Hayatta kendinizi ne halde, ne şekilde bulacağınızı elbette kesin bir şekilde bilemezsiniz. Fakat hayal etmek gibi uçsuz bucaksız bir yetimiz vardır. Ben kendimi geniş mutfağımızda, Metehan Kurtoğlu için kahve pişirirken bulacağımı hayal etmemiştim. Aklımın küçücük bir kısmına dahi buna benzer bir görüntü ilişmemişti. İnsan ne oldum dememeli, ne olacağım demeli tabii. Böyle ansızın avlanıp havada uçuşan kuş tüylerinden ibaret oluveririz Allah korusun.
Kahve makinesini kullanırken sürekli sıkıntı yaşadığım için cezvede pişirdiğim kahveyi taşırmamaya gayret ediyorum. Tüm bunlar olurken de Metehan’ın mutfağımızdaki yuvarlak masanın sandalyelerinden birine kurulduğunu biliyorum. Bir an için aklıma dokuz yaşındaki kızın kalbini onarmaya çalıştığı geliyor. Aslında hiç böyle bir durum yok. O günü hatırlamadığına da eminim. Ancak burada oturmuş, oyun gibi bir anı beraber paylaşmamıza müsaade ederken tam tersini düşünmek biraz zor geliyor. Tezgâhın üzerine koyduğum fincanlar oyuncak sanki. İki tane pembeli sarılı fincan ile fincan altlığı kullandığımı düşünüyorum. Gerçekte olduğu gibi beyaz ve şık bir görüntüye sahip değiller.
Kahve tam taşmak üzereyken ocağı kapatıyorum, cezveyi sapından kavrayıp fincanlara boşaltıyorum. Bir tanesi tamamen köpüksüz olurken, diğerinin yarım yamalak bir köpükle kaplandığını görüyorum ve suratımı buruşturmadan edemiyorum. Şansımıza küselim madem. Veyahut biz niye küselim? Bırakalım Metehan küssün.
Köpüksüz olanı kendime saklayarak onun önüne yarım yamalak köpüğü olan kahve fincanını bırakıyorum. Bakışları hemen yaptığım kahveye dokunduğu için kaşlarımı çatıyorum çünkü beğenmeme ihtimalinin beni rahatsız edeceğini iliklerime kadar hissediyorum, elimde değil.
Kendi fincanımı da alıp karşısına geçtiğimde, “Çikolata ister misin?” diye soruyorum. Annem kahveyle lokum ya da çikolata ikram etmeye bayılır. Elem kızlarının böyle adetleri olduğunun altını da keyifle çizer. Anneannem dedemle evlenmeden önce soyadı Elem’miş. Hâlâ ailede ara sıra Elem kızlarının lafı yapılır ve sık sık övülmekten kaçınamazlar. Zaten kaçınmak ya da kendilerini bu övülme hadisesinden kurtarmak gibi bir dertleri de yoktur. İşlerine gelir açıkçası. Alttan alta hoş bir tebessümle kendileri hakkında konuşulanları dinlerler ve arada tevazu göstermeyi denerler. Pek başaramazlar. En sonunda da dayanamayıp en çok onlar maziden, orada yaşadıkları enteresan olaylardan ve kabiliyetli yanlarından söz ederler.
Metehan kahvesinden bir yudum almadan önce, “Sağ ol,” diyor. “Almayacağım.”
İçtiği kahvenin hoşuna gittiğini ya da gitmediğini belli edecek bir mimik sergilemiyor. Bir süre sonra boğazından yudumun geçip gittiğine tanık oluyorum fakat oyalanmasının sebebi tadına varmak istemesi mi yoksa yutmakta zorlanması mı anlayamıyorum. “Sade demiştin.”
İki cümlelik açıklamam tüm bu manzaranın esas nedeniymiş gibi gösterdiğimde başını hafifçe sallıyor. “Öyle demiştim.”
“Şeker katmadım,” diyorum bu sefer tek kaşımı yukarı kavislendirerek.
“Orasını anladım.”
“Nesini sevmedin?” diye soruyorum kendimi tutamayarak.
Metehan’ın hiçbir şey demeden ikinci yudumu alması ama çok da içine sindirerek içmemesi tepemi attırıyor. “Kahveyi boş ver,” diyor o benim sorumu es geçmeyi seçerek. “Beni sorguya çekeceksin sanırım.”
