Bölüm 16

1190 Words
Rüya mı, Gerçek mi? Gözlerimi açtığımda, yüzüme sabah güneşinin sıcak ışıkları vuruyordu. Odanın içini dolduran altın sarısı parıltı, bir an için gerçek ile hayali birbirine karıştırmama sebep oldu. Göz kapaklarım ağırdı, sanki bir haftadır hiç kıpırdamadan yatıyormuşum gibi bir his vardı üzerimde. Bedenim, derin bir yorgunlukla sarılmıştı; kaslarım ağır, nefesim düzensizdi. Başımı yavaşça yana çevirdim. Etrafıma bakarken kalbim hızlandı. Burası… benim odam. Tanıdık duvarlar, kitap rafları, masamın üzerinde dağınık duran kâğıtlar… Hepsi yerli yerindeydi. Ama buraya nasıl geldiğimi hatırlamıyordum. O tapınağın yıkılışı, Karan’ın zincirleri, o uğursuz gölge… Her şey sanki başka bir gerçeklikte yaşanmış gibiydi. Göğsüme garip bir ağırlık oturdu. Nefes alırken bile içimde sıkışmış bir şeyler vardı. Parmaklarımı yavaşça çarşafın üzerine koydum, dokusunu hissettim. Gerçekti. Buradaydım. Bedenimde hiçbir yara yoktu. Ellerimde yanık izleri yoktu. Her şey… sıradan görünüyordu. Ama içimde bir şeyler ters gidiyordu. Göğsümde bir boşluk vardı sanki, adı konulamayan, derin bir eksiklik hissi. Kalbim hızla atıyordu—nedensiz, zamansız bir korkuyla. Sanki bir şeyleri unutmuşum gibi. Yataktan doğrulmaya çalıştım ama başım döndü. O an, zihnimde bir dizi görüntü şimşek gibi çaktı. Alevler. Tapınak. Gölge. Ve… biri. Biri vardı. Ama kim? Bir isim, dudaklarımın ucuna kadar geldi. Neredeyse söyleyecektim. Neredeyse hatırlayacaktım. Ama sonra… hiçbir şey. Sanki birisi anılarımı kazıyıp almış gibi, dilimin ucundaki kelime silinip gitti. Kimdi o? Ve neden içimi tarifsiz bir acı kaplıyordu? Kafamı sallayıp ayağa kalktım. “Sadece kötü bir rüya olmalı,” diye mırıldandım kendi kendime, ama sesim bile inandırıcı gelmiyordu. Dizlerim zayıf bir titremeyle bana karşı koysa da yürümeye başladım. Odamda her şey yerli yerindeydi. Kitap raflarım, masasının üzerindeki defterlerim, penceremin kenarına bırakılmış birkaç eşya… Sanki hiçbir şey değişmemişti. Ama hissettiğim şey, odanın içinde benden başka bir şeyin daha olduğu fikrini aklıma saplıyordu. Pencereme yöneldim. Perdeleri araladığımda, dışarıdaki dünya gözlerimin önüne serildi. Her şey normaldi. Binalar, sokaklar, arabalar… Gökyüzü açık mavi, güneş ışıkları caddelere dökülüyordu. İnsanlar aceleyle yollarına devam ediyordu. Ama içimdeki huzursuzluk geçmiyordu. Sanki… yanlış bir yerdeydim. Elimi pencerenin soğuk camına koydum. Parmaklarımın ucunda bir şey hissetmeyi umarak… bir sıcaklık, bir yanık izi, bir gerçeklik kırıntısı… Ama hiçbir şey yoktu. Ve sonra, bir an için… camda yansıyan yüzümün arkasında bir gölge gördüm. Bütün vücudum buz kesti. Hızla arkamı döndüm. Ama odada benden başka kimse yoktu. Boşluk. Sessizlik. Gölgeler, ışığın altında kaybolmuştu. Ama ben biliyordum. Biri buradaydı. Ve ben… bir şeyleri unutmuştum. Ama neyi? Banyoya gidip aynaya baktım. Yüzümde bir solgunluk vardı ama yara, kesik ya da herhangi bir iz yoktu. Cildim normal görünüyordu. Ama kendimi