Bölüm Üç

2045 Words
Bölüm üç, Yaşadıklarımı yazmak sandığım kadar kolay olmayacak gibi görünüyor. “Hadi ama peri yazarım, daha üçüncü bölümdeyiz; ne kadar erken söylenmeye başladın!” dediğini duyar gibiyim sevgili okurum. Haklı sayılırsın fakat beni de anla. Anlatmaya nereden devam etmeliyim karar veremiyorum. Zaten her şeyi çok net hatırlayamıyorum. Ecrin gibi ajandayla günlerini, haftalarını, aylarını hatta yıllarını planlayan düzenli bir tip olsaydım işim kolay olabilirdi. Ve yahut günlük tutuyor olsaydım çok daha rahat bir şekilde yazardım. Ne yazık ki takvimlerden hoşlanmam. Tarihlerin sevinçlerimizi, hatalarımızı ve umutlarımızı hapsettiğini düşünürüm. Hayatımızın en kötü günü dediğimiz bir günün, hayatımızın en güzel anına sebep olabileceği ihtimaline kör kesilmemize sebep olurlar. Tamam, tamam… Fırsatını bulmuşken edebiyat yapayım dedim; gerçek şu ki günlük tutamayacak kadar üşengeç, ajanda tutamayacak kadar düzensiz ve tembelim. Yarınımız Yokmuş Gibi’yi sattığım günün hayatımın en kötü günlerinden biri olduğunu kabul ediyorum fakat o kötü günler gebe bir kadının bebeğini öğrenmeden önce çektiği mide bulantısı gibiydi. Sonunda bir mucizeye şahit olacağımdan bi’ haberken aniden gelen duygu patlamasıyla yorganımın altında ağladığım gecenin sabahında kendimi gülümsemek için zorlamış, ev arkadaşım Asu’nun benim için ayarladığı yarı zamanlı işi kendim için eğlenceli hale getirmeye uğraşmıştım. Öğle molasında aldığım telefonun hayatımı bu denli değiştireceğini nereden bilebilirdim ki? Hayatımda nelerin nasıl değiştiğini henüz bilmiyorsun ama öğreneceksin. Öyleyse laf kalabalığını bırakıp o telefon görüşmesine geri dönelim.  “Alo?” diyerek bilmediğim numaranın çağrısını cevaplamıştım. “İyi günler…” demişti tok bir erkek sesi. “Perihan Güneş ile mi görüşüyorum?” “Evet?” “Merhaba Perihan Hanım. Ben, Akay Yazılım’dan Emir Ertem. CEO’muz Faruk Akay’ın kişisel asistanıyım. Nasılsınız?” Kaşlarımı kaldırarak, “İyiyim, teşekkür ederim.” derken durumu yadırgadığımı sesimle belli etmiştim. Bir yazılım firması beni neden arasındı ki? “Efendim size Pelin Pelvin aracılığıyla ulaşıyoruz…” Yutkunmuştum. Telefonu kulağımdan uzaklaştırırken ağlamaklı bir tonda, “Sıçtı Peri, bez getirin.” diye mırıldanmıştım. Sanki bir yazılım şirketinden değil de hukuk barosundan aranmışım gibi mahkemede yapacağım savunmayı düşünmeye başlamıştım bile. Her ne kadar yaptıklarımdan pişmanlık duymasam da korkudan elimin ayağımın boşaldığını da inkâr edemem.  “Perihan Hanım, beni duyabiliyor musunuz?” “Ah, şimdi duyuyorum. Kusura bakmayın anlayamadım, tekrar edebilir misiniz?” “Elbette, Akay Yazılım olarak size bir iş teklifimiz olduğundan bahsediyordum.” “Emir Bey’di, değil mi?” “Evet, Perihan Hanım.” “Emir Bey, ben atama bekleyen bir edebiyat öğretmeniyim. Yazılım şirketi bana nasıl bir iş teklif edebilir ki?”  “Edebiyatla ilgilenenlerin yer almak isteyebileceği bir platform üzerinde çalışıyoruz. Doğrusu Faruk Bey bu konuyu sizinle yüz yüze görüşmek istiyor. Müsaitseniz Cuma günü saat 14.30’da sizi şirketimizde ağırlamak isteriz.” Duraksamıştım. Karşı taraf cuma günü saat 14.30’da müsait olup olmadığımı düşündüğüm için duraksadığımı düşünüyor olabilirdi fakat ben şaşkındım ve bir tık korkuyordum. Yine de merakım bunların hepsinin üstündeydi. Gitmeli ve Pelin de dâhil her şeyi öğrenmeliydim. “Evet,” demiştim sakince. “Cuma günü müsaidim.” *** Stresten tırnaklarımı kemirip, telefon görüşmemi düşünerek geçirdiğim günün sonunda evimdeydim. Mutfak masasına oturmuş Ecrin’in yemek hazırlamasını seyrediyor, beş dakikada bir uyanması için Gökçe’ye sesleniyordum. Şu an oturduğumuz evi kiralamamız çok kolay olmuştu çünkü ev sahibimiz Ecrin’in düzenli maaşı olduğunu duyduğunda çok sevinmişti. Anahtarı teslim alana kadar biz de oldukça mutluyduk fakat ev sahibinin bizden önce iki öğrenciyle anlaşmış olduğunu henüz öğrenmemiştik. Öğrenciler kiramı aksatır diye düşünerek onlarla el sıkıştığını görmezden gelen ve kontratı bizimle imzalamayı planlayan sevimsiz ev sahibimiz sayesinde Gökçe ve Asu ile tanışmıştık. İkisi de hayatlarınızda görebileceğiniz en cevval kadınlar olabilir. Ev sahibinin oyunbazlığına boyun eğmeyip sözünü tutmazsa olacaklar hakkında tehditler savurdukları sırada onları seyretmek çok keyifliydi. Sorun şuydu ki, Gökçe sinirden ne yaptığını bilemez hale gelmiş ve evi tutmak istediğimiz için bize de bağırmaya başlamıştı. Ben de sinirlenmiş ve bu evden ancak cesedimin çıkacağını söylemiştim. “O halde on dakikaya bu evden çıkmış olacaksın!” diye bağırıp bıçak bulmak için mutfağa koşmasını kesinlikle beklemiyordum! O an yapacağımız en mantıklı şeyin birbirimizden uzaklaşmak olduğuna karar vermiş, iki gün sonra ev sahibimiz olmadan buluşmuştuk. Ecrin’in birlikte yaşama önerisi başlangıçta hiçbirimizin hoşuna gitmemişti. Birbirimizden o kadar farklıydık ki aynı evde barınmamız imkânsız gibiydi fakat Gökçe ile Asu ev sahibinin kontratı her şekilde bizimle imzalayacağını biliyorlardı ve bu öneriyi onlar mağdur olmasın diye ortaya attığımızın farkındaydılar. İstanbul gibi bir metropolde daha ucuz ev bulma şansları da yoktu, ayrıca masrafların ikiye değil de dörde bölünecek olması onlar için bir başka avantajdı. O günden beri –dört yıldır- birlikte yaşıyorduk. “Gökçe uyan artık!” diye bağırdığım esnada kapının açılma sesini duydum. Ailesi sınıf öğretmenliği okuduğunu zannediyorken açık öğretimden işletme okuyan Gökçe gündüzleri uyuyor, geceleri kendi halinde takılıyordu. Aşırı titiz olduğu için kimsenin yaptığı temizliğe güvenmiyordu. Tek başına bütün evin temizliğini yapmayı ve bulaşıkları yıkamayı istemiş, karşılığında 2+1 evimizdeki bir odanın tamamen kendisine verilmesinin yeterli olacağını söylemişti. Canımıza minnetti. Sonunda mutfağın kapısında belirmiş, sallana sallana karşımdaki sandalyeye oturmuştu. Kızıla boyattığı saçlarını dağınık bir topuz yapmıştı, kahve gözleri