GİRİŞ- 1. Bölüm
Urfa’nın gecesi kara bir örtü gibi inmişti şehrin üstüne. Sessizlik öyle derindi ki sanki dünya bir an nefesini tutmuş, olacakları bekliyordu. Yıldızlar bile bu gece saklanmıştı kara bulutların ardına, sanki gözlerini kapamışlardı Mirzaoğlu Konağı’na bakmamak için.
Taş duvarlarıyla yüzyıllara meydan okuyan, ihtişamıyla korku salan konak, bu gece farklı bir gerginliğin içinde boğuluyordu. Avludaki çeşmenin şırıltısına endişeli fısıltılar karışıyordu. Hizmetkârlar bir gölge misali sessizce kaynaşıyor, bakışları sık sık kocaman demir kapıya kayıyordu.
Çünkü evin gelini, aşiretin hanımı, Gizem Mirzaoğlu ortada yoktu. Hizmetçi olarak gelin gelen, hanım olarak kıskanılarak oturan o kadın kaçmıştı.
Mirzaoğlu konağının kapıları gürültüyle açıldı. Andaç Mirzaoğlu, içeri adım attığı anda taş duvarlar bile titredi. Tüm şehrin efendisiydi o.
Üzerinde ütüsü bozulmamış pahalı bir takım elbise, yüzünde ise buz gibi, okunması imkansız bir ifade vardı. Gözleri bir kartalın avını kolladığı gibi loş avluyu taradı.
Andaç’ın ayak sesleri ağırdı. Her adımında taş döşemeler sanki korkudan çatlayacaktı.
Arkasından üvey annesi İnci Hanım ve kardeşi Yusuf yürüyordu. İkisi de şatafatlı kıyafetlerinin altında buz gibi gergindi. Andaç'ın arkasından birbirlerine kaçamak bakışlar atıyordu ana oğul. Konakta üçünden başka kimse yaşamıyordu. Andaç, tüm akrabalarını sürmüştü Urfa'dan.
Andaç ağa, merdivenleri ikişer üçer çıktı. Yatak odasının kapısını iterek açtı. İçeri girdi. Her şey düzenliydi. Sanki zaman bu odada donmuştu. Doğruca karısı Gizem’in dolabına yöneldi. Kapakları açtı. Kıyafetler yerli yerindeydi. Çekmeceyi hızla çekti. Mücevher kutuları, altınlar, her şey buradaydı ama sahibi yoktu. Hiçbir şey eksik değildi. Bu, onu terk etmek için kaçan bir kadının profili değildi.
Kaşları çatıldı. Bu bir anlam ifade etmiyordu. Neden değerli hiçbir şey almasındı? Demek kaçtığı kişi ona güvence sağlamıştı. Gözleri odanın içinde dolanırken masanın üzerinde yalnız bırakılmış bir cep telefonu gördü. Karısının telefonu.
Ona doğru yürüdü. Dişlerini öyle sıkmıştı ki çene kasları fırlamış, yanakları gerilmişti. Telefonu eline aldı. Galeri boştu. Mesajlar boştu. Her şey silinmişti. Sadece arama kayıtlarında, aylar öncesinden, sadece bir kayıt duruyordu: "AĞAM". Kendi numarasını karısının telefonuna kaydetmek için yapmıştı o aramayı da. Zaten o karısını asla aramazdı. Ne zaman istese zaten ona ulaşırdı.
Kapının eşiğinde üvey annesi İnci Hanım'ın ince sesi yankılandı.
"Kim bilir kiminle kaçtı oğlum. Ben sana dikkat et, arkandan iş çeviriyor bu kız demiştim."
Andaç'ın çenesi iyice kilitlendi. Gözlerinin içi elindeki telefona bakarken karardı, taşlaştı.
"Bulacağım onu ana,"diye hışımla homurdandı.
Öfkesi o kadar ani ve şiddetli patladı ki elindeki telefonu hızla pencereye fırlattı. Cam, tiz bir çınlamayla paramparça oldu. İnci Hanım yerinden sıçrarken, Yusuf bir adım öne atıldı.
"Abi, gidip ben arayayım. Ekibin başında olayım ister misin?"
Andaç kardeşine bakmadı bile. Karısı olacak orospunun Yusuf'ta bile gözü vardı. Çok önceden gebertmeliydi onu ama yapamamıştı. Karısına ne zaman sinirlense hıncını yatakta sert olarak çıkartırdı. Onu sabaha kadar becerse bile doymamıştı gözü demek ki. Onu bulduğunda bu sefer işini bitirecekti. Gebertecekti.
Kardeşine cevap vermeden, sert ve uzun adımlarla yatak odasından çıktı. Koridordaki gölgeler onun önünden kaçıyor gibiydi.
"Bu odaya kimse girmeyecek!"diye gürledi arkada kalanlara. "Kilitleyin kapıyı."
Alt kata avluya indi. Adamları karanlıkta bir duvar gibi onu bekliyordu. Reşit, sağ kolu öne çıktı. Urfa'da büyük bir ağaydı Andaç ama İstanbul'da daha büyük bağlantıları, yeraltında ise sözü kanun kılan bir gücü vardı. Her liderin bir bölgesi olurdu. Doğu bölgesi de yeraltında ona aitti.
