Güneş doğu dağlarının arkasından yavaş yavaş yükselirken, sabahın ilk ışıkları kışla çevresindeki toprağa donuk bir parlaklık serpmişti. Pınar, revirdeki yatakların arasında sessizce yürüyordu. Gece nöbeti zorlu geçmişti; patlayan bir mayın sonucu getirilen yaralılar hâlâ gözlerinin önündeydi. Yüzü yorgundu ama elleri hâlâ kararlı, duruşu dimdikti.
İçerideki sessizliği bozan ilk ses kapının ardında duyulan ağır bot sesleriydi. Burak, üniformasının kollarını sıvayarak içeri girdiğinde gözleri doğrudan Pınar’a takıldı. Kadın, başını kaldırdığında aralarında kısa ama yoğun bir bakışma yaşandı.
"Pınar" dedi Burak kısık ama kararlı bir sesle. "Sabah operasyona çıkıyoruz. Telsizde bir hareketlilik var, sınır hattında şüpheli sızma olabilir. Hazırlıklı olun."
Pınar başını hafifçe salladı. "Anladım. Revirde gerekli hazırlıkları yapacağım. Ekstra pansuman ve acil serumlar hazırlansın mı?"
Burak gözlerini onun kararlı yüzünde gezdirdi. “Aynen öyle. Bu sefer gelenler ağır olabilir. Nereye gideceğimizi bilmiyoruz, ama çatışma kaçınılmaz gibi.”
İçinde bir kıpırtı oldu Pınar’ın. Endişe, korku değil... başka bir şey. Sanki bir şey olacakmış gibi içine doğmuştu ama Burak’a bir şey söylemedi. Onun sahaya giderken gözlerinin içine bakmanın, bir şeyleri itiraf etmeden veda etmenin tuhaf bir ağırlığı vardı. Ona alıştığını, belki de duygularının sadece şefkatle açıklanamayacağını anlamaya başlamıştı.
İlerleyen saatlerde birlik, kışlanın doğusunda kalan dağlık bölgeye doğru hareket etti. Pınar ise revirde kalmak zorundaydı. Ama kalbi sahadaydı. Telsizden gelen her anons, onun nefesini tutmasına neden oluyordu. Saatler geçmek bilmezken, öğleden sonra bir patlama sesi duyuldu. Ardından telsizden Burak’ın sesi geldi:
“Burası Alfa-3. Temas sağlandı. Yaralı var. Dönüş yapıyoruz.”
Pınar, telsizin başından ayrılmadan ambulans hazırlıklarını başlattı. Gözleri kapıya kilitlenmişti. Her geçen saniye kalbini sıkıştırıyor, adeta zamanı yumrukluyordu. Ambulans döndüğünde kapı ilk kez bu kadar ağır açıldı. Burak kendi ayaklarıyla girmişti ama kan ter içindeydi. Gözlerinde acı değil, başka bir ifade vardı. Yanındaki iki asker sedyeyle taşınıyordu.
Pınar bir an için ona doğru koşmak istedi ama yapamadı. Hemşireliğin sorumluluğu, duygularının önüne geçmeliydi.
"Yaralılar önce" dedi kendi kendine. Sonra ilk sedyenin başına geçti.
Burak onun bu profesyonel duruşuna hayranlıkla baktı. Bu kadın... sadece bir hemşire değildi. Bu toprakların direnciydi adeta.
Yaralıları teslim ettikten sonra revirin dışında buluştular. Burak’ın elleri hâlâ titriyordu ama yüzünde o bildik gülümseme vardı.
"Merak ettin mi?" diye sordu hafif alaycı bir tonda.
"Biraz" dedi Pınar. "Ama daha çok korktum. Yine de senin gelmeyeceğin hiç aklıma gelmedi."
Aralarında bir sessizlik oluştu. Savaşın ortasında yaşanan bu sükûnet, bazen her kelimeden daha çok şey anlatıyordu.
Ertesi gün, sabahın ilk saatlerinde tekrar operasyon için hazırlık yapılacağı haberi geldi. Bu sefer görev daha riskliydi. Gece devriyeleri artmış, istihbarat bölgede sızma girişimlerinin yoğunlaştığını bildiriyordu. Pınar bu sefer daha gergindi. Bir şeylerin ters gideceğini hissediyordu.
Burak silahını kuşanırken Pınar kapının önüne çıktı. Bir anlık tereddütten sonra Burak’ın yanına yaklaştı.
"Bir şey söylemek istiyorum" dedi aniden.
Burak durdu. Kaşları çatılmıştı ama gözleri dikkatle onu izliyordu.
"Bu kadar sık operasyon... bu kadar risk... bilmiyorum, ama seninle ilgili hep içimde bir ağırlık oluyor. Bir gün dönemezsen... söyleyemediklerim içime kalırsa... korkuyorum."
Burak, elleriyle tüfeğin kayışını sıktı. Gözleri bir an için karardı, sonra kadının yüzüne baktı. Yavaşça elini onun koluna koydu.
"Ben de korkuyorum" dedi. "Ama o korkuya rağmen dönmeye çalışıyorum. Her seferinde... bir sebebim olduğu için."
Pınar, bu sözlerin altında ne kadar çok şey olduğunu hissetti. Söylenmemiş duygular, bastırılmış hisler... ama aynı zamanda bir umut vardı. O umut, onları birbirine bağlayan görünmez bir ip gibiydi. Kopmaya meyilli ama hâlâ güçlü.
Burak göreve çıktıktan sonra Pınar revirde kendini işine verdi. Ama aklı hep dışarıdaydı. Bu defa çatışma uzun sürdü. Saatler geçti. Hava karardı. Telsiz sustu. Ne bir anons, ne bir ses.
Pınar revirde yalnız kalınca pencerenin önüne geçti. Gözleri uzaklara dalmıştı. Sonra kapı birden açıldı. Sırılsıklam olmuş bir asker nefes nefese içeri girdi.
“Çatışma devam ediyor... Ama komutan iyi. Burak astsubay bir grup askeri siperin arkasında korumaya aldı. Yardım istiyorlar.”
Pınar başını eğdi. Derin bir nefes aldı. “Hadi bakalım Burak... yine kendini öne attın.”
Gecenin ilerleyen saatlerinde çatışma sona erdi. Sabah güneş doğarken revirin kapısı açıldı. Burak yine kan ter içinde, bu kez omzu sargılı şekilde içeri girdi. Bu sefer durmadan Pınar’a doğru yürüdü.
"Yine geldim" dedi hafifçe gülümseyerek.
Pınar gözlerini ona dikti. "Senin için bir yatak hazırlasam iyi olacak. Bu gidişle buraya taşınacaksın."
Burak başını eğdi, hafifçe güldü. Sonra gözleri ciddileşti.
"Ben zaten buradayım. Zihnim de kalbim de... artık başka bir yere gitmek istemiyor."
Pınar ne cevap vereceğini bilemedi. Sadece sustu. Ama yüzündeki ifade her şeyi anlatıyordu.
Ve o gün, doğunun o sessiz üssünde bir aşk biraz daha kök saldı. Gürültülü çatışmaların ardında sessiz ama sağlam bir bağ oluşmaya devam etti. Çünkü siperin ardında sadece kurşunlar değil, kalpler de hedef olurdu bazen.