Kimse benim yerimde oturup dans eden insanları izlememi beklemesin. Onlara katılıp kaldığım yerden eğlenmeye devam etmemi de beklemesin. Benden böyle şeyler beklemeden önce bir oturup düşünün arkadaşlar. Sizce ben Metehan’ın gizemli bir tavır takınarak içinde tuttuğu bir telaşla çıktığı mekânda hiçbir şey olmamış gibi durmayı sürdürebilir miyim? Evet, bence hepiniz doğru cevabı verdiniz. Haklısınız. Asla duramam.
Bar sandalyemden usulca kayıp ayaklarımı yere bastığımda bizimkileri göz ucuyla kontrol etmeye çalışıyorum. Alina muhtemelen barda takıldığımı düşünüyor ve ölümüne dans etmeye bir an olsun ara vermiyor. Ben de arkadaşlarımın huzurunu bozmak istemiyorum. Onların ağzının tadı kaçmasın diye sinsi sinsi çıkış kapısına doğru ilerliyorum. Bu sırada bana çarpan ya da benim çarptığım insanlara dönüp özür mahiyetinde gülümseyip elimi havaya kaldırıyorum. Bir yerden sonra bu şirinlik gösterisi çok işlemiyor, ben de şahsımın çok da üstüne yakıştıramadığı bu şirinlik gösterisinden vazgeçme kararı alıyorum ve adımlarımı hızlandırarak daha kararlı yürüyorum. Madem kibarlık size işlemiyor, biz de hızımıza hız katarak bazı görünmezlik iksirlerini yudumlarız.
Çıkışa varmak üzere olduğumu belli eden geniş koridordan yürürken gözlerimi kısıyorum zira ışıklar göz kapaklarıma bile bıçaklar sokup çıkarıyor. Kör olmamak için elimden gelen her şeyi yapıyorum. Bunun sebebi korkunç bir ışık sistemine sahip olması değil. Aslında dikkat çekici bir ışıklandırma yapılmış tam giriş ve çıkış bölümüne. Lakin benim migrenim var değerli konuklar. Böyle şeylere dayanabilmem imkân dâhilinde değil.
Dışarıya çıkıp temiz havayı içime doldururken elimdeki şampanya kadehinden kurtulmadığımı fark ediyorum. “Neden benimlesin?” diye mırıldanıyorum kadehe karşı konuşarak. Adın ne senin? Değiştir bence adını. Allah korusun düşman ailelerden biri olursun, kan çıkar falan. Çok uğraştırırsın bizi.
Ulaştığım kafanın çok içmekle alakası olmadığının farkındayım. Abartılı ölçüde içmedim bu gece. Fakat ne zaman bu mekâna gelsem bir şey oluyor. Artık bundan eminim. Han’ın benim üzerimde yadsınamayacak kadar büyük bir etkisi var. Ya kafam inanılmaz derecede güzelleşiyor ya da rezilliğimi taçlandıracak birkaç hareket daha yapıyorum. Kurtaramıyorum kendimi bu lanetli hissiyattan.
“Buyur abla? Ne dedin?”
Kapıda duran genç görevlilerden bir tanesi bana sesleniyor. Hem de abla diyerek. Kendisinden küçük olduğumu ikimiz de gayet iyi biliyoruz bence. Ama bunu umursamıyor. Abla kelimesini bana saygı duyduğunu göstermek için kullanıyor. Metehan’ın arabasından indiğim, onunla geldiğim için bunu yadırgamıyorum. Kurtoğlu ailesinin forsu böyledir. Size gittiğiniz ortamlarda nasıl bir geri dönüş sağlayacaklarına akıl sır erdiremezsiniz. Ben de erdiremiyorum ancak bir şekilde üstesinden gelebileceğime inanıyorum. Metehan’ın ne iş çevirdiğini merak ediyorum neticede. Eğer bunu öğrenmek istiyorsam, tahmin ettiğim gibi bir şeyler döndüğünü kendi gözlerimle göreceksem ayıya dayı demesini de bilmeliyim.
