Şu anda cama vuran yağmur damlalarını izleyerek bol çilekli, kivili, böğürtlenli pastamı yiyor olabilirdim. Hatta abartıp üstüne biraz daha krema istediğim pastanın yarısını çoktan mideye indirmiş de olabilirdim. Veyahut terasta açtığım harikulade müzik eşliğinde ısınma hareketleri yaptıktan sonra birkaç yeni figür deneyebilirdim. Saçlarıma maşa yapabilirdim, sonra sıkılıp yarısında topuz yapma kararı alabilirdim. Bütün akşam bornozla evin içinde dolaşabilirdim. Tarağı mikrofon gibi kullanıp koltuğun üstünde kendimce bir konser vermeye de başlayabilirdim.
İnanın bunları ya da bunlardan birkaçını, belki çok daha fazlasını yapma imkânım vardı. Fakat ben ne yaptım? On iki kasımı dışarıda kutlama kararı aldım. Her çıktığımda bir olay olmuyormuş gibi davrandım. Üstelik bu yıl asla diğer yıllara da benzemiyor. Yani önceki doğum günlerimde bir olay olduysa bu seneki doğum günümde sayamayacağım kadar olayı üst üste yaşıyorum. Üstüme yağmur damlaları değil de vukuat yağıyormuş gibi hissettiğim bir gecedeyiz ve bu gecenin sonu gelmek nedir bilmiyor sevgili konuklar.
Metehan’la mekânın giriş kısmına doğru ilerlerken yağmur damlaları da gitgide daha şiddetli vuruyor tenime. Paltomu giyinmeden çıkmıştım Han’dan. Anın verdiği enerji ve atraksiyonla üşüdüğümü hiç hissetmemiştim fakat yavaş yavaş serin havanın esareti altına giriyorum. Bana yandan bir bakış atarak halimi gören Metehan başını iki yana sallıyor, hemen ardından da deri ceketini çıkarıp omuzlarıma bırakmak için hareket ediyor. “Gereği yok,” diyorum bir adım öne doğru atıp ceketinden kaçarak. Canavar görmüş gibi davranmasaydık iyiydi aslında. Neyse, içinden çıkamıyorum senin. Mecburen uyum sağlayacağım. “Geldik zaten.”
“İnat etmenin tam zamanı çünkü,” diyor homurtulu bir sesle. Benim bir kez daha geriye adım atmama olanak sağlamadan ceketi omuzlarıma sarıyor. Geri çekilir çekilmez de önden önden yürüyüp mekânın girişine varıyor. Beni dinle bu sefer. Patakla şu adamı. Bir kereden bir şey olmaz.
Bütün kötü alışkanlıkların başlangıcı olan cümleye burnumu kıvırıyorum. Yakından duyumsadığım parfüm kokusunu solumamak adına nefes almaya bir süreliğine ara veriyorum. İçeriye girene kadar ölmem herhalde.
“Olay ne Cüneyt?” diyor girişte yakaladığı adamı kenara çeken Metehan.
Ben de hemen yanına geçerek kas kütlesi olan başka bir adamın ağzından dökülecek kelimelere odaklanıyorum. Hafif sigara, deri ve odunsu parfüm kokusu birbirine karıştığı için odağım şaşmıyor desem yalan olur. Bu gece de bayağı yalana buladım ağzımı, biliyorsunuz. Daha fazlasını yapmak istemiyorum. Hele sizin karşınızda bunu yaşamak hiç istemiyorum kıymetli arkadaşlarım.
Cüneyt içeride kopan kıyameti kısa ve öz kelimelerle anlattıktan sonra Alina’yı ofise çıkaramadıklarını da ekliyor. Hemen arkadaşımın nerede olduğunu görme gayesiyle etrafıma bakınıyorum ve gözüme çarpan kişiler Tevfik’le Burak oluyorlar. Hızlı adımlarımla onların yanına ilerlediğimde beni fark ettiklerini görüyorum. Tevfik hızlıca omuzlarıma ellerini koyup iyi olup olmadığımı anlamak için beni süzüyor. “Neredesin sen Duru?” diyor en sonunda bir abi gibi kaşlarını çatıp gözlerimin içine bakarak. “Alina ortalığın ağzına tükürdü. Seni göremeyince de meraktan kafayı yedik. Bara baktım, yoktun. Burak da etrafı kolaçan etmek için çıktı ama eli boş döndü.”
