tutunmak 2

1899 Words
Öptüm, iyice görebilmek için uzaklaştırıp baktım yeniden öptüm. Tekrar tekrar öptüm. Baş ucumda duran kaptan ve yardımcısı çıt çıkarmadan beni seyrediyorlardı. Başımı onlara çevirip -teşe -hşşş, önemi yok evlat, diyerek beni susturdu o hırıltılı ama bu defa yorgun olduğunu hissettiğim sesiyle. Kaptanın sesindeki yorgunluğu bedeninden değildi. Bazen gördüğü küçük bir şey bile yorardı insanı. Benim vaziyetimde kaptanı yormuştu, ya da hayatında onu yoran şeyleri ona istemsizce hatırlatmıştım. Ölmek için girdiğim suda yaşam mücadelesi vermek için çırpınıp dururken öldürmek istediğim kendim değilmişim, düşüncelerimmiş... Düşünce demişken, düşünce denen şey öyle bir şey ki var ama yok gibi yok ama var gibi. Beyninin içerisinde hissedibiliyor ama dokunamıyor erişemiyorsun. Düşüncelerin eğer hüzünlü şeylerse baş ağrısı gibi olumsuzluklara sebep olur. Bazen de başını çatlatacakmışçasına ağrıtır ama yok eğer düşüncelerin güzel şeylerse o zaman var olan ağrılarını dahi unutturur, bitkinsen seni canlandırır, iştahsızsan iştahını açar ve ve bir de keyif sigarası yaktırır. Hatta o an kendi kendine ''dünyanın en mutlu insanı benim'' dersin.     Başımı çevirip ıslak gözlerle kamaranın camından gökyüzünü seyre daldım. Eylül yağmurunun tüm hırçınlığıyla dövdüğü camın ardından yıldızlar karanlığa inat hala tüm benlikleriyle parıldıyorlardı. İşte o yıldızlar bana o gece umut olmuş ve bir ders vermişti, ne yaşarsan yaşa karanlıklara aldırmadan kendin ol ve yoluna devam et…   23 Ocak   Soğuk ve karanlık bir geceden yazıyorum bunları. 90 metre kare olan tek başıma yaşadığım tamamı yıllara meydan okuyan ve çoğunluğu da ahşaptan oyma yapılan eşyalarımın olduğu çatı katına sahip küçük bir evim var. 9 yıl önce buraya taşınırken yenilerini almak istemedim. Eski eşyaları daha çok severim çünkü onlar cansız ama yıllara direnen azimli objelerdir. Salonumun penceresi ormanlık bir alana bakıyor. Penrecen başımı çıkartıp baktığım zaman kendimi Toroslar da hatta alpler de hissederim. Bir de, önünde yeri hiç değişmeyen sallanan sandalyemin olduğu bir şöminem var. Bazı geceler ateşin karşısında sallanırken üzerinde uyuya kalırım. Bir yandan ormandan topladığım bitkilerle demlediğim çayım bir yandan şöminemde kıvılcımlar saçarak çatırdaya çatırda ya yanan odunların salonumun karanlık ortamını delerek loşluğa bürüyen alevleri ve sallanan sandalyem...   Sonra penceremin sol tarafında tam şu köşede ahşap bir masa ve üzerinde de en az 60 ya da 70 yıllık olduğunu tahmin ettiğim 4 kollu bir şamdanlığım var. Bronzdan yapılmış ve gümüş süslemeleriyle yıllara meydan okuyor. Öyle pek güzel bir şey değil ama ben hem eski olmasını hem de bir şeyler karalarken karanlığımı aydınlatmasını seviyorum. Zaten bu evde olmazsa olmazlarımdan biri şömine karşısında oturup sigara tüttürmek bir diğeri de karanlığımı aydınlatan şamdanlığımın titreyen alevlerinin loşluğunda bir şeyler yazmak. Tıpkı şu an yazdığım gibi...   Canım kadar seviyorum burayı. Gerçi canımı pek sevdiğim söylenemez ama olsun. Bazen elimdeki kalemi bırakıp gözlerimi alevlere dikerek içimden geçenleri yazmak yerine seyrine dalıp gittiğim alevlere haykırıyorum. Belki o an fikrimden, kaleme aldıklarımdan daha güzel şeyler geçiyordur ama olsun, bunlarda bana, kendime özel olsun. Şu karşıdaki tablo, kapının yanında asılı duran, evin ilk sahibinden kalmış oda bir 40 yıllık vardır herhalde. Umudu ve mutluluğu simgeleyen bir tasarımı var. Karanlıktan aydınlığa doğru koşan mutlu bir insan figürü falan işte. 9 yıl oldu bu eve taşınalı ama hala bu tablonun tam olarak neyi simgelediğini tam olarak anlayabilmiş değilim.   