Genç adamın kaslı kollarından birine dokunup geniş bir sırıtış eşliğinde konuşsam abartmış olur muyum? Galiba. Birazcık olabilirim. O yüzden aniden yükselerek, “Ablan sana kurban olsun,” diye Seda Sayan misali cevaplar vermiyorum. Bir şekilde tutuyorum kendimi. Hatta aklıma bir numarayı rakam rakam söyleyerek göbek atmak da geliyor. Gelmiyor diyemem şimdi size. Fakat bunu da yapmıyorum. Aslına bakarsanız yapsaydım her iki devasa adamı da şoka sokardım ve ağızlarından laf almam daha kolay olurdu. Biz yine de duruşumuzu bozmayalım hiç. Belli olmaz sonuçta, buralara yine yolumuz düşerse abuk sabuk bir insan olarak hatırlanmayalım.
“Metehan’ı gördünüz mü?” diye soruyorum ona çok yakın olduğumuzu düşünmesi için rahat görünerek. Acaba artık bizim aramızda bir şey olduğundan emin midir? Belki de her şeyi sorduğum dümdüz bir soruyla berbat eden kişi benimdir. Ağzımı açmasaydım her şey daha kolay olurdu.
“Metehan abinin ufak bir işi var abla,” dediğinde o ufak iş kafamda büyüyerek zehirli bir böceğe dönüşüyor. Beynime tebelleş olacak. Her noktasına zehrini yayıp beni bir daha mantıklı düşünemeyen bir insan yapacak. Halim harap desenize. “Sen burada bekleme istersen. Yorulma boşuna. Cüneyt seni ofise çıkarsın hemen.”
Cüneyt mi? Ofis mi? Hım… Demek bu kulübün bir de ofisi var. Aslında çok mantıklı… Metehan bütün gün bar bölümünde çalışarak ter dökmüyordur herhalde. Kendine ait bir alanının olması çok normal…
Bir an için ofise çıkıp etrafı kolaçan etmek, oradaki ortamı görerek merak duygumun başına taşla vurmuş olmak daha cazip geliyor. Ancak bu iki buçuk saniyeden fazla sürmüyor. “Hayır,” diyorum beni ikna edeceğini düşünen üçgen vücutlu genç adama. “Bak beni ona götürmen lazım. Çok önemli bir konu hakkında konuşmam gerekiyor ama telefonuna ulaşamıyorum şu an.”
Yalandan kim ölmüş denirken bu kadarı düşünülmemiştir herhalde. Ölmesem bile kalp krizi geçireceğim en kötü şuracıkta.
“Abla inan mümkün değil şimdi,” derken yüzündeki sıkıntılı ifadeye tanık oluyorum ve onun kanına girmeye başladığımı hissediyorum. Biz var ya biz, yansak da bitsek de her savaştan başımız dik çıkmayı başardık. Biz girdiğimiz yoldan eli boş dönmeyiz canımın içi.
“Metehan öğrenince bundan hoşlanmayacak,” diyorum yerinde duramayan bir insanı taklip edip bir ileri bir geri hareket ederek. “Bana ulaşamazsan mutlaka kapıdaki çocuklarla konuş, seni bana getirsinler demişti çünkü.”
Kesinlikle çarpılacağım. Ağzımla burnum iç içe geçmek suretiyle beni korkunç birine dönüştürecek. Üstelik bunu kendime yine ben yapmış olacağım. Yalanın ağzımdan bu kadar kolay bir şekilde dökülüyor olması başımı döndürüyor, midemi bulandırıyor. Belki de migrenim tutmuştur. Acilen bir ağrı kesici bulup bunun bir krize dönüşmesine engel olmalıyımdır.
Muhatap olduğum genç adam yanındaki arkadaşından gözleriyle yardım istiyor. Anlaşılan o da çareyi Metehan’ı aramakta buluyor ve ben yalanım ortaya çıkacak diye kasım kasım kasılıyorum. Topuklamayı düşünüyorum bir an. Buradan, bu çıkmaz sokak denilebilecek ortamdan anca böyle sıyrılacağım. Kaçacağım ve bir daha da asla arkama bakmayacağım. Kendime başka seçenek bırakmadım fark edeceğiniz üzere.