“Alinalar neredeler?”
Sorularını es geçip ona direkt asıl soruyu yöneltmem karşısında nefesini sesli bir şekilde bırakıyor. Beni göğsüne çekip sarılırken, “Kızım siz insana kafayı yedirirsiniz,” diye söyleniyor. “Aliş’i bilmiyor musun sanki? Dağıttı iyice. Dans ederken ona birisi çarpınca da tamamen delirdi. Lokma kadar bir arkadaşımız olduğu için yere kapaklandı. Sonrası zaten cümbüş…”
“Buğra’nın gözü döndü abi,” diyor Burak sıkıntıyla kaşlarını kaldırarak. “Alina konusunda hassas bu çocuk hâlâ. Ben size hep söylüyorum, bunların işi yaş olsa da olmasa da durum apaçık ortada. Buğra’yı dört adam aynı anda tutamadık. Kudurdu çocuk.”
“Öf,” diye mırıldanıyorum istemsizce. “Alina’ya götürün hadi beni. Komaya girmiştir o. Bensiz çıkamaz.”
Metehan’ın da peşimizden geldiğini bilerek arkadaşlarımla beraber onların yönlendirdiği tarafa yürüyorum. Bar taburelerinin yanından geçiyoruz, tezgâhın hemen dibinde ayakta duramayarak mermere yaslanan Alina’yı gördüğümde endişeyle kaşlarımı çatıyorum. Hemen önünde göğsü sürekli kabararak öfkesini yenemediğini belli eden Buğra var. Elinde tuttuğu buz kovasının boş olduğuna eminim. Alina kusarsa yerleri de batırıp ağlamasın diye o kovayı hazırda bekletiyor. Daha önce buna benzer bir an yaşamıştık fakat Buğra’nın bu kadar sinirlendiğine şahit olmamıştım açıkçası.
Arkadaşım yanında soluğu aldığımda, “Alinacığım,” diye mırıldanıyorum onun dikkatini çekme amacıyla. Yüzüme bakıyor, ben de saçlarını geriye doğru atarak tebessüm ediyorum. Aslına bakarsanız onu haşlayacağım. Lakin şimdi değil, kendine geldiğinde bunu zevkle yapmaktan kaçınmayacağım. “Gel hadi bana yaslan güzelim.”
“Duru saçmalama,” diyor Buğra lafa girerek. “Yaslanırsa ikiniz birden devrilirsiniz.”
Ben buna inanmayarak gözlerimi devirdiğimde Alina’yı belinden kavrıyorum ve kendi ayaklarının üstünde durmakta zorlanan arkadaşım benim sendelememe yol açıyor. “Canım kuşum,” diyor bir de bana genişçe sırıtıp göz kırparak. “Sen nerelerdeydin bakayım? Çok aradım, çok sordum ama bulamadım.” Harfleri yuvarlayarak konuşması asabımı bozuyor. Onun şeker çuvalına batırıp çıkarıldığını düşünsem de küfelik olana kadar içtiğinin farkındayım. Aslında bu kadarını böyle bir günde yapmayacağını tahmin ediyordum. Altında yatan başka bir neden olduğunu düşünüyorum şu an. “Benim saçımı başımı yolmaya kalkıştılar. Korkma sakın.” Kolunu omzuma atıp benim saçlarımla oynuyor. “Arkadaşın hepsini doğduğuna pişman etti. Kimse saçlarımı eline dolayamaz sonuçta. İzin vermem.”
Buğra hemen Alina’nın beline sarılarak onu kendine çekiyor ve ikimizin de devrilmesine engel oluyor. Yiğitsin sen yiğit. Omzuna pat pat vurduğumuzu düşün şimdi.