uyumaktan şişmişti ama yine de nefes kesici güzelliğinden hiçbir şey eksilmemişti. İşaret parmağını bana doğrultup pürüzlü bir sesle, “Kıyafetlerini yere atmaktan vazgeç artık, yatağının altından çamaşırlarını süpürüyorum.” dediğinde göz devirdim. “Abartıyorsun, sadece birkaç çorap vardı.” “Birkaç çorap mı?” dedi hayretle. “Kayıp kot ceketin dolabında şekerim, dünkü temizlikte yatağının altından çıkardım.” “Yalan söyleme, yatağımın altında o ceketin girebileceği bir boşluk yok.” Cümleme noktayı koyduğum an bahsettiğim ceketin bir haftadır kayıp olduğu aklıma geldi ve heyecanla, “Ceketimi buldun mu?” diye sordum. Bu kız asla uslanmayacak, der gibi nefesini üfledikten sonra, “Eşyalarını yatağına yığmak yerine dolabını kullansaydın ceketinin asılı olduğunu görürdün.” dedi. “Meşgul bir insanım, vaktim yok.” “Boş gezenin boş kalfasısın.” Küçük kardeşini annesine şikâyet eden bir çocuk gibi, “Ecrin…” diye bağırdım. “Gökçe bana küfretti!” “Etmedim!” “Etti!” Ecrin elindeki kepçeyi tezgâha vurduğunda çıkan ses yüzümü buruşturmama sebep olmuştu. Çocuk gibi saçmalamayı kesip sofrayı kurmamızı söylemiş, çenemizi bir an önce kapatmazsak yapacakları hakkında uyarı çekmişti. Onu dinlememiştik. Gökçe oturduğu yerden benim bir çocuk olduğumdan ve çocuklardan nefret ettiğinden bahsetmeye başladığında sesini kesmezse iğrenç topuklu ev terliğinin önündeki iğrenç pembe tüyleri keseceğimi söylemiştim. Bu tutumum kavgamızı daha da alevlendirdiğinde Ecrin ikimizden de bıktığını söyleyerek pişirdiği yemekten bir tabak alıp mutfaktan ayrılmıştı. Sevgili okurum, ben yemek sofrasında bir kişi dahi eksik olsa yemek yiyemezdim. Aile benim için sahiden önemli bir kavramdı ve akşam yemekleri aile ile yenmeliydi. Bu yüzden Ecrin’i mutfak masasına döndürmek için uzun uğraşlar vermiştim. Sonunda üçümüzde masadaki yerimizi almış, dördüncümüzün gelmesini bekliyorduk. Çok geçmeden anahtarla kapının açılma sesini duymuş, ardından mutfağın girişinde onu görmüştük. Asu bütün dişlerini göstererek, “Ben geldim!” dediğinde Gökçe ruhsuzca, “Görüyoruz.” derken ben, “Hoş geldin!” karşılığını vermiştim. Asu psikoloji son sınıf öğrencisiydi. En küçüğümüz ve en neşelimizdi. Yemyeşil gözleri, tombul pembe yanakları ve sürekli gülümseyen yüzü insanın içini ısıtıyordu. Elindeki ekmek poşetini masaya bırakıp siyah şişme montunu çıkardı. Kısa, kıvırcık saçlarının kâküllerini eliyle düzelttikten sonra oturmuş ve boynundaki kolyeye dokunarak, “Bakın his kolyeme!” demişti Ecrin, arkadaşımızın boynundaki kolyeye uzanıp dokunmaya yeltendiğinde Asu kendini geriye çekip, “Sakın dokunma!” diye bağırmıştı. Ecrinle birlikte ben de ani bir refleksle kendimi geriye atmış ve ellerimi havaya kaldırmıştım. Bu telaşımızla abartılı tepki verdiğini fark eden Asu, “Benim hislerime göre taş renk değiştirdiği için başkasının dokunmaması gerekiyor.” açıklamasını yaptı. “Eminim satın aldığın yerde bu taşa hiç dokunmamışlardır, büyülü sözcükleri söylemiş ve kolyeleri uçurarak standa koymuşlardır. Kolyeye dokunmaya çalışan müşterilere de elektrik veriyorlardır.” Gökçe’ye gülümseyerek, “Takmadan önce kolyeyi nötrledim.” cevabını verdi. “Nötrlemek nasıl oluyormuş?” sorusu Ecrin’den geldi. “Bir gün toprağa gömüyorum, üç gün yastığımın altında bekletiyorum. Sonra kolyeden beklentilerimi söyleyip boynuma takıyor ve yanımdan ayırmıyorum.”          