Kendi kahvemden bir yudum aldığımda tükürmemek için ciddi bir mücadele veriyorum. Hem adama iğrenç bir kahve pişirmiş olmak hem de onun suratına kahve banyosu yaptırmak istemiyorum tabii ki. Zaten ikinci yudumu alması bile mucizeden sayılmalı bana göre. “Kötü bu,” diye itiraf ediyorum dayanamayıp. “Bırak, içme.”
“Hadi ya,” diye mırıldanıyor Metehan o sırada. “Hiç anlamamıştım ben.”
“Anladıysan içmezsin o zaman,” diyorum ben de suratımı daha çok asarak. “Zorla içirmiyorum sonuçta sana, değil mi?” Önünden kahve fincanını alıp kendiminkiyle beraber lavabonun içine bırakıyorum. Hızlı hızlı hareket etmekten bir an olsun vazgeçmeyerek buzdolabının kapağını açıyorum. İçecek olarak birkaç tane bira şişesi, soda, annemin hazırladığını bildiğim limonata ve soğuk çay var. “Hangisini içersin? Soğuk bira ya da soda verebilirim.”
“Özgü ablanın limonatasından mı var?” diye soruyor o bana diğer seçenekleri hiç söylememişim gibi.
“Gözleri de maşallah pek keskin,” diye mırıldanıyorum kendi kendime konuşarak. Buzdolabından çıkardığım sürahiyle beraber tezgâhın önüne geçiyorum tekrar. Çekmeden büyük bir bardak alıyorum ve soğuk limonatayı bardakta dudak payı bırakacak kadar dolduruyorum. Metehan’ın önüne koyup bardağı uzun parmaklarıyla kavramasını seyrediyorum. O büyük bir yudum alıyor limonatadan. Ben de hemen karşısına geçerek kollarımı önümde topluyorum. “Eee? Anlat hadi. Seni zehirlemek gibi bir niyetim olmadığını gördün artık. Oyalanmak için bahanen kalmadı.”
“Bundan tam olarak emin değilim ama neyse,” demesinin ardından bana cevap vermem için fırsat tanımamayı tercih ediyor. Kaşlarını yukarı kaldırarak konuşmayı sürdürüyor ve bu defa kelimelerin hakkını vererek yapıyor bu eylemi. “Neyi merak ediyorsun? Orada ne söylediğimi duydun zaten. Şerefsiz herif…” Kullandığı kelime beni rahatsız edebilirmiş gibi nefesini koyuveriyor ve yeniden devam ediyor. “Yani o gördüğün adam kulübü pavyona çevirmeye kalkıştı. Yanında üç dört tane kadınla beraber gelmiş, ortamı istediği şekle sokabileceğini zannediyor. Han böyle bir yer değil. Müşterilerimizi rahatsız edecek hareketlerin sergilenmesine izin vermeyiz.”
“İş ahlakından dolayı seni tebrik ediyorum,” derken başımı ağır ağır sallıyorum ve bu Metehan’ın devamında duyacağı şeyi merak edercesine gözlerinin kısılmasına yol açıyor. Çünkü bu kadarıyla kalmayacağımın farkında… Mutlaka onun damarına basacağım, mutlaka cevap almadan rahat yüzü görmeyeceğimi ve ona da göstermeyeceğimi açık edeceğim. “Ama nizamı sağlama biçimin biraz değişik geldi bana.” Abartıyla gözlerimi belerterek yaptığını kınar gibi fakat çok da göstermeyi istemiyormuşçasına işaret parmağımla burnumun ucuna dokunuyorum. “Adam kaldırmalar falan…”
“Kaldırmak mı?” diyor birdenbire gülerek. Onun dişlerini göstere göstere gülmesini beklemediğim için işaret parmağım hâlâ burnumun ucundayken donakalıyorum. Metehan ise limonatasından üst üste yudumlar alarak örtüyor gülüşünün üzerini. “Ne diyorsan o olsun Duru. Başka bir şey söylemeyeceğim.”
“İşler böyle mi yürüyor yani sizin orada? Sen dedikleri gibi bir adam mısın?”