“Senin üstünde neden erkek ceketi var ki?” diye soruyor Alina o hengâmede bile. Bu kıza helal olsun vallahi billahi. Sarhoşken dahi gözleri bana ait olmayan ceketi şak diye seçebiliyor.
Metehan’ın tüm bunlara şahit olması kızgın bir kumun üzerinde çıplak ayak yürüyormuş gibi hissettiriyor bana. Hayır, ben böyle bir insan mıyım? Benim arkadaşlarım dağıtıp sarhoş olarak doğum günümün üstüne tüy dikecek insanlar mı? Asla değiller. Lakin bazı şeylerin önüne geçemediğim, Metehan’ın çevirdiği işlerin merakına kapıldığım için cezalandırılıyorum. Bunun farkındayım. Alina’yı öylece bırakmamın mümkünü yok. Eve gönderecek olsam babasının neden dağıtmadan eğlenemediğini sorgulayacağını, sabah olunca da Alina’ya uzun uzun konuşmalar yapacağını biliyorum. En iyisi onu böyle şeylere bulaştırmamak… Hem arkadaşımın hesabını kendi ellerimle kesmek niyetindeyim. Babasını bu mevzunun içine dâhil etmemize gerek yok.
“Ben de şimdi ceketi sahibine teslim ediyordum,” diye yapmacık bir gülümseme sunduktan sonra omuzlarımdaki deri ceketi avuçlarıma alıyorum ve arkamda bekleyen Metehan’a dönüyorum. “Teşekkürler.” Yarım ağız söylediğim cümle onu etkilemiyor tabii ki. Avuçlarımın arasındaki ceketini alarak parmağını yaka kısmına takıyor, omzuna atıp orada mankenlik yapmaya koyuluyor. Yakışıklı görünmek ya da havalı durmaya çalışmak gibi amaçları olmadığının bilincindeyim. Eğer olsaydı onun kasıntı, kendini şişire şişire gösterme meraklısı birisi olduğunu düşünürdüm. Ne yazık ki değil. Bu haliyle tam alttan bakışlarını yüzüme kondurarak durduğunda itici görünmüyor. “Biz gitsek iyi olacak. Senin çocuklardan biri taksi çağırırsa sevinirim.”
Buğra dediklerimi duyarak, “Sen tek başına baş edemezsin Duru,” diyor. “Çocuklar gittiler şimdi. Tevfik sabahın köründe işe gidecek zaten. Yazık oldu adama.” Onlara gözümün ucuyla baktığımda Alina’nın parmağını Buğra’nın kulağına sokmaya çalıştığına tanık oluyorum. Kör olsaydık ya! Gözlerimize iğneler batırılsaydı da bunları görmez olsaydık! “Burak da onu bırakmak için çıktı.”
“Tamam, beraber geçelim benim eve.”
Metehan, “Araba ayarlayalım,” diyor hemen etrafına bakınıp çalışanlarından birini ayarlama içgüdüsüyle.
Ona itiraz edeceğim sırada Buğra’nın titreyen telefonunu cebinden çıkaran Alina dikkatimi dağıtıyor. “Bu sürekli ötüyor Buğra,” diyor bağıra bağıra. “Aç şunu artık. Çok fazla titriyor.”
Buğra Alina’dan kaptığı telefonun ekranına baktığında kaşlarını çatıyor ve sıkıntılı biçimde bana çeviriyor bakışlarını. “İlay evde yalnız kalmış. Geçen gün karşı komşunun evine hırsız girdiği için korkuyor.” İlay’ın bir şeylerden kolay kolay korkmayacağını zannediyorum ama yine de Buğra’nın sıkıntısına hak vererek başımı sallıyorum. “Alina’yı bu halde bırakmak istemiyorum.”
“Saçmalama lütfen,” diyerek arkadaşımın kolunu sıvazlıyorum. “Sen git hemen İlay’ın yanına. Biz bir taksi çevirip eve geçeriz. Daha önce baş etmediğim bir konu değil Buğra.”
Alina Buğra’nın göğsüne yüzüne sakladığında adamın imtihan edildiğini düşünüyorum. İç geçirerek onun saçlarına şöyle bir dokunuyor ve arkadaşımı bana teslim ettiğinde son bir bakış atıyor. “Eve gider gitmez yaz bana, tamam mı? Senden mesaj bekleyeceğim Duru. Unutma sakın.”