Henüz ayaklarıma koşmaları için emir veremeden, “Abla haklı,” denildiğini duyuyorum. İnanılmaz rahatlıyorum. Hatta manasız bir gülümseme yüzüme yerleşiyor ve ben doğduğumdan beri haklı bir bireymişim gibi sakin sakin başımı sallıyorum. “Metehan abiye ulaşılmıyor.”
“Ne yapalım?”
“Ne yapacaksın canım?” diyorum birdenbire yükselerek. Daha fazla kendi aralarında bu konuyu istişare etmelerine katlanamayacağım. Asıl olayı kaçırıyor olabilirim. Biraz sonra Metehan Kurtoğlu elini kolunu sallayarak mekâna geri dönebilir. Hiçbir şey göremediğimi, şahit olmak üzere olduğum karanlık manzarayı bu istişarenin gereksiz yere uzaması yüzünden kaçırdığımı düşünmek istemiyorum. Kimse kusura bakmasın. “Burada laf konuşuyorum size. Önemi yok mu söylediğim şeyin? Metehan’a götürün hemen beni.”
İyi ki zamanında birkaç tane mafya filmi seyretmişim. Nasıl işime yaradıklarını görüyor musunuz? Ezelden beri bu jargonun bekçisiymişim gibi döktürüyorum. Karşımdaki adamları da afallatıyorum üstüne üstlük.
“Ben sana eşlik edeyim abla, şöyle buyur.”
Ee tabii ki öyle buyuracağım aslan parçası.
Bu arada girdiğim rolden kolaylıkla çıkamamak en belirgin özelliklerimden biridir. Siz de anlamışsınızdır. Bir kere gazı aldım, aynı şekilde devam etmezsem yere kapaklanırım ve inanın ki dizlerimin parçalanmasından hiç hoşlanmıyorum. Defalarca ayak parmaklarını kırmış bir kız olarak bir de dizlerimin ağrısına katlanmakla uğraşamam.
“Adın ne senin?” diye soruyorum o kadar rol kestiğim kişinin kim olduğunu öğrenmek için.
Mekânın arka tarafına doğru dolanırken, “Rıza abla,” diyor bana. Nasıl yani? Kamera şakası mı bu? Hani? Nerede? Alo?! Kim ilgileniyor bu kanalla arkadaşlar?
“Rıza mı abla?”
Sorduğum sorunun garipliğine karşılık çabucak cevap veriyor. “Yani adım Rıza abla.”
Onu anladım çocuk adam. Onu çok iyi anladım ben.
Gözlerimi kısarak onun adımlarına uyum sağlarken, “Evli misin?” diye soruyorum.
Muhtemelen bu saçma sorumu anlamlandıramıyor. Benim de anlam yükleyebildiğim söylenemez. Fakat bu akşamın başından beri yaşadıklarımı düşünürsek benden böyle şeyler de beklenmesin. Boşuna bir beklenti oluşmuş olur. O da kalp kırar zaten. Bilirsiniz muhakkak.
“Değilim abla,” diyor manyağa çattığını fark etse de uzatmayarak. “Şöyle geç sen.”
Eliyle gösterdiği yoldan yürüyorum ve onun da arkamdan ayrılmadığını bilerek topuklu çizmelerimin üstünde atıyorum adımlarımı. “Yeşil gözlü kadınlardan uzak dur,” diye uyarıyorum Rıza’yı. Bu çocuk adam o şerefsiz köpek Rıza gibi değil. Biraz insan sarrafıysam evlense de karısını aldatmaz. Hem neden aldatsın? Gül gibi kadınları aldatmak için mi sevdiğinize ikna ediyorsunuz beyler? Böylelerini tek yumruğumla bayıltıp üstlerinden kamyonla geçebilsem keşke…
“Peki abla,” diyor beni sorgulamadan. Sonuç olarak bir deliyle gereksiz yere diyalog kurmasının, tartışma konusu açmasının hiçbir faydasını göremeyeceğini düşünüyor. Çok doğru bir düşünce… Kendisini yeniden tebrik ediyorum. İçten yapılmış bir tebrik bu. Rıza duymuyor ama duymak gibi bir derdinin de olmadığının bilincindeyim zaten.