Gece gündüz demeden bol bol mesai yaptığım bir işim var. Gece gündüz demeden, derken abartmıyorum 7/24 dersem yeridir bence. Bazı zamanlar çok yoruluyor ve sıkılıyorum hatta lanetler yağdırıp bırakmayı da düşünüyorum ve sonra bir şey oluyor, şömine ateşinde kararan demliğimde bir çay demliyorum ardından bir sigara yakıyorum ve olsun diyorum. İsteğini sorgusuz yapacak kadar sana bağlı olan kalem ve ak süt kadar beyaz parşömen kağıtlarından başka neyin var.? Diyorum ve geçiyor. Ya da geçtiğini hissediyorum...                 29 Ocak   Yaşlısından gencine fakirinden zenginine hemen hemen her kesme hitap eden bir çay ocağı var. Hafiften bir kafe havası veriyor. Biraz modernliğe kaçar gibi gelmeye başladı ve açıkçası eskisi gibi sevemiyorum burayı. Soğudum. Biraz daha modernliğe kaçarsa sanırım burayı da terk edeceğim. Bana, teknolojinin yıpratmadığı insanların, bir birleriyle daha samimi olduğu modernlikten uzak prizlere yakın değil de bir birlerine yakın oturmayı tercih ettikleri mekanlar lazım. Böyle mekanlarda vakit geçiren insanların masasına, bir birinizi tanımıyor olsanızda selam vererek direkt oturabilirsiniz. Çünkü onlar gönül adamı, muhabbet adamlarıdır. Sizi samimiyetle karşılayacaklarına şüpheniz olmasın. Bu insanların muhabbet kapıları her daim ardına kadar açıktır. Ve nasıl olduğunu bilmeden kendinizi hatırı 40 yıl olarak hesaplanmış kahvelerinizi yudumlarken bulacaksınız. Sonra, henüz hatırı hesaplanamamış iki çay isteyeceksiniz ve yabancı olarak oturduğunuz o masadan samimi muhabbetler etmiş bir halde unutulmayacak bir anı bırakarak kalkacaksınız. Belki de muhabbeti daim olan iki dost olacaksınız. Kim bilir... Böyle mekanlarda dokunmaya kıyamayacağınız antika eşyalar vardır. Kum saatinden tutun tuşları çevirmeli telefonlara, o telefonlardan tutun ömrü 100-150 yıllık olan makaslara ütülere ve bunlardan tutun radyolara Osmanlıdan kalma armalara, hançerlere kadar aklınıza gelebilecek bir çok şey bulabilirsiniz. Oturduğunuz masalar ve sandalyeler ahşaptır. Servis edilen yemeğinizin kapları kilden yapılma çanaklardır. Modernliğe kaçmasına rağmen hala beni kendisine çeken yanları da bunlardır. Pala dayının bu mekanının en güzel ve beni en çok cezbeden yanıda sera tarzında kapalı bir arka bahçesinin olması. Büyük saksılara dikilmiş onlarca çeşit ağaç, çiçek ve bitki türleri var. her geldiğimde muhakkak buraya uğrar bir elimde bez bir elimde su dolu sprey şişesi kemerime astığım budama makası eşliğinde keyfimce bakımlarını yaparım. Önce yaprakları biraz ıslatırım ve bir bebeğe dokunma hassasiyetinde o yaprakları incitmeden siler, kuruyan ağaç dallarını da makasla budarım. Ben bunlarla uğraşırken başımda cıvıl cıvıl ötüşerek uçuşan rengarenk muhabbet ve hint bülbülü kuşları da ötüşerek yaptığım işe kendi dillerinde ritimler katarlar. Öyle alışıla geldiğimiz gibi, kafeslere konup özgürlükleri ellerinden alınmayıp rahatça girip çıkabilecekleri ahşaptan evleri var. en çok da bunu seviyorum işte. Özgürlük demişken, biz insanlar sadece hayvanların özgürlüklerini ellerinden almakla yetinmedik. Biz, kendi özgürlüğümüzü de ellerimizin arasından çekip aldık. Misal; bir kız ve bir erkek tanışır ya da ikisinden biri diğerini görüp hoşlanır ve bu hoşlantı neticesinde hisler aşık olmaya kadar gider. İki taraftan birinin girişimleriyle arayı bulurlar ya da ikisi de en başından beri birbirlerine aynı duyguları beslerler ve flört