yorgunum

1062 Words
-yorgunum, çok yorgunum... ve sonra alevler gözlerimde küçülmeye başlayarak bir belirip bir kayboluyor sonra bir daha belirip kayboluyor ve artık göz kapaklarım pres  makinası kadar ağır basıyor ve uykuya yenik düşüyor gecenin ilk saatlerinden bu yana uyanık olan bedenim. Ölümün kardeşi olan uykuya dalmışım. Batmakta olan kış güneşinin perdelerin arasından sızarak yüzüme vurmasıyla uyandım uykumdan. Belki 5 saat belki de 6 saat uyumuşum işte, tam bilmiyorum. Gözlerimi ovuşturarak doğruldum sandalyemden. Ağzımın tadı zehir zemberek. Meraklı gözlerle salonum da 3-5 dakika göz gezdirdim. Sahi neydi bu merak.? Sanki ilk defa uyanıyormuşum ve oda yabancı bir salondaymışım gibi anlamsız bir moddayım. Salonum karma karışık. Her şey her yerde. Sahi burası benim odam mı.? Neden uyandım.? Gibi anlamsız sorular düştü aklıma. Yüzüme dağılan saçlarımı geriye doğru verip kalktım sandalyemden. Pencereye doğru ilerleyip güneşin battığı tarafa baktım. Gün bitiyor ben, bende bitiyorum. Dirhem dirhem bitiyorum. Biraz deniz havası iyi gelir diye askı duran paltomu alıp dışarı çıktım. Aslında çıkıp çıkmamak konusunda kararsızdım yorgunum çünkü. Öyle beden yorgunluğu değil benimki, düşünce yorgunluğu gönül yorgunluğu... bir yerde okumuştum şöyle yazıyordu; -kafam cam kırıklarıyla dolu doktor. Bu nedenle beynimin her hareketinde düşüncelerim acıyor. Anlıyormusun.? Sahi anlıyormusunuz.? Üst tarafındakilerin kar, alt tarafındakilerin ise denizin sularından dolayı buzların kapladığı kayalıklardayım şimdi. Denizden hafif bir poyraz esiyor, üşüyor mu? Üşütmüyor mu? Çözemedim. Yıldızların tüm çıplaklıklarıyla parıldadığı açık bir gökyüzü var ve görenlerin aşık olacağı türden bir yakamoz deniz yüzeyince belirmeye başlıyor şimdi. Bir birlerine belki milyonlarca belki de milyarlarca ışık yılı uzaklıkta olan işi aşık... Dolunay ve Deniz... aşklarının en güzel belirtisi ise dolunaydan yansıyarak deniz yüzeyine çarpan ışınların oluşturduğu yakamoz. Deniz + yakamoz + yıldızların görüldüğü apaçık bir gökyüzü + tercih edilmiş bir yalnızlık eşittir huzur. Sahi insan daha ne ister ki.? Demin üşütüp üşütmediği konusunda kararsız kaldığım poyraz şimdi iliklerime kadar üşütmeye başladı. Soluğu şöminemin karşısındaki sallanan sandalyemde olmak istiyordum. Odunlar çatırdaya çatırdaya yanarken bende usulca sallanıp içimde dizginleyemediğim acılarımı sessiz sessiz alevlere haykırmalıydım. Yerimden kalkmamla az ötemde benim gibi kayalıklara oturmuş ve yine benim gibi siyah paltosu olan kır saçlı ve sanki denize ve esen poyraza inat dik bir duruşla denizi seyreden bir adam gördüm. Ardı ardına sigara yakıyordu gerçi rüzgar sigarasını ondan daha fazla içiyordu ama o buna inat yeni sigaralar yakıyor eliyle siper edip içmeye gayret ediyordu. Yarısını rüzgar yarısını da kendisinin içtiği sigarasının izmaritini artık pes etmişçesine kayalıkların arasına atıp paltosunun yakasını dikleştirerek ellerini ovuşturdu. Belli ki üşümüştü. Yanına varıp sıcak bir ortamda sıcak birşeyler içmeye davet edecektim ki birkaç adım attıktan gözyaşlarını sildiğini fark edince durdum. Kendi kendime ''yüreğinde dert taşımayan biri bu soğukta burada ne arar'' dedim. Denizin esintisi beni de çarpmıştı ama gördüğüm manzara karşısında üşümek dertten bile değildi. Yeniden kayalıklara oturup denizi seyre koyuldum. Şimdi bende siyah paltolu o adam gibi yarısını rüzgarın içeceği ilk sigaramı yakmıştım. Bir sigara iki sigara üç sigara derken düşüncelerim beni 10 yaşıma, babamın öldüğü o gece götürdü. Ağlama sesleriyle uykumdan uyanışım, annemin için için ağlaması derken mayıs ayının o acı gecesinin her anı düşüncelerimi gasp etti. Birden kayalıklara sertçe çarpan dalgalardan kopan buz soğukluğundaki su zerrecikleri yüzüme çarpıp beni daldığım geçmişin deryasından alıp şu ana getirdi. Yüreğim yeniden mayıs sancısıyla yanıyordu. İçimde nice soğuk poyrazlara karşı geçebilecek o yangın