Mekânın arkasına kadar dolandığımızda nihayet Metehan’ın arkadan görüntüsünü görebiliyorum. Üstünde deri ceketi var. İçeride sadece tişörtle duran adamdan eser olmadığını şimdiden hissediyorum. Kalbim endişeyle göğüs kafesimi dövmeye koyulduğunda, şiddetle iş görmenin ona hiç yakışmadığını hatırlatan birkaç cümle sıralayacak gibi oluyorum fakat dilim damağım kuruyor. Sözcükleri yan yana getiremiyorum. Zaten kalbimin de şu anda laftan anlamayan arsız bir çocukla yarıştığının farkındayım. Ona hiç bulaşmamak en iyisi.
Metehan’ın karşısında bir sandalye olduğunu onun aralıklı duran bacakları sayesinde görüyorum. Elinde bir şey çevirip duruyor ama ne olduğunu henüz anlayamıyorum. O kadar aydınlık sayılmaz bulunduğumuz yer. İlerideki sokak lambalarından biri çalışıyor. Onun dışında kenarda fener gibi bir ışıklandırma var ama tam manasıyla fenere benzediğini de iddia edemem. Ay ışığıyla beraber belli ölçüde aydınlandığını varsayabileceğimiz sokak çıkışı olan bir yere benzemiyor. Ne uçan kuşun ne de havada süzülen yaprağın sesini duymak mümkün. Bu sebeple adım seslerini keskin kulaklarıyla işiten Metehan omzunun üstünden arkasına bakıyor ve yeşil gözlerinin şaşkınlıkla irileşmesine, hemen ardından da kısılarak kaşlarının çatılmasına engel olamıyor.
El sallasana. Sana böylesi bir karşılama yakışır Kurtoğlu veliahdı.
“Metehan abi,” diye lafa giren Rıza’ya çevirmiyor bile bakışlarını. Galiba tam bir vukuat meraklısı olduğunu ifşa ettiğim, gözlerimle görme şerefine eriştiğim için heyheyleri üstünde. Bana cins cins bakmaktan başka bir şey yapmıyor bir süre. “Abla sana ulaşamamış. Sen de ona demişsin ki…”
“Ne dediyse demiş canım,” diyorum aceleyle lafını keserek. Adımlarımı Metehan’a doğru atıyorum ve onun da bedenini tamamen bana çevirmesiyle beraber sandalyeye oturtulmuş herifi görüyorum. Ağzından kan mı akıyor onun? Çekilsene sen bir! Göremiyoruz! “Orası önemli değil. Benim bir sana bakmam gerekiyordu.”
Allah Allah! Hiç de haberimiz yoktu bu gereklilikten. Neler oluyor böyle sayın konuklar?
Metehan’ın elindeki çakmak bir kez daha parmaklarının arasında turunu tamamladığında dudakları aralanıyor. “Çocukları neden kandırıyorsun?”
“Kimseyi kandırmadım,” diye yalanımı parlatıyorum. Pilavdan dönenin kaşığı kırılsın. Yapacak bir şey yok. “Rıza’yla biraz sohbet ettik. Sonra da senin yanına gelmek istediğimi söyledim ve o da bana itiraz etmedi, sağ olsun. Başka Rızalar gibi şerefsiz çıkmadı kendisi. Sevdim yani onu.”