etmeye başlarlar. Aradan aylar, hatta yıllar geçer. Herşey yolunda gibi görünür fakat iki taraftan biri ayrılmak istediğini söyler ve karşısında kine; -ben artık bu ilişkiyi sürdüremiyorum, der. Beklemediği bu sözle karşılaşan kişi şaşkına uğrar yıllardır anını paylaştığı kişi artık kendisiyle birlikte yapamayacağını ve onsuz bir hayatı tercih etmek istediğini söylemiştir. Şaşkına dönen taraf sebebini merak eder ve aldığı cevapların bahaneden öte şeyler olmadığını anlar. Artık yapacak birşeyi kalmamıştır ve sevdiğinin yüzüne ''gitme dememle kalsan ne olur ? Kalbin yola çıkmış birkere...'' der, ve sessizliğe gömülür. Sevilen ardında bırakıtığı enkaza aldırmadan tüm yaşanmışlıklarını bir kenara ister ve gider. -sonra ne mi olur. ? Giden unutur, kalan çıra gibi yanar. Terk edilmenin acısıyla uykusuz geceleri başlar. Sabahlara kadar gideni düşünür çünkü alışmıştır uyumadan önce en son onun sesini duymaya ve konuşurken onu mutlu edecek cümleler kurmaya. Bazı geceler yatağından doğrularak oturup dizlerini karnına çekerek kollarıyla dolar ve alnını dizlerine dayar. Zifiri karanlık odasında sessiz sessiz gözyaşları döker. İçinde kıyametler kopar, hatta canı çıkar ama sesi çıkmaz. Günler sonra iştahını da yitirir. Yüzü dahi solar. En acısı da mutluluğu gider ya da gittiğini zanneder. Çünkü onu hayatının merkezine koyduğundan diğer hiç bir şeyin onu mutlu edeceğine inanmaz. O mutluluğunun anahtarını gidenin ellerine vermiştir. Söz der ki; -insan sonsuz bir sevebilme kabiliyetine sahiptir. Bu sonsuz sevgiyi fani olana verirsen ziyan etmiş olursun. Bu sevigiyi ancak ve ancak varlığı ezeli ve ebedi olan Allah'a vermek lazım gelir. Hz. Mevlana der ki; Ey can; hiç kimseye hak ettiğinden fazla değer verme. Ya onu kaybedersin ya da kendini mahvedersin. Bir kitapta şöyle yazıyordu ''fazla fedakarlık kişinin kendi kul hakkına girmesidir.'' işte sevgide fedakarlık yapanın sonu...  3 Şubat   Gecenin ilk saatlerinden beri uyanığım. Sebepsiz bir sıkıntı var içimde ya da sebepsiz olduğunu zannettiğim. Anlamlandıramadığım bu sıkıntımı bir nebze de olsa giderebilmek için bir şeyler yazmak niyetiyle oturdum masama. Kendimi çok zorladım ama yok olmuyor. İlhamım günlerdir yok tatile çıkmış olmalı. Birkaç gecedir 1 sayfa dahi yazamadım. Başım önümdeki kağıda eğik halde bakmaktan boynum tutulmuş. Bir ara elimdeki kalemi bırakıp boynumu rahatlatmak için biraz ovdum ve geriye doğru esnedim. Gözlerim, ormanlık alanı gören pencereden dışarı takıldı. Buraya oturmadan önce dolunayın ve yıldızların görüldüğü açık bir gökyüzü vardı. Şimdi ise lapa lapa kar yağıyordu. Oturduğum sandalyemden kalkıp pencerenin yanına vardım ve başımı cama yasladım. Birbirine zarar vermeden sessiz sessiz kimileri dallara, ağaçlara kimileri de yere konan o bembeyaz kar tanelerinin gökyüzünden düşerken sergiledikleri zarif danslarını seyre koyuldum. Sonra şöminenin közünden bir sigara yaktım. Derin derin nefesler çekip dumanını savurdum havaya. Şuan aklımdan neler geçiyor ah bir bilseniz... Şu an izlerken seyrine doyamadığım şu kar taneleri var ya bir birlerine çoook bağlıdırlar. Gökyüzü yolculukları boyunca hiç kavga etmezler ve sessiz sessiz büyük bir sükutla yeryüzüne olan yolculuklarını sürdürürler. Ama sonunda ayrılık denen illet onlara da vurur. İzlediğim andan itibaren buna tekrar tekrar şahit oldum. Kimisi konduğu bir ağacın dalında kimisi düştüğü yeryüzünde ve kimisi de düştüğü bir insanın avuçlarında bir süre sonra eriyip gidiyor. Tüm bunlar beynimde cereyan ederken sigaramdan derin bir nefes daha çektim. Birden birden Annem düştü aklıma...   