Ağzımdan çıkan son cümleyi içimden söyleyecektim aslında. Ona direkt olarak bunu sormayı amaçlamamıştım. Lakin artık çok geç. Suratına baka baka söylemiştim söyleyeceğimi. Metehan’ın baş ve işaret parmağını kullanarak sakallarına karışan bıyıklarının üstünden geçtiğini, daha sonra da çenesindeki kahverengi tondaki sakallarını çekiştirdiğini fark ediyorum. “Ne dediklerini sana sormasam daha iyi olacak,” diyor en sonunda sesini duyurarak. “Limonata için teşekkürler. Özgü ablanın ellerine sağlık…”
Ayağa kalkacağını anlıyorum ve ondan önce fırlayıp çıplak ayaklarımla, gece elbisemle, dağıldığını tahmin ettiğim saçlarımla karşısına dikiliyorum. “Bir şey ima etmiyorum,” diyorum yokuş aşağı yuvarlanarak. “Ayrıca beni ilgilendirmediğini de biliyorum ama sana mekânın arkasındayken söylemiştim…”
“Evet,” diye lafa giriyor. “Dokuz yaşından beri bana gıcık oluyormuşsun.” Başını hafif biçimde sol omzuna doğru yatırdığını görüyorum. “Böyle bir şeydi değil mi?”
Onun suratına eski oyuncaklarımın hepsini bulup fırlatmak istiyorum. Bu dalga geçilecek bir şey değil bir kere. Anlaması şart. “Bence sen geç kalma,” diyerek elimle mutfak kapısını işaret ediyorum. “Adamı o kadar paketlettin. Seni bekler ağzından burnundan akan kanlarla beraber. Daha fazla işin heyecanını kaçırma.”
“Beklemek onu daha çok geriyordur,” derken gösterdiğim yere doğru atıyor adımlarını. “Dert etme sen. İstediğim kıvama gelecektir.”
Kek yapıyor sanki bana. İstediği kıvamı yakalamak için bir yumurta daha kırıp şekerle beraber çırpsın bari. Tavırlara bakın. Alkış tutayım da boşa gitmesin bunca artistlik hali.
“Mutlaka,” derken sinirle solumama ramak kalıyor. Ondan adamakıllı cevaplar alamadığım gibi bir de asfalyalarımı tamamen attırmaya yönelik davranışlarına maruz kalıyorum. Pekâlâ, bunun elbet bir geri dönüşü olacak. Hiçbir şeyin aynı kalmayacağına dair kalıbımı basabilirim.
Metehan eğilip ayakkabılarını giyinirken bacağımı sabırsızca titretiyorum. Bu gece uykuyu yorgan misali üstüme çekebilirsem, sabaha kadar dönüp durmazsam ne ala. Düşünmekten beynimin bir kalıp sabun gibi kafamın sınırlarından kayacağını hayal ediyorum. Köpüre köpüre her yanın bembeyaz bir hale bürünmesini sağlayacağını, aklımın hiçbir şekilde çalışamayacağını tahayyül ederken bacağımı daha hızlı titretiyorum. Metehan eğildiği yerden kalkmadan bacağıma göz ucuyla bakıyor, doğrulurken de beni şöyle bir süzüp geçiyor. Uzun uzun değil, gördüğü şeyin doğruluğunu kafasında oturtmak için atılan bir bakış bu. Ne oldu? Hiç mi içten içe kuduran ama bunu senin suratını yırtmadan yapmaya çalışan birini görmedin?
“Dikkat et,” diyor kapıyı açıp çıkmadan evvel.
Ona kaşlarımı imayla kaldırarak bakıyorum ve dudaklarıma alaycı bir tebessümün asılmasını özellikle sağlıyorum. “Asıl sen dikkat et,” diye mırıldanıyorum. “Bu temenniye benden daha çok ihtiyacın olacak gibi duruyor.”
Metehan bir şey söyleyecekmişçesine dudaklarını aralıyor, ağzından varla yok arası bir sesle tek hece döküldüğünde ise başını sağa sola sallayarak vazgeçiyor. Kuracağı cümleden nasıl caydığını kendi gözlerimle görüyorum. O bunun farkına olmasına rağmen umursamadan, “Kapıyı arkamdan kilitlersen iyi olur,” diyor kalın ve tok sesiyle. “Burası şehrin ortasında bir ev değil. Issız sayılır hatta.”
