BÖLÜM 16- KANIN SESSİZLİĞİ

1287 Words
Helikopterin içi karanlıktı. Sadece tavan lambalarının solgun ışıkları Pınar’ın yüzüne düşüyordu. Göz kapakları ağırlaşmıştı, dudakları kurumuş, omzundaki kan sargının altından sızmaya devam ediyordu. Sedyenin üzerinde hareketsiz yatarken, titreyen nefeslerle ayakta duran Burak’ın elleri hâlâ kana bulanmıştı. Pilotun telsizden verdiği bilgiye göre on iki dakikaya hastanedeydiler ama her saniye bir ömre bedeldi. Burak eğilerek Pınar’ın saçlarının kenarına bastırdı. Kan ve toz karışmıştı. Fısıldadı. “Dayan. Ne olur... biraz daha dayan.” Pınar’ın gözleri aralandı, sonra tekrar kapandı. Bilinci gidip geliyordu. Tıbbi personel müdahale etmeye çalışsa da, Burak’ın bir adım bile geriye çekilmediği, öfke ve çaresizlik arasında sıkışıp kaldığı her hareketinden belliydi. Geçmiş, zihninin arkasından adım adım yaklaşan bir hayalet gibiydi. İlk görevinde bir arkadaşını kaybettiğinde de aynı çaresizliği hissetmişti. Ama bu sefer daha fazlası vardı. Bu sadece bir takım arkadaşı değildi. Bu, gecenin bir vakti gözlerinin içine bakınca kendi öfkesini unutturacak kadar güçlü bir kadındı. Bu, her emrine karşılık gözünü kırpmadan operasyona çıkan, korkusuz ama sessiz bir cesareti olan kişiydi. Bu, Pınar’dı. Helikopter sarsıldığında sedyenin bir ucu kaydı, Burak bir refleksle öne atılarak onu tuttu. “Dikkat edin!” diye bağırdı, sesindeki tını metal kadar keskin, korku kadar çıplaktı. Hastanenin acil iniş alanına ulaştıklarında gün henüz doğmamıştı. Karanlık, sabahın gri ışıltısına teslim olmaya çalışıyordu. Sedye indirildi, Burak yanında yürüdü ama doktorlar içeri girdiklerinde onu durdurdular. “Buraya kadar. Müdahale odasına girilmez.” “Ben onun tim lideriyim. Onun yanındaydım. Girerim.” “Yapamazsınız. Protokol gereği beklemeniz gerekiyor.” Burak’ın yumrukları sıkıldı. Derin bir nefes aldı ama içinde bir volkan kabarıyordu. Gözlerini tavana dikti, nefesini tuttu, sonra geriye çekildi. Bekleme alanındaki plastik sandalyeye oturduğunda yüzü avuçlarının arasında kayboldu. Dakikalar geçti. Belki saatler… zamanın anlamı kalmamıştı. Onu düşünmek, yaşamasını istemek, pişmanlıklarını bastırmakla uğraşmak arasında kalmıştı. Kendisine bir kere bile açık olmamıştı. Hep ciddiyet, hep disiplin… Ama ya onun bu geceyi atlatamayacağını öğrenseydi? Hiçbir şey söyleyememiş olduğunu bilerek yaşamak… bu, Burak’a göre değildi. Ayak sesleri duyarak irkildi. Gözlerini kaldırdığında doktoru gördü. Üzerindeki önlükte kan lekeleri vardı ama ifadesi biraz daha yumuşaktı. “Kurşun omuz kemiğinin altından geçmiş. Birkaç damar hasarı olmuş ama zamanında müdahale edildiği için hayati tehlikeyi atlattı. Şu an yoğun bakımda ama sabah uyandığında ziyaret edebilirsiniz.” Burak başını hafifçe salladı. Teşekkür ettiğini bile söyleyemedi. Ayağa kalktı, derin bir nefes aldı ve hastane koridorunun sonuna kadar yürüdü. Camın arkasından yoğun bakım bölümünü izlerken, içerideki makine sesleri ve soluk ışıklar arasında Pınar’ın silueti netleşti. Solgun, hareketsizdi ama yaşıyordu. O kadardı. Yüzünü cama yasladı. İçinde tutamadığı bir cümle döküldü