yeniden alevlenmişti ve Şimdi poyraz istediği kadar soğuk esebilir... bir ara gözüm ayak ucumda duran sigara izmaritlerine takıldı. Saydım, tam on üç tane içmişiz. Yarısını ben yarısını da denizden esen poyraz. Belli ki bende en az siyah paltolu o adam kadar dertliydim. Ya da ''o da en az benim kadar dertliymiş'' demeliydim. Bilemiyorum. Gözlerim biran adamı aradı. Oturduğu tarafa baktım yok oturduğum yerden doğrulup sağıma soluma baktım yine yok. Sahi nereye gitti bu adam? Onu son gördüğüm tarafa doğru yürümeye başladım. Ben denizi seyre dalıp geçmiş deryamda salınırken o adam da kendisini boğazın sularına bırakmıştı. Bunu, bir alçalıp bir yükselen hırçın dalgalar arasında kaybolan başını görünce anlamıştım ama iş işten çoktan geçmişti. Yüzüme gelen su zerrecikleri beni geçmişimden alıp bu anıma getirmişken aynı su zerreciklerinin milyarlarcası hatta sayılamayacak kadar fazlası bir araya gelip denizi oluşturmuş ve o adamı hayattan koparmıştı. İşte dert insanı yaşarken öldürür. O adam da yaşarken ölenlerdendi...   Birden birbiri ardına duyduğum ''tak tak tak'' sesleriyle sandalyemden irkildim. Bu sesle elimdeki su şişesi de yere düştü. Neydi beni ürküten bu ses? Önüme düşen başımı kaldırıp baktığımda cama çarpan dolu taneciklerini gördüm. Yüzümden boncuk boncuk terler boşalıyordu. Ruhum, saatlerdir sandalyede sakince oturan bedenimin içinde değil de mahalleye gelen dondurmacıya yetişebilmek için koşan bir çocuk bedeninde gibiydi telaşlı ve yorgun. Ve kalbim oda küt küt atıyordu. Derin derin nefesler alarak kendimi sakinleştirmeye çalıştım. Bedenim ayrı ruhum ayrı. Ruhum bedenime benim ruhuma acıyarak birbirlerini sakinleştirme gayretindeydiler. Az önce askıda duran paltomu alıp deniz kenarına gittiğimi söyledim ama hayır, askıda duran paltomu almadım çünkü bir paltom yok dışarı çıkıp deniz kenarına da gitmedim çünkü şehrimde deniz bile yok. Cama vurup beni ürküten dolu sesleri elimdeki su şişesinin yere düşmesine sebep olmuştu. İşte o su şişesindeki su, kapağa çarptığı vakit çıkarttığı sesler benim hayal dünyamdaki denizimdi ve omuzlarıma attığım örtümde paltom. Bazen yazmak yerine şömine karşısına geçip alevlere sessizce haykırıyordum. İşte bu durumda kalemin yerini içi yarım dolu olan bir şu şişesi alıyor. Gözlerimi alevlere dikip elimdeki su şişesini kulağıma iyice yanaştırarak yavaşça bir ileri bir geri bir ileri bir geri. Bir süre sonra gözlerim kapanıyor ve ben bilinç altımda bir yolculuğa çıkıyorum. Ve Sanırım bu yolculuklar ruhumun ilacı. Bazen bir kuşun bedeninde bazen bir at sırtında yemyeşil ormanlarla kaplı dağlarda bazen de bir uçağın pilot koltuğunda buluyorum kendimi. Ama çoğu zamanda bir deniz kıyısındayım. Kayalıklara çarpan dalgaların sesini dinliyor denizi seyrediyorum. Bu yolculuklarımın bir sınırı yok... İyi ki de yok. Yoksa ormanın kıyısındaki bu eve hapsettiğim benimin içindeki ruhum çıldırırdı.    9 ŞUBAT   Uzun zaman sonra ilk defa dün gece rahat bir uyku uyuyabildim. Önceleri yatağıma girmeden kalem ve parşömen kağıtlarımı yanıma alırdım. Olur da uyumadan önce tavan sinemam da bir şeyler oynatırsam ilhamım kaçmadan parşömen sayfalarına bir şeyler dökerim, derdim bu sebepten kendimi çok zorlardım ve birbiriyle alakasız onlarca düşünce beynimde cirit atmaya başlar hem beni uykumdan ederdi hem de hiçbir şey yazamazdım. Dün gece yanıma hiçbir şey almadan tüm çıplaklığımla girdim yatağıma. Şafak sökmeden uyandım ama olsun rahat bir uykunun ardından erken uyanmak koymadı. Şimdi kahvemi hazırlayıp gün doğumunu izleyeceğim. Gün doğumu ve kahve... Yaklaşık 20 dakika süren gün doğumuna büyük bir fincan kahve ile eşlik edip güneş tam ufuk çizgisinden ayrılırken bende kahvemin son yudumu içtim. İkisi bir başladı bir bitmeliydi. Karşılıklı olan her şey sürer misali...
Free reading for new users
Scan code to download app
Facebookexpand_more
  • author-avatar
    Writer
  • chap_listContents
  • likeADD