Metehan omzumun üstünden baktığı genç adama başıyla işarette bulunuyor. Rıza nereye kayboluyor bilemiyorum ama ben aynı süre zarfında Metehan’ın yanındaki adamları incelemeye alıyorum. Siyah takım elbiselerinin içindeki koca cüsseli beyefendiler taştan oyulmuş gibi duruyorlar. Yüzlerinde mimik canlanmıyor. Ellerinde ya da bellerinde silah var mı diye bakıyorum. Bu esnada yüreğimde bazı kuş tüyleri uçuşuyor ama üzerinde durmak istemiyorum. Korktuğumu, endişeden yarılıp ayaklar altında kalmak üzere olduğumu düşünmek hiç istemiyorum. Bir kere kapılırsam felaketi de kucaklamış kadar olacağımın farkındayım.
“Aşağıda sıkıldıysan seni ofise götürsünler,” diyor Metehan ciddiyetinden ödün vermeden.
“Ofis beni açmaz şimdi.”
Kurduğum cümle onun dişlerini sıkmasına sebebiyet veriyor. Hatırı sayılacak kadar uzamış sakallarına rağmen çenesinin dahi seğirdiğinin farkına varıyorum. “Oyun mu oynuyorsun Duru?”
“Ne oyunundan bahsediyorsun?”
Dokuz yaşımdaydım. O zamanlar istemiştim, doğru. Ama artık oyun oynamak isteyecek vaziyette değilim. Üstelik Metehan’ın da iyi bir oyun arkadaşı olmadığını kendi gözlerimle görmüştüm. Tekrar aynı hayal kırıklığını yaşamanın manası yok şimdi.
“İşim var,” diyor Metehan bana cevap verme yoluna sapmadan. “Uzaklaş buradan hemen.”
“Emrivaki konuşmalar falan,” diye alaycı bir ton tutuyorum. “Sana pek yakıştı. Duruşuna, bakışına, şu hallerine tam oldu Metehan Kurtoğlu. Şimdi taşlar yerine oturdu işte.”
O bana şimşek çakan gözleriyle bakarken, sinirlerinin tepesine fırladığını açık ederken bir şey oluyor. Ağzından kan akan adamın büyük bir kahkaha patlattığını duyuyoruz. Ayol ne oluyoruz? Kimler kimlerin deli gömleğini üstünden çekip almaya kalkışıyor?
Gözlerimi kocaman açarak hafif yana doğru eğiliyorum ve adamın bana bakarak gülmeye devam ettiğini görüyorum. Metehan hemen kocaman bir adımla önüme geçiyor, bana başıyla arkaya geçmemi ima etmesi yerimden kımıldamam için yeterli olmuyor. Orada öylece duruyorum. Ağzından akan kanla beraber kahkahasını yere göğe savuran herif ise, “Kızın geldiğine göre beni salarsın artık Kurtoğlu,” diyor ve Metehan’ın dişlerini önce yanaklarının içine, daha sonra da alt dudağının iç kısmına bastırmasına sebep oluyor.
“Kızın mı?” diyerek kımıldatıyorum dudaklarımı. Hangi filmin çakma karakteri bu? Hayır, söyleyin de bilelim yani.
Metehan dönüp herife bir yumruk attığında ellerimi şokla yüzümün yanlarına koymaya yaklaşıyorum ama hiç hareket etmiyorum. Kaşlarımı yukarı kaldırarak seyrediyorum olan biteni. “Haysiyetsiz gavat,” dediğini duyuyorum Kurtoğlu veliahdının. Yanındaki iri yarı adamlardan bir tanesi sandalyede oturan manyak herifin boynunu tutuyor. Arabada kafası bir oraya bir buraya sallanan oyuncak köpekler gibi hareket etmesini istemiyor galiba. Metehan’a bayağı yardımcı olarak yüzünü bir kez daha patronunun gözleri önüne seriyor. “Hem mekânımı pavyona çevirmeye kalkışacaksın hem de bana gevşek gevşek konuşacaksın, öyle mi? Yamulturum ulan senin suratını.”
Yamultur musun? Al işte! Ben başımıza neler geleceğini çok iyi biliyordum zaten. Gördünüz değil mi siz de?