dudaklarından. “Sakın bir daha böyle korkutma beni.” Gece bittiğinde Burak uyumamıştı. Kapının önünde sabahladı. Sabah nöbetçisi geldiğinde içeri alınacağını öğrendi. Adımlarını sessizce attı. Odanın kapısını araladığında steril kokuyla birlikte makine bipleri de karşıladı onu. Pınar’ın gözleri hafifçe aralandı. “Burak... geldin mi?” Burak yaklaştı. “Hiç gitmedim ki.” “Ben... ben hâlâ buradayım değil mi?” “Buradasın. Ve o kadar sinirliyim ki... ama önce iyi olduğunu bilmem gerekiyor.” Pınar gülümsedi. Zayıf bir şekilde, ama içten. “Korktun mu?” Burak eğildi, alnını onun alnına yasladı. “Bundan sonra her sabah senin sesini duymadan uyanırsam... bu görevleri, bu hayatı hiçbir anlamda sürdüremem.” Pınar’ın boğazı düğümlendi. Gözlerinden bir damla yaş süzüldü. “O zaman beni bırakma. Ne olursa olsun.” “Hiçbir zaman.” Kapının dışında ise rüzgâr eski duvarlara çarpıyor, hastanenin serin taş koridorları bir aşkın sessiz tanığına dönüşüyordu. Her şeyin başladığı yerde, ilk kez hiçbir kelime yetersiz kalmıyordu. Yoğun bakımın cam duvarlarının ardında, zaman neredeyse durmuş gibiydi. Sedyenin üzerinde yatan Pınar'ın soluk teni, damar yoluna bağlı serumun damla damla akışına inat yaşama tutunuyordu. Burak, sabahın ilk ışıklarıyla birlikte gözlerini kırpmadan onu izlemeye devam etti. Ellerini birbirine kenetlemişti. Ne dua etmeyi biliyordu, ne de beklemeyi… ama şimdi ikisini birden yapıyordu. Hastane koridorundaki sessizlik, dışarıdaki dünyadan soyutlanmış gibiydi. Arada bir hemşireler geçiyor, bir doktor uğruyordu ama Burak’ın bulunduğu dünya, yalnızca Pınar’ın nefes alıp verişiyle şekilleniyordu. O gece yaşanan her şey gözlerinin önünde yeniden canlanıyordu: operasyon, silah sesleri, patlama, ardından kan... ve Pınar’ın boşluğa doğru düşerken gözlerinde gördüğü o kırılgan bakış. Bir an, yanına gelen birinin varlığıyla irkildi. Komutan Karaca, takım elbisesiyle sessizce yaklaştı. Sert ama yorgun gözlerle Burak’a baktı. “Nasıl?” diye sordu kısaca. Burak başını camdan ayırmadan cevap verdi. “Hayati tehlikeyi atlattı. Ama hâlâ gözlemde.” Komutan, başını salladı. Sessizliğin içinden konuştu. “Böyle şeylere alışamıyor insan. Kaç görev atlatsan da, birinin gözlerinin önünde vurulması... kolay değil.” “Bu bir görev değildi komutanım,” dedi Burak, gözlerini kırpmadan. “Bu başka bir şeydi.” Komutan Karaca durdu, göz ucuyla Pınar’a baktı. Sonra Burak’a. “Anladım,” dedi yalnızca. “Ben dışarda olacağım. Haberin olursa haber ver.” Burak başını hafifçe salladı. Komutan uzaklaşırken içinden geçirdiği cümle tek bir kelimeye indirgenmişti: Sahip çık. --- Öğlene doğru Pınar tekrar gözlerini araladı. Odaya güneş vurmuştu. Süzülen ışıklar, beyaz tavanın üzerinde dans ediyordu. Gözlerini çevirdiğinde camın arkasında, hâlâ orada bekleyen Burak’ı gördü. Birbirlerine bakışları yalnızca birkaç saniyeydi ama her şey o bakıştaydı. Ziyaret saati başladığında Burak sessizce içeri girdi. Adımlarında bir tereddüt vardı ama duraksamadı. Başucundaki sandalyeye oturduğunda Pınar hafifçe gülümsedi. “Beni hâlâ burada görmek sürpriz mi?” dedi zayıf bir sesle. “Hayır,” dedi