"Dağılın!" diye kükredi. Sonra bakışlarını Reşit'e çevirdi.
"Urfa’yı yakın! Taşını kaldırın, altını üstüne getirin! Gölgeyi bile saklamasın! Onu ve kaçtığı orospu evladını bulmadan dönmeyin! İkisini de sağ getirin karşıma!"
"Emredersiniz ağam."
Reşit'in başı önündeydi. Ağası çok sinirliydi. Bu sinirli halinde ağzını açmaya çekinmişti ama Gizem hanımın birisiyle kaçtığını düşünmüyordu. Emir alır almaz adamlarıyla bir fırtına bulutu gibi dağıldılar konaktan.
İnci Hanım üst kattaki balkondan aşağıyı izliyordu. Dudaklarının kenarında belli belirsiz zehirli bir gülümseme oynadı. Sonunda. Plan işlemişti.
Bir saatin sonunda Reşit’in siyah jipi konağın avlusuna hızla girip fren yaptı. Andaç içerideki cehennemi andıran sessizlikten fırlamış gibiydi. Salondaki paha biçilmez antika vazolar, duvardaki tablolar, her şey öfkesinin kurbanı olmuş paramparça yerlere saçılmıştı. Taş duvarlar bile onun gazabındsn nasibini alıyor gibiydi. Arabadan inen Reşit'i görür görmez avluya fırladı. Gözleri kan çanağına dönmüştü.
"Buldun mu konuş!" diye gürledi, sesi adeta yırtılıyordu.
Reşit soluk soluğa, başını saygıyla eğdi.
"Ağam bulduk. Bir saat önce kalkan İstanbul uçağına binmiş."
Bu cümle Andaç'ın yüzünde ani ve ürpertici bir dönüşüm yarattı. Öfkenin yerini buz gibi şeytani bir sakinlik aldı. Dudakları zalimce bir sırıtışla gerildi. İçinden "Demek ki o küçük sürtük kaçtığını sanıyor. Ahmak kadın. Hiç bilmiyor mu İstanbul'un kime ait olduğunu?" dedi.
"Herkesi topla Reşit," diye emretti. Sesi alçak ve tehditkârdı. "İlk uçakla İstanbul'a gidiyoruz. Onu kendi cehennemimde gebertmek nasipmiş."
Jipe bindiler. Reşit direksiyona geçerken dikiz aynasından ağasını izlemekten kendini alamadı. Andaç'ın çenesindeki kaslar hâlâ gergindi, parmakları dizinde yumruk olmuştu. Reşit'in içini bir korku kapladı. Gizem Hanım'ı bu haliyle bulursa onu öldüreceğinden asla şüphesi yoktu. Reşit kadına hep acırdı. Onun saf bir kalbi olduğunu düşünüyordu.
Havaalanına vardıklarında on kişilik koruma ekibi disiplinli bir şekilde onları bekliyordu. Andaç fırtına gibi arabadan indi. Uzun ve sert adımlarla terminale yürüdü. Tam içeri girecekken adamlarından biri, Murat, tereddütlü bir adımla yolunu kesti. Genç korumanın yüzü bembeyaz, sesi titrekti.
"A-Ağam! Ağam, bir sorun var!"
Andaç'ın yürüyüşü anında kesildi. Başını bir avcının avını izlemesi gibi yavaşça çevirdi. Bakışları o kadar keskindi ki, Murat'ı yerinde dondurdu. Eğer zamanını çalacak saçma bir şey söylerse onu oracıkta parçalayacağı belliydi.
"Ne oldu?" diye sordu Andaç.
Murat boğazını temizleyip yutkundu. Sözcükleri bulmakta zorlanıyordu.
"Ağam...az önce bir anons yapıldı..." Duraksadı, doğru kelimeleri arar gibiydi. "Yengenin..." diye başladı ama Andaç'ın bakışlarındaki buzul çatlağı görünce hemen düzeltti, "...yani Gizem Hanım'ın bindiği İstanbul uçağı... az önce... düşmüş."
Sessizlik.
Öyle bir sessizlik ki havaalanının tüm gürültüsünü, anonsları, kalp atışlarını yutan derin bir sessizlik.
Andaç kulaklarına inanamadı. Gözlerini genç adamdan ayırdı, etrafa, Reşit'e, sonra tekrar Murat'a baktı. Sanki dünyanın ekseni aniden kaymış, her şeyi anlamsız bir kaosa sürüklemişti. Yüzündeki o şeytani sırıtış bir anda silinip gitmiş, yerini bomboş, inançsız bir ifadeye bırakmıştı.
Ardından gerçek, terminal binasının içindeki panikle, koşturan görevlilerle, ağlayan insanlarla, haber ekranlarındaki kırmızı acil yazılarıyla somutlaştı. Her yerde bir kaos hüküm sürüyordu. Evet, gerçekti.
Karısı o uçaktaydı.
Ve Mirzaoğlu aşiretinin ağası, Andaç, hayatında ilk kez ayakta olduğu yerde çakılıp kalmış, ne yapacağını şaşırmıştı. Kalbi bu haberle binbir parçaya ayrılmıştı. Çünkü gösterdiğinin aksine, evli kaldıkları yedi ay boyunca, farkında olmasa da karısına çoktan tutulmuştu...