“Evde ilk kez yalnız kalmıyorum,” diye cevap veriyorum. “Zaten Alina da benimle beraber.” Arkadaşımın top patlasa uyanmayacağını bilmek bana geriye adım attırmıyor. Detay vermenin gereği yok şimdi değerli arkadaşlarım. “Burası elini kolunu sallayanın girebileceği bir arazi değil. Sen kendi bölgene mukayyet ol.”
Benimle baş edemeyeceğini düşünüyor olmalı. Belki de ben böyle düşünmesini istiyorumdur. Bilemiyorum orasını şu an. Geriye doğru bir adım attığında gözlerimin içine bakmayı sürdürüyor. Çenemi yukarı dikiyorum ve tekrar geriye doğru adımlar atmasını bekliyorum ama kıpırdamıyor beyefendi. İnadımdan sesimi çıkarmıyorum ya da kapıyı yavaş yavaş yüzüne kapatmıyorum. Herhalde sabaha kadar böyle duracağız. Onun inadının da benden eksik kalır yanı yokmuş gibi duruyor bu tavrı sebebiyle.
“Kapıyı kilitlemeni bekliyorum,” dediğinde doğru düzgün cevaplar alamadığım için asılan yüzümü buruşturuyorum. “Öyle bakma. Bir şey değişmeyecek. Kapıyı kapatıp kilitle Duru.”
“Zaten kilitleyeceğim,” diyorum dik dik bakarak.
“İyi, şimdi yap da beni burada tutma.”
“Burada tutulup kalan sensin.”
Metehan’ın gülüşü sinirlerinin alt üst olduğunu ortaya koyuyor. “Ya sabır ya selamet,” dediğini duyduğumda elimi göğsüme götürüp yukarıdan aşağıya doğru sürmek istiyorum. “Gidiyorum ben, tamam mı? Ört kapını.”
“İyi,” dedikten sonra gürültüyle kapıyı kapatıyorum. Ama kapının dibinden uzaklaşmıyorum. Dürbüne gözümü dayayıp Metehan’ın ne yaptığını kontrol ediyorum. Geriye doğru büyük bir adım daha atıyor, hâlâ kapıya bakıyor ve tam dürbüne denk getirdiği bakışları eşliğinde elini yukarı kaldırıp hayali bir anahtarı çeviriyormuş gibi yapıyor. Hayret içindeyim gerçekten. Onunla uğraşamayacağım çünkü burada durdukça gerginlikten omuzlarım yırtılacakmış gibi hissediyorum. Gözümü dayadığım dürbünden ayırmadan üst kilidi çeviriyorum. Hatta abarta abarta bir kere daha çeviriyorum ki sesi dışarıdan duyulsun.
Metehan bu sefer geriye doğru kendinden emin bir adım atıyor, dudaklarını hafifçe iki yana kıvırıp arkasını dönerek uzaklaşıyor.
Sabaha kadar dönüp duracağımı bilmeme rağmen onun gidişinin ardından odama çıkıyorum. Banyoya geçiyorum, üstümdeki elbiseden kurtularak kendimi sıcak suyun altına bırakıyorum. Saçlarımdaki karmaşanın çözüldüğünü, ağırlığın yavaş yavaş kalktığını hissediyorum. Alnımı ve şakaklarımı ovalayarak sıcak suyun beni gevşetmesine izin veriyorum. Duş işini halledip bornozumla aynanın karşısına geçiyorum, makyajımı temizlemediğim için gözlerimin altında biriken rimele burnumu kıvırıyorum. Pamuğa döktüğüm temizle suyuyla gözlerimin etrafını iyice siliyorum. Rujumdan bir şey kalmamış zaten. Yine de dudaklarımın üstünden de pamukla geçiyorum. Yüzümün vanilya kokan bir nemlendiriciyle rahatlamasını sağlıyorum. Saçlarıma sardığım havlu hâlâ yerli yerinde dururken bornozumu çıkarıyorum ve tüm vücuduma bebek yağından sürüyorum. Yumuşacık olduğumu duyumsamak bütün gecenin yorgunluğunu alıp götürmese bile belli ölçüde iyi geliyor.
İç çamaşırımı giyinip sütyenimi giymekten vazgeçerek tişörtümü geçiriyorum üzerime. Altıma dizlerimin üstüne gelen siyah taytımı giydikten sonra Alina’nın yanına uzanıyorum. Saçlarımı kurulayamayacağım şu an. Sabah uyanınca kabaracak olmalarıyla da ilgilenmiyorum. Gözlerimi kapatıp kendimi uyumaya odaklamak istiyorum.