O apar topar mekândan ayrılırken ben de üstüme düşen görevi yerine getiriyorum. Alina’nın belinden kavrıyorum, onunla beraber yürüyüp zikzak çizerek de olsa buradan çıkmaya konsantre oluyorum. Metehan’ın yanımıza gelerek Alina’nın diğer yanına geçmesi, arkadaşımın sırtına elini koyup onu daha kolay bir şekilde hareket ettirmeye başlaması gözlerimi irileştirmeme sebebiyet veriyor. Bana itiraz etmemin dünyanın en mantıksız hareketlerinden biri olacağını ima edercesine bakış atıyor. Hemen sonra ise Cüneyt’in adeta ışınlanarak karşımıza geçtiğini, Metehan’dan aldığı icazetle Alina’yı kucakladığını görüyorum. “Hey!” dediğimde bana dönüp bakmıyor. Kucağında arkadaşımla beraber ilerliyor ve Alina da burada film çeviriyormuşuz gibi baygın gözlerle sırıtıyor. Hatta yanından geçip gittiği insanların her birine el sallamayı da ihmal etmiyor.
“Bu şekilde olmaz,” diyorum Metehan’a.
Başını aşağı yukarı oynatırken, “Ancak bu şekilde olur Duru,” demeyi seçiyor. “Buradan arkadaşınla beraber ezilmeden çıkacağınızı mı sanıyorsun? Bence bu kadar saçma düşünceler içinde olamazsın.”
“Onunla nasıl idare edeceğimi iyi bilirim,” diye tıslıyorum dişlerimin arasından. O pozunu adeta cilalayarak ağırlığını daha çok diğer bacağının üzerine veriyor ve bana kaşlarını eğerek bakıyor. “Cüneyt’le ya da senin çocuklardan biriyle yolculuk yapmayacağız. Kusura bakma.”
“İyi,” demekle yetiniyor. Önden önden ilerlediğinde ben de orada put gibi durmanın bir anlamı olmadığını bilerek peşine düşüyorum. Arkadaşımı bu zalim adamın insafına bırakmayacağım. Onun daha birkaç dakika önce adam kaldırdığını, aynı adamın suretinde harita şekli oluşturduğunu unutacak değilim. Bu kolay kolay unutulacak bir şey değil neticede.
Artan yağmurun altında fazla durmadan Alina’nın cipin arka koltuğuna yerleştirildiğini fark ediyorum. Arkadaşım buğulanan camlardan birine şekiller çizerken zamanın ileriye akmasını, onu doğduğuna pişman edeceğim anın bir an önce gelmesini diliyorum. Elbette yerimizde sayıyoruz. Kimsenin sihirli değneği ya da sihirli güçleri olmadığı için böyle bir şey yaşanmıyor. Oysa insan o jeneriği duyup gökyüzüne doğru süzüldüğünü hayal etmekten kendini alamıyor. Yani ben alamıyorum. Evde hep gülen biri, sanki bizden biri! Hem gerçek hem de peri. Masallar diyarından geldi.
“Ben götüreceğim sizi eve,” diyor Metehan elindeki çakmağı arka cebine sıkıştırırken. “Uygun mudur?”
“Değil desem ne yapacaksın?”
“Çocuklardan biri sizinle gelsin diyeceğim ama sen onu da kabul etmiyorsun.”
Dosdoğru kurduğu cümleyle beraber bir süre yerimde kıpırdamadan bekliyorum. Devasa gövdeli bir adamla yolculuk yapmak hiç istemiyorum sahiden. Üstelik yol boyunca gerileceğimin de farkındayım. Metehan bizi eve bırakmadan ya da bıraktırmadan bu sayfanın üstünü çizmemize müsaade etmeyecek. Sanırım Denizhan eniştenin, yani öz amcasının hatırını zannettiğimden çok daha fazla göz önünde bulunduruyor. Aynı şekilde Betül ablanın da… Kendince beni sıkışıp kaldığım bir durumdan kurtarıyor ya da sadece yardımcı olarak vicdanını rahatlatıyor.