normal hissetmiyordum. Sanki içimde bir boşluk açılmıştı ve ben, onun neden orada olduğunu bilmiyordum. Lavaboya eğilip yüzümü yıkadım. Soğuk su cildime değdiğinde ürperdim, ama o garip ağırlık geçmedi. Su damlaları yanaklarımdan süzülürken aynaya tekrar baktım. Bir şeyler eksikti. Ya da… birini unutmuştum. Ama kim? Gözlerimi sıkıca kapattım, zihnimi zorladım. Sanki bir ismin ucuna kadar geliyordum ama sonra… kayboluyordu. Sis perdesinin ardında, ulaşamayacağım bir yerde kalıyordu. Derin bir nefes aldım, bu histen kurtulmak istercesine saçlarımı geriye ittirdim. Bu sadece kötü bir rüya olmalıydı. Ama neden kalbim sıkışıyordu? Üzerimdeki huzursuzluğu atmaya çalışarak mutfağa gittim. Telefonumu elime aldım, ekranı açtım. Ve gözlerim büyüdü. Tarih… değişmişti. Son hatırladığım anın üzerinden bir hafta geçmişti. Boğazım kurudu. Olamazdı. Tekrar kontrol ettim. Saat, gün, ay… Hepsi ilerlemişti. Ama benim hatırladığım son an, dün gibi aklımdaydı. Bu bir şaka olamazdı. Telefonum bozuk olamazdı. Nefesim düzensizleşti. Ellerimi mutfak tezgâhına dayayarak sabit durmaya çalıştım. Ben bir haftayı nasıl kaybetmiştim? Ne olmuştu? Kafamın içinde yankılanan o garip his büyüdü. Kalbime saplanan o eksiklik hissi… Gerçekten… sadece bir rüya mıydı? Ama neden her şey bu kadar gerçekmiş gibi geliyordu? Gözlerimi kapattım. Hatırlamaya çalıştım. Ama ne kadar zorlarsam zorlayayım, hiçbir şey gelmiyordu. Sadece içimi kemiren bir boşluk vardı. Ve bir şey daha. O korkutucu, açıklayamadığım his. Bir şeyler eksikti. Ve ben, hatırlayamıyordum. Derin bir nefes aldım, titreyen ellerimi yumruk yaparak nefesimi düzene sokmaya çalıştım. Mantıklı düşünmeliydim. Sakin olmalıydım. Ama nasıl? Son hatırladığım şey… Gözlerimin önüne bulanık görüntüler doldu. Bir tapınak. Alevler. Gölge gibi hareket eden bir şey. Ve bir yüz. Netleşemeyen ama içimde derin bir yankı uyandıran bir yüz. Kalbim hızlandı. Kimdi o? Hatırlamam gerekiyordu. Kendi evimdeydim, etrafımdaki her şey tanıdıktı. Ama içimdeki bu yabancı his, zihnimdeki bu kopukluk beni delirtecekti. Telefonuma tekrar baktım. Son aramalar, mesajlar… Hiçbir şey alışılmadık görünmüyordu. En son arkadaşlarımla yazıştığım tarih bir hafta öncesiydi. O günden sonra kimseye mesaj atmamıştım, kimseyi aramamıştım. Gerçekten ne olmuştu? Dolabı açıp bir bardak su aldım, titreyen parmaklarıma odaklanmamaya çalışarak birkaç yudum içtim. Ama su bile boğazımdan geçmiyordu. Eğer son bir haftayı hatırlamıyorsam… Bu, bir haftadır burada olmadığım anlamına mı geliyordu? Yoksa gerçekten buradaydım ama… bir şeyler mi olmuştu? Telefonumu elimde sıkarak salonun ortasında durdum. Nefesim düzensizdi. Hayır, böyle durarak öğrenemezdim. Hatırlamak zorundaydım. Bir şekilde. Ama nasıl? Bir anda pencereye yöneldim. Dışarı bakınca tanıdık sokaklar, normal hayat… Her şey olağan görünüyordu. Ama bana ait olmayan bir his içime saplandı. Dışarısı normaldi. Ama ben değildim. Ceketimi kaptığım gibi dışarı çıktım. Soğuk hava tenime çarptığında, vücudum