bir şekilde yerinden neredeyse çıkacak gibi duran menteşeler. İçimde bir korku vardı ama başka bir şey de vardı; belirsiz bir güç, beni o odaya doğru çekiyordu. Nehrin akışı gibi, adımlarım istemsizce o odaya yöneldi. İçeri girdiğimde, ışık olmadığını fark ettim. Oda tamamen karanlıktı. Sadece bir şey vardı. Bir ayna.
O eski, sıradan bir ayna değildi. Aynanın etrafındaki çerçeve, sanki yıllardır terk edilmiş bir yerde, zamanın kirli parmaklarıyla kazınmıştı. Çerçeve o kadar uzundu ki, neredeyse duvarın tamamını kaplıyordu. Ama o an, dikkatimi tamamen çeken şey başka bir şeydi: aynadaki yansıma. Yansıma ilk başta alışılmadık bir şey gibi görünmüyordu, fakat uzun bakınca aynadaki her şeyde bir eksiklik olduğunu fark ettim. Yansıma sabitti, ama sanki o yansımanın içinde, bir başka yansıma daha vardı. O an, gerçekten korkmuştum. Bir şeyin beni izlediğini hissettim. Aynadaki bir şeyin bana, bir varlık olarak bakmakla kalmayıp, bir de beni kendi içine çekmeye çalıştığını hissediyordum. O an, bir ses duyuldu. İnce bir fısıldama gibi, ama kelimeler o kadar netti ki… sanki içimde yankı yapıyorlardı.
“Nereye gidiyorsun?” O tanıdık ses. Karan’ın sesiydi. Ama nasıl? O anda, etrafıma hızlıca bakındım. Odaya adım attığımda içimdeki hislere uyarak, birinin burada olduğuna, bana bakmakta olduğuna kesinlikle emindim. Ama kimseyi göremedim. Bir kez daha, o korkutucu ses yankılandı: “Aynaya yaklaş!” O an, bir şey beni kontrol etmeye başladı. Kendim olmadan, vücudum adım atmak için bir kez daha o aynaya doğru hareket etmeye başladı. Sanki içimdeki iradeyi kaybetmiş gibi hissediyordum.
Aynaya yaklaşırken, adımlarım daha da ağırlaştı. Bedenim, düşüncelerimin ve irademin ötesine geçiyordu. Zihnimde, Karan’ın sesinin yankıları dönerken, adım adım ona doğru yaklaşmak zorunda hissediyordum. O aynada, her şey bulanık ve karışıktı. Burası yalnızca bir oda, sadece bir ayna değil… Aynada bana bakan bir varlık vardı. Yansımanın içinde, ben değil, başka biri vardı. Gözlerim, bir anda bu varlıkla karşı karşıya geldi. Yansıma netleşti ve o an, korkudan nefesim kesildi. Gözlerimde, Karan’ın özlemi vardı. Ama bir fark vardı. O gözlerde korku ve kaybolmuş bir zamanın yansıması vardı. O gözler… bir zamanlar bir yere ait olan, kaybolmuş bir ruhu taşıyordu.
Ve o anda, bir şey garip bir şekilde değişti. Aynada, Karan’ın yüzü birdenbire kayboldu. Gözleri bir boşluğa dönüştü ve odanın havası değişti. Havadaki ağır sessizlik, bir tehdit gibi hissettiriyordu. O boşluktan, bir şey belirdi. Karan’ın yüzü, bir maske gibi şekil değiştirdi. Yansıma, değişen bir varlık gibiydi.
Sanki aynadaki o karanlık varlık bana doğru yürüdü. O varlık, beni tanıyordu. Gözlerinin derinliklerinde, geçmişin ve geleceğin arasında sıkışmış bir hüzün vardı. Gözlerindeki korku, bir zamanların yansımasıydı. Zihnimde karışan düşüncelerle, adımlarım geriye gitmek istesem de, o varlık beni durdurdu. Gözlerimle daha fazla bakamam diye düşünürken, ses tekrar yankılandı.
“İçeriye gir!” dedi, ama bu sefer, sesi bir emir gibiydi. Sanki o ses, zihnime doğrudan dokunuyordu. O an, her şey başka bir seviyeye taşındı. Vücudumun her hücresinde bir baskı vardı. O ses, benden bir şeyler istiyordu. İçeri gir, dedi. O an, kelimeleri, derin bir zorunluluk gibi hissettim. Bir irade kayması. Ve adımlarım, benden bağımsız bir şekilde, aynaya doğru ilerledi.
Aynanın karşısında, gözlerimde bir boşluk vardı. Beni izleyen varlık, beni öylesine gözlüyordu ki, bir an için kendimi kaybettim. O aynanın içindeki benlik, gerçek benliğimi sormadan yerini aldı. O boşluktan, yavaşça bir şey çıkmaya başladı. Bir el, belirdi. O el, hemen bana doğru uzandı. Hiçbir korku duymadım. Çünkü, o el beni tanıyordu. Ben de onu tanıyordum. O el, geçmişin yüklerini taşıyor, zamanın derinliklerinden çıkıyordu. Beni öylesine yakaladı ki, o anla, her şey durdu.
Zihnimdeki karanlık, bedenimi sarmadan önce, o ellere, o gözlere, o aynadaki boşluğa daha çok yaklaştım. O boşluk, bana bir şey söylemek istiyordu. O boşluk, her şeyin başladığı yerdi.