Öyleyse tamam. Beyefendinin bu gecelik vicdanını aklamasına izin veriyorum. Nasılsa arka tarafta yaşanan hadiseyi unutmadım ve unutmak gibi bir niyetim de asla yok. Onu ayrıca eşeleyeceğim. Şimdilik Metehan paçasını kurtardığını düşünsün.
Yolcu koltuğunun kapısını açıp yerleşiyorum, emniyet kemerini bağlıyorum ve ellerimin nasıl bu kadar boş olduğuna mana veremiyorum. Paltomuz?! Çantamız?! İçindekiler?! Aklın nerede? Oho…
Kapı koluna uzanacağım sırada benden önce müdahale ediliyor. Metehan kapımı açarak kucağıma paltomla beraber çantamı da bırakıyor. Onları sıkı sıkıya kucakladığım anda kapıyı yeniden kapatıyor, ön taraftan dolaşmadan evvel Cüneyt’e başka bir talimatta buluyor. Bu adamlar kelime tasarrufu yapmayı seviyorlar. Birbirleriyle iletişime geçerken hem olabildiğince az sözcük kullanıyorlar hem de işlerini genelde işarette bulunarak hallediyorlar. Bu gecenin başından beri Metehan’da en sık rastladığım özelliği bu sanırım.
Şoför koltuğuna yerleşip kendi emniyet kemerini bağladıktan sonra aynadan Alina’ya bakıyor ve her ne görüyorsa kaşlarını alnına doğru yükseltip yeniden önüne dönüyor. O aracı çalıştırırken ben arkadaşımın sessizliğini neye yormam gerektiğini anlama amacıyla omzumun üstünden bakıyorum. Boynuna ne zaman astığını hiç fark etmediğim çantasından aynasıyla rujunu çıkarmış. Dudaklarına iyice yedirdiği mor rujun taşıp taşmadığını kontrol ediyor. “Harika mıyım yoksa ben?” diyor harflere eziyet etmeyi sürdürerek. “Aşkından yollara düşülecek kadın mıyım? Neyim ben ya Duru? Uğruna şarkılar söylenip şiirler yazılacak mükemmel kadının ta kendisi miyim?”
“Öylesin canımın içi öylesin,” diyorum onu oyalamak için sahte gülüşümü takınarak. “Hadi biraz başını şuraya yasla sen. Dinlen, olur mu?”
“Güzelleşmeliyim,” diyor o bana aldırış etmeden. “Daha çok güzelleşip sahneye çıkmalıyım. Orada ışıl ışıl parlamalıyım. Her şey çok güzel olmalı.”
Kendi kendine bir şarkı tutturuyor hemen sözlerinin peşine. Onu tutamayacağımı kabullenerek önüme dönüyorum. Sızana kadar kafamın içinde yarattığı depremleri yok saymak için elimden geleni ardıma koymuyorum. Fakat bu o kadar da kolay bir şey değil. Metehan yaşanan her saniyeye canlı canlı şahit olurken kan akışım hızlanıyor. Alina’yı müsait bir yerde indirip yola öyle devam etmeyi arzu ettiğimi söylesem beni yargılar mısınız? Lütfen yargılamayın. Bu hayatta insanın başına ne zaman ne geleceği hiç belli olmuyor. Güvenin siz Duru Üstün’e.
En nihayetinde evimin yakınlarına ulaştığımı fark ediyor, yerimde kıpırdanmadan edemiyorum. “Çok şükür,” diye mırıldanıyorum kendime engel olamayarak. Allah bismillah!
Metehan cipi bahçe kapısının önüne park ediyor. Ben ondan önce inerek kapının şifresini tuşluyorum. Alina’nın yürümesine yardımcı olmak için hızlı hızlı arka koltuğun kapısına yöneldiğimde, “O şekilde çok zorlanırsın,” dediğini duyuyorum Metehan’ın. “Bana bırak.”
