Orman hattından döndüklerinde gece çoktan inmiş, kamp alanı donuk bir sessizliğe bürünmüştü. Sadece rüzgarın zaman zaman çadırların brandasını hafifçe sallayan uğultusu duyuluyordu. Pınar botlarını çıkarırken ayak bileklerine yayılan ağrıyı bastırmakta zorlandı. Gün boyunca sıkışmış toprak, eğimli kayalıklar ve tetikte geçen saatler hem bedenini hem zihnini yorup tüketmişti. Çadırın içinde yanıp sönen küçük ışık, yüzünü solgun gösteriyordu ama gözleri hâlâ parlaktı. Onun karanlığa alışkın bir bakışı vardı artık.
Dışarıdan yaklaşan ayak seslerini tanıdı. Burak’tı. Gölgesi çadırın duvarına yansıdığında bir an tereddüt etti ama sonra fermuarı aralayıp içeri girdi. Elinde iki çelik matara taşıyordu. Biri su doluydu, diğeri kahve.
“Bu gece sıcak bir şeyler içmeden uyuyamazsın” dedi matarayı uzatırken.
Pınar teşekkür ederek aldı. Dudaklarını kahvenin buğulu ağzına götürüp küçük bir yudum aldı. Tadı sertti ama içini ısıtıyordu.
“Bugün iyi iş çıkardık” dedi Burak sessizliği bozan ilk cümlesiyle. “Ama bu sadece başlangıçtı.”
“Evet. O keskin nişancı sadece tetikteki eldi. Arkasında ne var bilmiyoruz.”
“Konuşmaya başladı” dedi Burak, gözlerini yere indirerek. “Adı Sürmeli Halil. Bir çeteye bağlı. Kod adı Kuyu.”
Pınar, Burak’ın yüzündeki o tanıdık sıkıntıyı fark etti. Bir şeyler saklıyordu, her zamanki gibi önce duvar örüp sonra açılacak gibiydi.
“Neyi söylemiyorsun?” diye sordu doğrudan.
Burak başını kaldırdı. Gözleri Pınar’ın gözlerine değdiğinde bir süre konuşmadı. Ama sonra o sessiz yutkunmanın ardından gelen dürüstlük anı geldi.
“Bu adam… seni tanıyor olabilir.”
Pınar bir an dondu. Kahveyi elinden bıraktı. “Nasıl yani?”
“Geçmişte bazı operasyonlarda sızma yapmış. Özellikle kadın personeli hedef aldıkları söyleniyor. Adını listede görmüş. Fotoğrafın paylaşılmış.”
Pınar’ın kalbi birkaç saniye boyunca düzensiz attı. Sonra nefesini tuttu. “Yani beni hedef almış olabilir diyorsun.”
Burak başını salladı. “Evet. Bu nedenle artık her adımda yanındayım. Resmî olarak da gayriresmî olarak da.”
“Gayriresmî olan daha tehlikeli.”
“Onu biliyorum. Ama geri adım atamam.”
Pınar ona baktı. Uzun uzun. Sadece bir adam değil, yanında savaşan, koruyan, paylaşan biri olduğunu görmek içini rahatlattı. Ama o rahatlık bile buz gibi gerçekleri unutturamıyordu.
O gece çadırın içindeki sessizlik, dışarıdaki sessizlikten daha derindi. Uyuyamadılar. Konuşmadılar. Ama her biri diğerinin nefesinden huzuru bulmaya çalıştı.
Sabahın ilk ışıkları henüz toprağa değmeden, kamp alanına bir telsiz sesi yayıldı. “Merkezden acil talimat. Tüm birimler hazırlıklı olsun. Sınır hattında şüpheli sızma tespit edildi. Harekete geçiliyor.”
Pınar ve Burak aynı anda doğruldu. Artık hiçbir şey bekleyemezdi. Tehdit sessizdi, ama yakındı.