Asu cümlesini tamamladığı an Ecrin, dalga geçmek için hazırlanan Gökçe’ye dönmüş ve işaret parmağını sallayarak konuşmaya başlamıştı. “Tek bir kelime edip kızın hevesini kırarsan seni pencereden atarım.” “Birinci kattayız?” “Seni Peri ile birlikte odana kilitlerim.” Gökçe bu tehditten gerçekten tırsmış olacaktı ki eliyle ağzına bir fermuar çekip sandalyede geriye yaslanmıştı. Göz devirip yemek boyunca kıymetimin bilinmediğiyle ilgili konuşmuştum. Yemekten sonra hepimiz kendi alanlarımıza çekilmiştik. Gökçe odada tek kaldığı için Asu salonda uyuyordu, bense Ecrinle aynı odayı paylaşıyordum. Ecrin’in yatağına oturup gözlerine boş boş baktığımda bir derdim olduğunu anlamış ve “Konuş.” demişti.   Yarınımız Yokmuş Gibi’yi Pelin Pelvin’e satmamdan başlayıp tartışmamıza kadar geçen süreci anlatmış, bugünkü telefon görüşmesiyle muhabbeti sonlandırmıştım. “Numaranı Pelin’den mi almışlar?” diye sordu o da hayretle. “Evet! Ayrıca yazılım şirketi ve ben ne alaka? Hatta yazılım şirketi ve Pelin ne alaka?” “Son zamanlarda e-kitap uygulamaları revaçta, insanlar hikâyelerini yayınlayıp okurlarla birebir iletişime geçebiliyor. Bizim şirkete de bu hikâyelerin çevirmenliğinin yapılması için teklif gelmişti.” “Tamam, Pelin ile alakasını bulduk da ben ne alaka?” diyerek sorumu revize etmiştim. “Sen mi ne alaka?” dedi yüzünü buruşturarak. “Yazar olan sensin aptal, asıl Pelin bu konuda alakasız bir detay.” “Öyle olabilir ama bunu bilen üç kişi var değil mi? Sen, ben ve Pelin.” “Senin bildiğin üç kişi var, Pelin’in birilerine söylemediğini nereden biliyorsun?” Kinaye dolu bir kahkaha attım. “O megaloman bir kişiden bile eksik övgü almaya dayanabilir mi sence? Herkes onun yazdığını sanacak, herkes onu övecek, herkes onun hayranı olacak.” “Haklısın…” diye mırıldandıktan sonra dişlerinin arasından, “Benim aklıma bir şey geliyor ama…” diye tısladı. Kaşlarımı kaldırarak konuşmasını bekledim. Derin bir nefes alıp yumruğunu sıkarken, “Bak düşünürken bile sinirlendim.” demişti. Sabırsızca hayıflandım: “Söyleyecek misin artık?” “O şeytan…” diye başladı söze. “Yarınımız Yokmuş Gibi’yi okuyup dediği gibi kontrolünü yapmadığın için sinirden köpürmüştür. Belki de seni insanlara asistanı olarak tanıttı. Belki de aslında bu teklif Pelin’e gitti ama o aklınca seni küçük görmek için bu konuyu asistanımla konuşun deyip numaranı verdi.” Omuzlarımı düşürmüştüm. Söylediği şey çok mantıklı olmakla birlikte gurur kırıcıydı. İpleri kibirli bir kadının parmaklarında olan kukla gibiydim ve en kötüsü ipleri o kibirli parmaklara