Bizde tıpkı kar taneleri gibiydik. Kar tanelerinin gökyüzü yolculukları vardı bizim ise hayat. Kar taneleri gökyüzü yolculuklarına neler sığdırırlardı bilemem ama biz hayat yolculuğumuza çok şey sığdırdık. Bir hastane sabahıydı. Alışmıştık artık hastane günlerine ve anılarına. Çünkü son 15 yıldır ikinci evimiz olmuştu. Kış mevsimiydi, tam hatırlamıyorum ama ocak ayı olması lazım. Sabah hazırlıklarımızı yaptıktan sonra yola çıktık.   Arabaya biner binmez Annem; -Mert, oğlum, diye söz başladı ama ben ne diyeceğini çok iyi biliyordum. -biliyorum anne hava yağışlı, kardan dolayı yerler görünmüyor yavaş gideceğim ve sana da 2 tane tereyağlı simit alacağım. Annem simiti çok severdi, diyaliz günlerindeki kahvaltısı sadece buydu. Ben bunları söyleyince seyrine doyamadığım yüzünde bahar çiçekleri gibi tebessümler saçılırdı. Çünkü bunlar her diyaliz sabahı Annemle aramızda geçen konuşmalardı. Onu biraz olsun neşelendirebilmek için; -kaptan pilotun, refakatçin ve seni senden çok seven oğlun Mert ile diyaliz yolculuğu başlıyor, der ve yola koyulurduk. Bu sözlerimi duyan Annem kendisine yakın olan elimi tutup hayır duaları ederek sevgisini belli ederdi. arabamızın 10-15 cm kalınlıkta ki kar tabakasının üzerinde dönen  lastiğinden çıkan sesler yolculuğumuza ayrı bir keyif katardı. Yaklaşık 45 dk süren hastane yolculuğumuzu, Annem kar kaplı dağları ve ovaları izlemeyi sevdiğinden sağ şeritten yavaş yavaş ilerleyerek sürdürüyorduk. Mevsimin karıyla örtülü dağların eteğinden ilerlerken kirkor dağının eteklerinde kara dumanını havaya, raylarını örten karları ise sağa ve sola savurarak ilerleyen van gölü ekspresinin eşliğinde ilerliyorduk. Annem bir yandan manzarayı seyrediyor bir yandan da simit'inden ufak parçalar kopararak yiyordu. Arada bir de simitinden düşüp kese kağıdının dibine biriken susamlara parmağını basıp parmağına yapışanları büyük bir keyifle ağzına atardı. Onun manzarası kar kaplı dağlar ve kara dumanı tüten Van gölü ekspresiyken benim manzaram ise bambaşkaydı. İnanın benim için şu an dünyanın en güzel manzarasına bakıyordum. Evet, Anne manzarası... Lapa lapa yağarak beni geçmişe sürükleyen karın durup havanın aydınlanarak doğan kış güneşinin gözlerimi kamaştırmasıyla kendime gelebildim. Gözlerimi ardı ardına birkaç defa kırpınca yandıklarını hissettim. Meğer ben geçmiş deryasında süzülürken göz pınarlarımdan yaşlar dökülmüşte fark edememişim. İnsan ağladığını fark etmez mi.? Edememişim işte... Şamdanlığımda ki mumlar eriyerek bitmiş, şöminemin ateşi de sönmeye yüz tutmuşken dışarıdan kaptığım kucak dolusu odun parçalarını cılız alevlerin arasına attım. Şu an evimin havası iyi dışarıda da güneş var ama olsun, evim sıcacık kalsın. Annem soğuk havayı hiç sevmezdi ve o hala bilinçaltım da yaşıyor. Bilinçaltımda da olsa üşümesine asla Müsaade etmem. Omuzlarıma ince bir örtü atıp oturdum şömine karşısındaki sallanana sandalye me. Bazen elimde ki kalemi bırakıp gözlerimi alevlere dikerek aklımdan geçenleri yazmak yerine seyrine dalıp gittiğim alevlere sessiz sessiz haykırıyorum. Gözlerimde alevlerin parlaklığı beliriyor ve ben sandalyemde usulca sallanıp yüreğimi kasıp kavuran acıları sessiz sessiz alevlere haykırıyorum. Sonra kendimin bile zar zor duyduğum kurumuş boğazımdan çıkan hırıltılı sesimle bir cümle çıkıyor dudaklarımın arasından.
Free reading for new users
Scan code to download app
Facebookexpand_more
  • author-avatar
    Writer
  • chap_listContents
  • likeADD