Başka çarem yok. Her yeri aradım taradım, bir tanecik bile çarem kalmadığını görüp kenara çekilme kararı aldım. Metehan da sessizliğimin onun için yeterli bir cevap olduğunu düşünerek Alina’yı kucağına alıyor. Bana önden yürümem için kaşlarıyla işarette bulunduğunda bunu azaltması gerektiğine inanıyorum. Mesleki deformasyon. Hiç iyi değil. Biraz üstünde çalışırsa törpüleyecektir.
Anahtarımı çıkarıp evin kapısını açtığımda ona geçmesi için öncelik tanıyorum. Ayakkabılarını antre kısmında arkalarına basmak suretiyle çıkarıyor, nereye geçmesi gerektiğini bilemeyerek bana bakıyor. Ben de onun taklidini yaparak fakat bunu anlamasına fırsat vermeyerek başımla teras katını işaret ediyorum. Merdivenleri çıkıyor, onların peşinden hareket ediyorum zira Alina saçma sapan mırıldanışlar eşliğinde ayaklarını sallandırıyor. “Asla vazgeçemem senden asla,” dediğini işitmek çenemi tırtıklı bir duvara sürtüyormuş gibi hissettiriyor. Çektiğim çile yetmedi çünkü. Biraz da kulaklarımın iflahını kesecek bağrıma bastığım canım arkadaşım. “Aslaaaa! Aslaaaaaaa!”
Metehan artık bana sormadan yatağın üzerine bırakıyor Alina’yı. Orada şarkıyı katleden, gözlerini açamayan, açtığında bana bakıp elini uzatarak, “Asla!” demeyi sürdüren bir kız var. Fakat kızdan ziyade canavar yüzlü birine denk gelmiş gibi kaçınıyor Metehan Kurtoğlu. O yumrukladığın adamlara benzemez tabii! Burada işler sanılanın aksine daha karışıktır Kurtoğlu veliahdı.
Arkadaşımın yanına oturup onun saçlarını kulaklarının arkasına sıkıştırıyorum. “Uyandığında başın çok ağrıyacak,” diyorum fısıltılı bir tonda. “Şimdi gözlerini kapat. Sabaha kadar deliksiz uyumanın tadını çıkar. Nasılsa sabah saatlerinde bu evde yaşanacak katliamın önüne geçemeyeceksin.”
Söylediklerimi bir yerden sonra takip edemiyor olsa da başını sallıyor. Göz kapakları ağır ağır kapanarak kirpiklerinin birbirleriyle buluşmasını sağladığında şakağından öpüyorum. Onu rahatsız etmek istemediğim için yavaşça yerimden kalkıyorum. Metehan merdivenlerden iniyor, peşinden çıkarmayı unuttuğum çizmelerimle beraber inerken kendime kızıyorum.
“Her yere bastım,” diye söylenerek merdivenlerin bitiminde duruyorum. Basamağa oturup çizmelerimden kurtuluyorum ve Metehan’ın üstten bakışlarının benim üzerimde olduğunu hissediyorum. Bir an ne yapacağımı kestiremiyorum. Hemen gitmesine müsaade etsem kabalık mı etmiş sayılırım? “Kahve içelim mi?”
Ağzımdan çıkanı kulağım daha sonradan duyuyor. Çizmelerimi kenara bırakıp alttan alttan bakarak ifadesiz kaldığımda gözlerini afalladığını gizleyemeyerek kısıyor. “Kahve mi?” Ellerini ceplerine sıkıştırarak dudağını büküyor. “Kendini bir şey ikram etmek zorunda mı hissediyorsun? Hiç gerek yok.”
“Hayır,” derken omzumu silkiyorum. “Öyle şeyler hissetmem ben.”
“Emin misin?”
“Gayet,” diyorum oturduğum basamaktan kalkarak. Topuklular ayağımdayken boylarımız arasındaki fark göze çarpmıyordu ancak şu an bayağı çarpıyor. Bu tamamen onun sulak yerde yetişmesinden kaynaklanıyor. Başka izahı olamaz arkadaşlar. “Kahve yapacağım. Sen de benimle mutfağa geleceksin ve o adamı neden paketlediğini açık açık anlatacaksın.”