ben dolamıştım. Beni kendi malıymış gibi kullanmasına elbette izin vermeyecektim fakat bu oyunda güçlü olan oydu. Aslında, “O kitapları ben yazdım!” dediğim an benden güçlüsü olmazdı ama Pelin Pelvin bu eylemin sonuçlarını göze alamayacağımı biliyor, hatta ve hatta elimin kolumun bağlı olmasından güç alıyordu. “Büyük ihtimalle dediğin gibi oldu…” diye mırıldandım. Moralimin düştüğünü gördüğü için omzuma dokunarak, “Merak etme, sen ona ağzının payını verirsin. Böyle kibirli tipler her zaman çok korkak olurlar, iki hırla nasıl kaçacak görürsün.” tavsiyelerini sıralamıştı. “Yani Cuma günü git diyorsun?” “Tabii ki gideceksin, hatta istersen ben de geleyim ve siz kavga ederken her şeyi videoya alayım. Açar açar izleriz.” Kıkırdadım ve tereddüt etmeden, “Olur.” dedim. İleri atılıp kollarını boynuma doladıktan sonra, “Sen var ya ileride kesin çok iyi yazar olacaksın. Sefillik çekmenden belli... Bestseller’im benim.” dedi ve cümlesi bittiği an kendini geri çekip, “Şimdi kalk yatağımdan.” sözcükleriyle konuyu kapattı. “Aman, al senin olsun yatağın…” diyerek ayağa kalktım ve tam karşısındaki kendi yatağımda oturabilmek için yer açmaya çalıştım. Elime geçen her şeyi yatağımın üzerine attığım için kendime yer bulmam zor oluyordu ama çok da dağınık sayılmazdım. Oturduktan sonra cuma günü gideceğim görüşmede ne giyeceğimi düşünerek geçirdiğim birkaç dakika kapının tıklanması ile sona erdi. Kapıyı aralayıp kafasını uzatan Asu, “Kızlar bir şey soracağım.” dedi. Ecrin gelmesini ve oturmasını işaret eder gibi yatağın ucuna vurdu. Asu ise oturmak yerine kapıda dikilmeye devam etti ve cebinden çıkardığı ilaç kutusunu gösterdi. “Kansızlık için yazmıştı doktor bu hapı ama nasıl kullanacağımı söylemedi, eczacı da yazmamış. Nasıl kullanacağım bunu?” Asu bu soruyu sorduğu sırada kapının önünden geçen Gökçe muhabbeti duymuş olacak ki yanımıza geldi. “Bakayım…” diyerek Asu’dan kutuyu aldı ve elinde döndürerek inceledi. “Bak şimdi…” dedi büyük bir ciddiyetle. “Bu hapı üç gün yastığının altında bekletiyorsun…” Dalga geçtiğini anladığım an kelimenin tam anlamıyla püskürterek gülmeye başlamıştım. Asu kendisiyle dalga geçen Gökçe’yi ıslah etmek için ona tütsü ile arındırma yaptığı bir ritüel düzenleyeceğinden bahsediyorken Ecrin yavaşça yatağından kalkmış ve bir kedi gibi sessizce kapıya ilerlemişti. Asu’yu da alarak dışarı çıkması, kapıyı kapatmaya çalışırken içeride kalan Gökçe ile adeta savaşmaları ve galibiyeti elde eden Ecrin’in kapıyı kilitlemesini izlemek bi' hayli keyifliydi. Ecrin dediğini yapmış, Asu ile dalga geçen Gökçe’yi benimle aynı odaya kilitlemişti. Gökçe ilk önce yatağında yalnızca kendisinin eksik olduğu yatağıma ardından ona sırıtarak bakan bana bakmıştı. Üzgünüm sevgili okurlarım, size Gökçe’nin o anki yüz ifadesini anlatmaya kelimelerim yetmiyor...
Free reading for new users
Scan code to download app
Facebookexpand_more
  • author-avatar
    Writer
  • chap_listContents
  • likeADD