Pınar, sırt çantasını kapatırken telsizden gelen yeni direktif çatışmanın kaçınılmaz olduğunu haber veriyordu. Sınır hattına yalnızca sekiz kilometre vardı ve bölgedeki hareketlilik termal kameralara bile yansımıştı. Ekipler beşer kişilik gruplar hâlinde organize ediliyordu. Pınar ve Burak, aynı timdeydiler. Gece görüş gözlüğünü indirirken gözleri karanlığa alıştı, sessizlik içinde ilerlemeye başladılar.
Ay ışığı parçalı bulutlar arasından zaman zaman sızıyor, kuru dalların üzerindeki adımları görünmez ama duyulur kılıyordu. Burak birkaç adım önde, tetikteydi. Pınar arkadan gelirken gözlerini her çalının kıpırtısına çeviriyordu. Kafasındaki düşünceler darmadağındı ama eğitimi, ona korkuyu bastırmayı öğretmişti.
İlerledikleri patikanın kenarında metalik bir parıltı gördüğünde durdu. “Dur. Solunda bir şey var.”
Burak hemen pozisyon aldı. Pınar diz çökerek dürbünlü tüfeği doğrulttu. Uzaktaki kayalıkların arasında iki figür netleşiyordu. Silahlıydılar. Geri çekilip telsizle bilgi vermeye hazırlanırken kuru dallar arasında aniden bir gölge belirdi. Nişancıydı.
İlk kurşun yere saplandı ama ikinci doğrudan Pınar’ın omzuna isabet etti. Bedeninden fışkıran sıcaklık ve sarsıntıyla yere devrildi. Burak, anında pozisyon alıp karşılık verdi. Bir gölge yere yığıldı ama Pınar’ın iniltisi Burak’ı darmadağın etmişti.
“Pınar!” diye bağırdı diz çökerek yanına eğildi. “Bak bana. Gözlerini kapatma.”
Pınar’ın nefesi düzensizdi. Omzundaki yara hızla kan kaybettiriyordu ama gözleri hâlâ uyanıktı. “Ben iyiyim” dedi kısık bir sesle. “Devam etmelisin...”
“Sensiz bir adım bile atmam. Anladın mı? Sakın kapatma gözlerini.”
Telsizden Burak’ın sesi yankılandı. “Acil destek. Timin içinden biri yaralı. Acil tahliye istiyoruz. Koordinat gönderiyorum.”
Pınar'ın gözleri dalmaya başlarken Burak elleriyle baskı uyguluyordu. Kalbi göğsünde dövünür gibiydi. O an, tüm görev bilinci bir kenara itilmiş, sadece onun yaşaması önemli hâle gelmişti.
“Pınar… bana bak. Gözlerin... o kahverengi gözlerin... kapanmayacak. Daha sana diyeceklerim var.”
Pınar hafifçe gülümsedi. “Sen hep bu kadar dramatik misin?”
“Hayır. Ama seni kaybedersem bu dramatik bile sayılmaz.”
Uzakta helikopter sesi duyulmaya başlandı. Destek geliyordu. Ama her saniye kan, her saniye nefesle yarışıyordu. Burak alnındaki teri sildi, ama gözleri dolmuştu. İlk kez bu kadar yakındı… onu kaybetme korkusuna.
Pınar, ucu kırık bir nefesle fısıldadı. “Burak… yaşarsam… bir gün bana gerçekten ne hissettiğini anlat.”
Burak, onun elini tutarak dudaklarına götürdü. “Yaşayacaksın. Ve o gün geldiğinde sana sadece anlatmayacağım, hissettireceğim.”
Helikopterin projektörü üzerlerine döndüğünde toz, kan ve ter karışmış haldeydi her şey. Ama o an, sadece Pınar’ın hayatta kalması önemliydi. Aşk, ölümün gölgesine direniyor, silahların sesi artık içlerindeki sessiz fırtınaya karışıyordu.