Alina derin uykuda olduğunu belli edecek sesler çıkarırken, “Ağzından cımbızla laf alacağım sanki,” diye homurdanıyorum kendi kendime. “Hep böyleydi zaten. Tanıdığımdan beri bir insanın karakteri hiç mi değişmez? Bu adamınki değişmedi işte. O kendini birilerinden üstün gören, çok bilen, az konuşan, muhatap olmamayı seçen çocuğun daha da boy atmış ve sakallanmış hali. Başka bir değişiklik yok yani.”
Yahya doğduğunda hastanede görmemiş gibi bir de ertesi gün Betül ablaların evine gelmişti. Sahra’nın ona bayılan bir kız çocuğu olması artık umurumda değildi. Yahya’yı kaybedemezdim. Onun beni çok sevmesini sağlamak zorundaydım. Bu bir yarış değildi ama bu bir yarış olsaydı da ben kazanırdım. Başka bir ihtimal yoktu. Taktığı tam altın, aldığı ahşaptan beşik Yahya’nın onu daha çok sevmesini sağlayacak şeylerden değildi. Bir kere o daha bebekti. Anlamazdı kendisine ne derece büyük bir altının takıldığını. İlgili bir çift göz, yastık gibi kullanabileceği yumuşaklıkta bir kucak daha fazla işine gelirdi. Yahya en çok beni sevecekti. Bunu bana borçlu olduğunu bilmiyordu fakat öğrenmesi çok sürmeyecekti.
Sürekli beşiğinin başında durdum, onu herkesten daha çok sevdiğime ikna etmek için yalnızca Yahya’nın duyabileceği ölçüde ninniler söyledim. Artık beni sevmemesi için hiçbir sebep yoktu. Metehan’dan daha ilgiliydim. Üstelik o bebeklerle konuşmaktan da pek anlamıyordu. Ben Yahya’yla istediği kadar sohbet edebilirdim.
Saçlarım ıslak uyuyakaldığım için başımın ağrısıyla gözlerimi açıyorum. Ne ara sızdığımı hatırlamıyorum ama saate baktığımda çok da geç olmadığını görüyorum. Bu akşam yola çıkmam gerektiğini hatırlayınca güçlükle doğruluyorum ve mutfaktan gelen kokuların burnuma dolduğunu hissediyorum. Alina benden epey önce kalkmış olmalı. Banyo kapısı da aralıklı duruyor. Oradan gelen şampuan ve sabun kokusunu da alabiliyorum. Önce duşa girmiş, sonra mutfağa geçip bana mükellef bir kahvaltı hazırlamanın derdine düşmüş. Akşam olanları telafi etmek istediğini tahmin etmek güç değil.
Başımdan kayıp düşen havluyu omuzlarımdan çekiyorum. Karmakarışık göründüğüne emin olduğum saçlarımı sırtıma doğru atarak gözlerimi ovalıyorum. Yataktan ne ara düştüğünü kestiremediğim telefonumu yerden alarak sessizdeki telefonuma yığan bildirimlere bakıyorum. Aralarından Betül ablanın ismi dikkatimi çekince onun mesajını açıyorum hemen.
Betül: Akşam yemeğine bize bekleniyorsun çiçeğim. Yahya seni çok özlemiş. (10:02)
Betül ablanın bu mesajın arkasından gönderdiği fotoğrafı açıyorum. Masmavi gözleri, kapkara saçları ve beyaz teniyle dişlerimi kamaştıran Yahya bebesine kayıtsız kalamıyorum. İstemsiz bir gülümseme sarıyor yüzümün her yanını. Sekiz yaşına girmek üzere olan çocuğun en çok beni sevmesini sağlamıştım sahiden. Bunu başardığım için kendimle gurur duymaya devam ediyorum.
Duru: Ben de onu çok özledim ama akşam İzmir’e gitmem gerekiyor :’( (10:14)
Betül: Yarın sabah çıkarsın yola. Akşam akşam çıkma, boş ver. Annenle konuşurum şimdi. (10:15)
Hayır diyemem işte buna. Biraz çocuk sevip Kurtoğlu ailesinin aklı başında bireyleriyle vakit geçirmek bana da iyi gelecek bence.