“Metehan,” diyerek araya girmeye kalkışsam da onun herifin kaşının üstüne bir yumruk daha atmasına engel olamıyorum. “Deli misiniz?!” Yanına geçerek bileğinden tuttuğumda bana öfkeden devamlı yükselip alçalan göğsü eşliğinde homurdanıyor. Aldırış etmeden onun derisi soyulmuş eline bakıyorum ve içimin sızlamasına mani olamadığım için kendime sinirleniyorum. “Ya bir tane akıllı yok mu sizin içinizde?” Bir kez daha bağırdığım için Metehan’ın kaşları mümkünmüş gibi daha çok çatılıyor. Umurumda mı? Hiç de değil! “Adam mekânını pavyona çevirmeye kalkıştı diye onu burada komalık olana kadar dövecek misin? Ayrıca öyle salak salak ağızlarla benden bahsetmesi çok mu önemli? Neyin ne olduğunu bilmiyor muyuz biz? Neden böyle yapıyorsun?”
“Duru neden gelip işime karışıyorsun? Asıl soru bu bence.”
Öfkeyle hırlar gibi konuşması bana geriye adım attıracak, öyle mi? İmkânsız bir şey bu. Geriye adım atmayı reddeden bir yapım vardır benim bir kere.
“Görmek istedim,” diyorum birdenbire. Hem onun bana soru işaretleriyle bakmasına neden oluyorum hem de kendimi afallatıyorum. Fakat bununla da baş ediyorum, korkmayın. “Beni köşe bucak saklamak istedikleri mekânın arkasında neler olduğunu kendi gözlerimle görmek istedim.” Bize kulak misafiri olan çalışanları mı onu daha çok geriyor yoksa ağzını burnunu kırdığı herif mi? Bilemeyeceğim artık orasını. İpin ucu kaçtı sonuçta. Devamını getirmem farz oldu bir nevi. “Sen gerçekten Kurtoğlu ailesinin gurur duyduğu o adam mısın? Burada karanlık işler mi çeviriyorsun? Bana neden merak ettiğimi sorma. Bilmiyorum. Hiçbir şey bildiğim yok. Dokuz yaşımdan beri sana gıcık oluyorum ben zaten!”
Bana kimine göre kısa sayılacak bana göre ise asırlar kadar uzun gelen bir müddet boyunca bakıyor. Sırayla her iki gözüme de attığı ağır bakışlar dudaklarımı sımsıkı birbirine bastırmama, arkasında da sert biçimde yutkunmama sebebiyet veriyor. Hayrolsun inşallah. Kriz öncesi sessizlikse bu fena yanarız.
“Ne duymayı bekliyorsun?”
Bunu kalın ve kısık sesiyle soruyor. Ne duymayı beklediğimi biliyor muyum ben? Belli ki cesaret hapı yutup öyle gelmişim. Sorgulamanın anlamı ne şu an?
Rıza yeniden koştura koştura bulunduğumuz alana geldiğinde, “Metehan abi,” diyor önemli bir şey olduğunu açık ederek. Kurtoğlu benden çekmediği bakışlarıyla birlikte ona devam etmesini ima edecek ölçüde başını oynatıyor. “Ablanın arkadaşı çok içmiş, olay çıkarmış içeride.”
Gözlerimi kapatıp derin bir nefes alıyorum. “Alina’dan mı bahsediyor? Ne olur ondan bahsediyor olmasın.”
“Ofise çıkarın kızı,” diyor Metehan derhal.
“Abi onun yumurta suratlı arkadaşı da olaya karıştı. Birini yumruklamış içeride. Dört adam zor tutuyorlar şimdi.”
“Buğra,” diye tıslıyorum dişlerimin arasından. “Sizi geberteceğim.”
Gözlerimi açtığımda Metehan’ın sandalyedeki herifi işaret parmağıyla göstererek, “Bunu paketleyin,” dediğini duyuyorum. “İlgileneceğim sonra.”
Neyin içine düştüğümü zerre kadar algılayamayarak onu başımı iki yana sallayarak takip ediyorum. En sonunda Metehan bana eliyle yolu gösteriyor ve geçmem için de bakışlarını konuşturmayı ihmal etmiyor. “Gidip seninkilerin meselesini çözelim önce.”