Pınar güne, omzunda sızlayan ama artık daha tanıdık bir acıyla başladı. Taburcu olalı birkaç gün olmuştu ve birliğe dönüşü henüz resmi olmasa da, o çoktan kendini işe kaptırmıştı. Doğuda durum yine karışıktı. Etrafta sessizlik vardı ama bu sessizlik fırtınadan önceki sükûnet gibi tedirgin ediciydi.
Sabah karargâhta yapılan istihbarat toplantısı sırasında, komutan haritanın üzerinde işaretli noktaları gösterirken Pınar gözünü ekrandan ayırmamıştı. Burak tam karşısında oturuyordu ve bakışları sık sık birbirine takılıyordu. Her ne kadar ikisi de profesyonel davranmaya çalışsa da, aralarında kelimelere dökülmeyen bir yakınlık vardı artık. Ve bu, sessizliğin ortasında daha da gürültülüydü.
"Son alınan bilgilere göre, Kızıltepe sınır hattında yasa dışı geçiş teşebbüsleri artmış durumda," dedi üst rütbeli komutan. "Pınar, senin doğrudan arazide bulunman bu süreçte kritik olacak."
Pınar kısa bir onay bakışı attı. "Anlaşıldı komutanım."
Toplantı bittikten sonra Burak onun peşinden çıktı. Merdivenlerin sonunda yakaladı onu.
"Pınar, ciddi misin?" dedi sessiz ama sitemli bir tonla. "Henüz omzun tam iyileşmedi."
Pınar durdu. Gözleri Burak’ın gözlerine kenetlendi. "Ben masa başında oturmak için eğitim almadım Burak. Bu riski biliyorum."
"Ben de o riski senin yerine almak istiyorum," diye patladı Burak. "Bu görev senin için değilse, ben giderim."
"Senin korumalığın yok. Benim ise var," dedi ve hafif bir gülümsemeyle parmaklarını havaya kaldırdı. "Kurallara göre hareket ediyorum."
Burak sustu. Çünkü Pınar haklıydı. Ama bu onu rahatlatmıyordu.
O akşam, karargahta görev dağılımı yapıldıktan sonra Pınar kendine ait kulübeye döndü. Askeri lojmanın sade odasında her şey yerli yerindeydi. Üstü örtülü bir çanta yatağın üzerinde duruyordu. Yanına Burak’ın gizlice bıraktığı notu fark etti.
"Güçlü ol ama dikkatli de ol. Seni düşünmeden bir gün geçmiyor. – B"
Pınar, Burak’ın duygularını kelimelere dökmekte zorlandığını biliyordu. O yüzden bu küçük not bile kalbine ağır geldi. Notu yavaşça katlayıp ceketinin içine yerleştirdi.
Sabah erkenden yola çıkmak üzere hazırlandığında hava hâlâ karanlıktı. Onunla birlikte göreve çıkacak olan dört kişilik ekip araç başında toplanmıştı. Sessiz, disiplinli ve kararlıydılar.
Yola çıktıklarında radyo sessizdi. Yol boyunca konuşan kimse olmadı. Herkesin aklında aynı düşünce vardı: Ne zaman, nerede ve nasıl?
Pınar aracın camından dışarı baktı. Çorak topraklar, aralıklı yükselen dağ silsileleri, sonsuzmuş gibi uzanan tepeler… Her yer puslu ve tehditkârdı.
Düşünceleri Burak’a kaydı. Ne zaman bir risk alsa, aklına önce onun yüzü geliyordu artık. Birlikte geçirdikleri zamanları, tartışmaları, sessiz anlaşmalarını ve ilk defa kalbinin bu kadar hızlı attığını hissettiği anları düşündü.
Araç ani bir frenle durdu. Şoför, elleri direksiyondayken gözlerini yola dikmişti.
"İleri hatta bir hareketlilik tespit edildi," dedi telsizden seslenen biri. "İniyoruz."
Pınar silahını eline aldı, yeleğini kontrol etti ve ilk çıkan oldu. Omzundaki ağrı hatırlattı kendini ama bu ağrı artık onunla bütünleşmişti.
Dağ yamacında dikkatli adımlarla ilerlerken ayak seslerinden başka hiçbir şey duyulmuyordu. Gökyüzü yavaş yavaş aydınlanmaya başlamıştı ama gölgeler hâlâ saklanmak için yeterliydi. Etraf sessizdi ama o sessizlik içini kemiriyordu.
Tam o an, ön safta ilerleyen askerlerden biri elini havaya kaldırdı.
"Durun."
Pınar dizlerinin üzerine çöktü, dürbününü çıkarıp ilerdeki noktaya odaklandı. Hafif bir hareketlenme gördü. Ama dost mu düşman mı anlamak için yeterli veri yoktu.
"Devam," dedi lider asker.
Ekip biraz daha yaklaştığında ani bir patlama sesi duyuldu.
BOOM!
Toz, taş, duman her şey havaya karıştı. Bir tuzaktı bu. Göreve çıkan ekip pusuya düşmüştü.
Pınar yere kapanmış, dumanın içinden gelen çığlıkları ve telsizden yankılanan karmaşık sesleri ayırt etmeye çalışıyordu. Kulaklarında yankılanan patlamanın uğultusu hâlâ devam ediyordu. Gözleri tozla dolmuştu ama tekrar açmak için başını kaldırmak zorundaydı. İç güdüleri onu hemen hareket etmeye zorluyordu.
"Serhat!" diye seslendi, ama karşılık alamadı.