Burak, gözlerini ondan ayırmadan. “Beni en çok şaşırtan şey... senin bu kadar güçlü olman.” “Güçlü olmak zorunda kaldım,” diye fısıldadı Pınar. “Senin gibi birinin arkasında durmak kolay değil.” Burak’ın yüzü ciddileşti. “Beni kurtardın. O çatışmada siper olurken... başka bir şey düşündün mü?” “Düşündüm,” dedi Pınar, gözlerini kapayarak. “Sadece... seni kaybetmekten korktum. Bu kadar basit ve bu kadar karmaşıktı.” Bir an sessizlik oldu. Yalnızca monitörün kalp atışlarını ritmik veren sesi vardı. Burak başını eğdi. “O gece sana bir şey olsaydı, bunu kendime affettiremezdim. Herkesin önünde disiplinli, kontrollüydüm. Ama sana gelince... bilmiyorum. İçimdeki duvarları seninle unuttum.” “Ben de,” dedi Pınar. “Sadece görev arkadaşım değilmişsin. Anladım. Geç kaldım belki ama... yaşıyorum.” Burak hafifçe gülümsedi. “Bundan sonra geç kalmak yok. Her sabah gözünü açtığında, ilk beni göreceksin.” “Tehdit gibi oldu bu,” diye şaka yaptı Pınar. Burak gözlerini kaçırmadı. “Söz gibi düşün.” --- Günler geçtikçe Pınar’ın durumu iyileşti. Kolundaki sargı değişti, ağrıları hafifledi. Ama hastanede kaldığı her gece, Burak koridorun köşesindeki koltukta sabahladı. Bunu ne emirle yapıyordu, ne de görev duygusuyla. Kalbi, onu oraya zincirlemiş gibiydi. Pınar bir sabah, pencerenin önünde güneşin doğuşunu izlerken, yanında Burak’ı buldu. Elinde iki karton bardak kahve vardı. “Bugün de güzel bir gün,” dedi Burak, kahvelerden birini ona uzatarak. “Yaşadığım her sabah güzel,” dedi Pınar. “Hele seninle başlıyorsa…” Burak ona döndü. Ciddiydi ama gözlerinde başka bir şey vardı. Daha derin, daha sıcak. “Seninle bu hayatta yalnızca aynı görevi paylaşmak istemiyorum, Pınar. Yanında olmak istiyorum. Sahada, masada, her yerde. Gerçekten seninle olmak istiyorum.” Pınar’ın gözleri doldu. Cevap vermedi. Sadece başını yana eğerek omzunu Burak’a yasladı. Sessizlik bir cevap oldu. --- Hastaneden çıkış günü geldiğinde, Burak tekerlekli sandalyeyi itiyordu. Pınar şakayla karışık homurdanıyordu. “Beni zorla yaşlı gibi taşıyorsun, Burak Karahan.” “Sen yaşlanana kadar yanında olacağıma dair prova yapıyorum,” dedi Burak. Karakola döndüklerinde arkadaşları onları alkışlarla karşıladı. Ayça, Pınar’a sarılırken gözleri doldu. “Yine korkuttun bizi,” dedi. Pınar göz kırptı. “Bundan sonra daha dikkatli olacağım.” Komutan Karaca uzaktan izliyordu. Burak ve Pınar’a döndü. “Bazı çatışmalar, insanın dışındadır. Bazılarıysa içinde. Siz ikisini de başarıyla geçtiniz.” Burak saygıyla selam verdi. “Destek olmasaydınız… böyle olmazdı.” Komutanın yüzünde nadir görülen bir tebessüm belirdi. “Gözüm üzerinizde olacak. Ama bu sefer… gururla.” Pınar ve Burak, karakolun avlusuna birlikte çıktılar. Gökyüzü tertemizdi. Uzakta dağlar silüet gibi yükseliyor, kuş sesleri rüzgârla karışıyordu. Savaşın, görevin, acının içinden doğan bir şey vardı şimdi aralarında. Sessiz ama sağlam bir bağ. Her şeyin başladığı yerde, bir başka hikâye başlıyordu artık.
Free reading for new users
Scan code to download app
Facebookexpand_more
  • author-avatar
    Writer
  • chap_listContents
  • likeADD