irkildi ama umursamadım. Bir hedefim yoktu, nereye gittiğimi bilmiyordum. Ama yürümem lazımdı. Burası benim yaşadığım şehirdi. Her sokak, her köşe tanıdıktı. Ama yürüdükçe, içimde bir şey eksiliyormuş gibi hissettim. Sanki… ben buraya ait değildim. Neden böyle hissediyordum? Nefes alışverişim düzensizleşti. O sırada bir şey dikkatimi çekti. Bir sokak köşesinde duruyordum. Ve önümde bir kafe vardı. Burası, her zaman gittiğim bir yerdi. Ama bir şey farklıydı. Kafenin camına yansıyan kendime baktım. Ve içimdeki korku, mideme bir bıçak gibi saplandı. Ben vardım. Ama… arkamda biri daha vardı. Gözlerimi büyüterek geri döndüm. Ama arkamda kimse yoktu. Boğazım kurudu. Birkaç adım geriledim. Hayal mi görüyordum? Ama o an… içimdeki eksiklik hissi dalga dalga büyüdü. Hatırlamak zorundaydım. O silueti… O kişiyi… Kimdi? Kimdi ve neden onu hatırlayamıyordum? Kalbim hızla atıyordu ama kendimi toparlamam gerekiyordu. Derin bir nefes aldım, gözlerimi kapatıp birkaç saniye bekledim. Aklımın bana oyun oynadığı belliydi. Son birkaç gündür—hayır, son bir haftadır—yoğun çalışıyordum. Belki de sadece uykusuzdum. Ya da belki de yaşadığım o tuhaf hissin sebebi, gördüğüm bir rüyaydı. Evet, sadece kötü bir rüya. Gerçek olamayacak kadar garipti zaten. Kendime bir psikolog olarak hatırlatmam gereken şey, bazen zihnin gerçek ile hayali ayırt etmekte zorlanabileceğiydi. Bir süre boyunca aynı konuya odaklanırsan, bilinçaltın onu bir gerçeklik gibi algılayabilir. Bu çok sık görülürdü. Belki de son zamanlarda bilinçaltımı fazlasıyla meşgul eden bir şey vardı. Belki de gerçekten bir şeyleri unutmuştum ama bu, hayatımı etkileyecek kadar büyük bir şey değildi. Ellerimi saçlarıma götürüp derin bir nefes daha aldım. Rüya da olsa, bana bu kadar gerçek hissettirmesi sinir bozucuydu. Ama geçmişi kurcalamanın bir anlamı yoktu. Eğer gerçekten önemli bir şey olsaydı, hatırlardım, değil mi? Mantık yürütmeliydim. Benim işim buydu. Saatime baktım. Bugün üç danışanım vardı ve eğer burada daha fazla oyalanırsam ilk görüşmeme geç kalacaktım. Kendi sorunlarıma takılıp kalıp işime odaklanamazsam bu, danışanlarıma da haksızlık olurdu. Telefonumu elime aldım, asistanımdan gelen mesajları kontrol ettim. Görüşmeler ofisteydi, hepsine zamanında yetişebilirdim. Derin bir nefes alıp yürümeye başladım. Her adımımda, içimdeki huzursuzluğu geride bırakmaya çalışıyordum. Bir rüyanın beni bu kadar etkilemesine izin veremezdim. Ofise vardığımda içimi garip bir sakinlik kapladı. Burası tanıdıktı. Burası, gerçeğin ta kendisiydi. Kahve makinesinin sesi, danışanların bekleme odasında fısıldaşmaları, asistanımın masasında düzenlediği evraklar… Bunlar benim hayatımın parçalarıydı. Ceketimi çıkarıp odama girdim. Masama oturdum, bilgisayarımı açtım ve ilk danışanımın dosyasını önüme aldım. Evet, bu dünyaya aittim. Ve rüyalar, sadece rüyalardı.
Free reading for new users
Scan code to download app
Facebookexpand_more
  • author-avatar
    Writer
  • chap_listContents
  • likeADD