Telsizi açtı. "Kod 3, kod 3! Tuzak! Yer tespiti yapılamıyor! Yedek destek gerekiyor! Tekrar ediyorum, kod 3!"
Patlamanın etkisiyle birkaç metre geriye savrulmuş olan genç onbaşı Enes’i gördü. Hemen sürünerek ona yaklaştı. Onun göğsü hızla inip kalkıyordu ama gözleri bir noktaya sabitlenmişti.
"Enes! Dinle beni. Buradasın. Nefes alıyorsun. Sana yardım edeceğiz," dedi Pınar, sesini sabit tutmaya çalışarak.
Yavaşça cebinden turnike çıkardı, bacağından kan akan askere ilk müdahaleyi yaptı. Saniyelerin ne kadar uzun sürdüğünü, terinin gözlerinin içine kadar aktığını hissetti. Ardından çevresine baktı. Gruptan ikisi kayıptı. Diğer asker, Orhan, biraz ileride siper almıştı. Gözü dürbündeydi.
"Tepede gölge var," dedi alçak sesle. "Keskin nişancı olabilir."
Pınar hemen pozisyon aldı. Dağın yamacına doğru gözünü dikti. Hareket eden bir siluet vardı ama tam net göremiyordu. El işaretiyle Orhan'a beklemesini söyledi. Diğer askerler hâlâ toparlanmaya çalışıyordu. Sessizliği yalnızca dumanın içinden gelen öksürükler ve toprak üzerinde sürünen kamuflajlı bedenlerin sesleri bozuyordu.
Derken ikinci bir patlama sesi daha geldi. Bu seferki, yerden yükselen hafif bir sarsıntıyla birlikte, yan taraftaki bir kayalığın önünde infilak etmişti. Pınar yere çakıldı. Birkaç taş başının yanından sıyrıldı. Kalbinin ritmi hızlandı. Omzundaki acı tekrar nüksetti ama bu defa dayanılmaz değildi. Savaşın ortasında acının tanımı farklıydı zaten.
Telsizi bir kez daha açtı.
"Burak. Kod 3. Pusuya düşürüldük. Kayıp var. Destek gönderin. Koordinat: 37.82 kuzey, 41.65 doğu."
Sesi sakin çıkmıştı ama içinde kükreyen bir telaş vardı. Burak’ın bu telsizi dinlediğini biliyordu. Ve bir cevap almak için gözlerini kapatıp kısa bir an bekledi. Sadece bir an.
"Alındı. Destek yolda. Dayanın. Geliyorum."
Bu ses... Burak’tı. Tonu soğukkanlıydı ama Pınar her kelimenin arkasındaki endişeyi sezmişti.
Pınar yeniden etrafı gözlemledi. Orhan işaret etti: Tepedeki gölge yeniden hareketlenmişti. Pınar dürbününü kaldırdı. Kafasını biraz sola çevirdiğinde başka bir siluet gördü. Bu kez daha netti. Ellerinde dürbün değil silah vardı. Kesinlikle dost değildi.
"Orhan. Saat iki yönü. Keskin nişancı. Hazır mısın?"
"Emredersin."
Birlikte harekete geçtiler. Pınar düşük bir pozisyonda, kayanın koruması altından ateş açtı. Orhan da aynı anda çaprazdan destek verdi. Mermi sesleri dağın yamacında yankılandı. Toz bulutlarının arasında siluet geri çekildi. Kaçmıştı ya da daha güvenli bir konuma geçiyordu. Bu da zaman kazandırdı onlara.
Enes’in durumu kötüleşiyordu. Gözleri kapanıp açılıyor, dudakları çatlamış bir şekilde titriyordu. Pınar sırt çantasındaki serum setini çıkardı, hızla hazırlayıp damar yolu açtı. Zaman her saniye daha ağır ilerliyordu. Tüm duyularını savaş alanına kilitlemişti artık.
Yaklaşık yirmi dakika sonra, uzaktan gelen helikopter sesi duyuldu. Gökyüzü hâlâ sabah sisinin altında gri bir tavan gibi duruyordu ama bu ses, karanlığın ortasında yankılanan bir umut gibiydi.
Pınar telsizi tekrar açtı. "Görüş sağlandı. İniş noktasını güvenli bölgeye yönlendiriyorum."
"Anlaşıldı. Beş dakika."
Burak’ın sesi daha yakındı bu kez. Ve gerçekten de az sonra üzerlerine doğru alçalan bir helikopter belirdi. Rüzgarla birlikte tozlar yeniden yükseldi. Ekip hızla toparlandı, yaralılar ilk sıraya alındı. Pınar son çıkan kişi oldu.
Helikoptere bindiğinde göz göze geldiği kişi Burak’tı. Elinde silah, yüzünde çamur ama gözlerinde sadece onu bulmanın rahatlığı vardı. Pınar hiçbir şey söylemedi. Ama dudaklarının kenarında beliren belli belirsiz gülümseme her şeyi anlatıyordu.
Helikopter yükselirken, aşağıda kalan topraklara baktı. Görev bitmişti ama içeride bir şey hâlâ sarsılıyordu. Bir şey değişmişti. Bu yalnızca bir operasyon değildi. Bu bir kırılmaydı. Ve o kırılma, yalnızca savaşın değil, kalbinin de bir parçasındaydı artık.
O gün dağın yamacında yaşananlar sadece bir çatışmanın parçası değildi. Pınar için sınırların yeniden çizildiği, duvarların çatladığı, hislerin savaşa karıştığı bir kırılma noktasıydı.