3

2415 Words
Han’ın çok farklı bir havası var cidden. Özellikle bu semtteki kulübü ayrı seviyorum. Diğerlerine de bakma şansım olmuştu. İstanbul’da dört ayrı şubesi var Han’ın. İki tanesini dışarıdan görmüştüm ama diğer kulüplerden ayrılacak kadar göz alıcı bir mimarlığı olduğunu hatırlıyorum. Bir tanesi, yani Etiler’de olan kulüp hiçbir zaman çok kalabalık olmuyor. Babamla Betül ablayı almak için oraya uğramıştık. İçeriye Betül ablamın hatırı için giren babamın neden bu kadar sıkıntılı göründüğünü bilmiyordum o zamanlar. Yaşım on beş ya da on altıydı. Etiler’deki kulübe genelde isim ve ün sahibi insanlar gidiyor. O gün çok kısa bir süreliğine uğradığımızda bile gördüğüm yüzler aşırı tanıdık gelmişti. Hatta sahnesini izlemeye gittiğim bir oyuncunun dibimden geçmesi, benim ona aniden gülümsemem ve onun da bana göz kırpması anımsadığım detaylardan biridir. Aslına bakarsanız ben tanınan isimlerle bir arada olmaya alışkın bir çocukluk geçirdim. O yüzden yaşım ilerledikçe gördüğüm hiçbir ünlü simanın beni etkilemediğini, sadece işlerini beğendiğim birkaç isimle yüz yüze gelince heyecanlandığımı söyleyebilirim. Babam hem sahne yönetmenliği hem de fotoğrafçılık yaptığı için birçok galaya, sergiye, ödül gecesine katıldığım oldu. Ufacık yaşlardayken annemin çıktığı sahnenin önünde onu beklerdim. Babamla beraber ön koltuklarda oturur, annemin dans ya da oyunculuk gösterisini seyretmenin keyfini çıkarırdım. Sanatla iç içe bir aileyle büyümenin en güzel taraflarından biri de bu. Şaşaayı, görkemli birçok mekânı, sanatçının doğal ortamını yakından görüyorsunuz ve onların da sizin kadar insan olduğunu fark ediyorsunuz. Yani hayatımda hiç gördüğüm bir ünlünün suratına çığlık atmamıştım ya da fotoğraf çektirmek için o kişiyi daraltmamıştım. Bazen yeteneğinin beni çok etkilediği tanıdık kişilerle aynı ortamda bulununca çekine çekine yaklaşırdım hatta. Gidip fotoğraf çekilmek aklıma gelmezdi fakat birkaç tüyo alıp küçük de olsa diyalog kurabilmek cazip gelirdi. Babam çok sevdiğim isimlerle bizzat fotoğrafımı çektiğinde genel olarak objektife bile bakamazdım. Sanırım özel hayatımda çok utangaç biri olmayışımın bedelini böyle zamanlarda ödüyorum. Karşımdaki insanı ufacık dahi rahatsız etme ihtimali beni boğup duvarlara atmakta hiç sakınca görmüyor. On yedi yaşıma girerken yine bu kulüpteydim. Çocuk sayılırdım ve ismini hâlâ tam olarak hatırlayamadığım bir çocuktan hoşlanıyordum. Serhat mıydı acaba? Belki de Sinan’dır. Bilemiyorum artık. Hatırlayamayacağım sanırım. Alina’ya sorsam o fil gibi hafızası sayesinde hemen söylerdi ama sahnede şarkı söyleyen soliste kollarını iki yana sallayarak eşlik ettiği için kendisini rahatsız etmek istemiyorum. Yirmi üçüncü yaşıma girerken de Han’dayım. Bu defa liselilerin ayarlayabileceği bir etkinlikten daha fazlasıyla kuşandığımı söylemem gerek. Hem müzik çok kaliteli hem de en göz alıcı, her yere hâkim olabileceğimiz bir locadayız. Oturduğum yerden kulübün tamamını görebiliyorum neredeyse. Üst kata bakıyorum, sahneyi zorlanmadan görüyorum ve bar kısmının nasıl işlediğini bile gözümün ucuyla takip edebiliyorum. Burası şahane. Yalan söylemenin hiç gereği yok. Metehan Kurtoğlu bizi ağırlayabileceği en müthiş yerde ağırlıyor ve ikramda da asla cimrilik yapmıyor. İçkilerin biri bitmeden biri gelirken, yiyeceklerin de hem görselliğinin hem de tatlarının çok başarılı olduğunu söylemeden geçemeyeceğim. Masamızda neler olduğuna şöyle bir dönüp tekrar baktığımda ağzım sulanıyor. Peynir tabakları, avokadolu somon füme, zeytinyağlı enginar, mozarella, patlıcan melanzani, deniz mahsullü rigatoni, hellimli kalamar ızgara… “Efendim ahtapot ızgara da şimdi gelecektir,” diyen görevliyi duyduğumda usul usul başımı sallıyorum. Bu kadarına ne gerek olduğunu sormuyorum ya da ahtapot yiyemediğimden bahsetmiyorum. Sadece başımı sallamakla yetiniyorum çünkü emri büyük yerden aldığının farkındayım. Bir anda aklıma beni oturduğum yerde hart hart kaşındırmaya itecek kadar rahatsız edici düşünceler geliyor. Çocuklar bu mekânı karşılayamayacaklarını düşünüp sıkıntıya girerler mi acaba? Alina için problem olmayacağını biliyorum. Babasının İstanbul’da çok fazla emlak dükkânı var. Aynı zamanda dedesinden kalan evlerin çocuğunun kirada olduğunu da biliyorum çünkü daha önce de söz ettiğim gibi liseden tanışıyoruz. Alina konuşmayı pek sever. Kendisiyle ve ailesiyle de ilgili çok fazla bilgiye sahibim. Burak’ın babası da yurt dışındaki pazarlama şirketlerinden birinin yöneticisi. Annesiyle babası ayrı olmalarına rağmen rahat bir hayat geçirdiğini biliyorum. Mezun olduğunda hemen çalışmak istemediğini söyleyerek gezip tozmaya başlamıştı. Annesinden de ayrı yaşıyor. Pek bahsini açmıyor ama sanırım annesi şu anda başka bir adamla görüşüyor ve Burak bu durumu olumlu karşılamayarak tavrını gösteriyor. Ancak Tevfik’le Buğra’nın ailesinin durumu o kadar da yükseklerde değil. Tevfik’in babası emekli öğretmen, annesi de hemşire. Yeni mezun olmamıza rağmen Tevfik hemen bir işe girmişti. Allah’tan onun için bir şeyler yolunda gitmişti de aylarca iş aramak zorunda kalmamıştı. Aksi durumda çok zorlanacağını tahmin etmek zor değil. Buğra ise çocukluğunu annesi olmadan tamamlamış. Babası başka bir kadınla görüşmeye başlayınca annesi direkt evi terk etmiş ve kız kardeşiyle ikisi bir süre yalnız kalmışlar. Daha sonra babası kız kardeşine kendini affettirerek eve geri dönmüş. Buğra’nın pek onunla arası olmasa da İlay için sessiz kalmış. Yani o da bir şekilde başının çaresine bakması gerekenler takımında yer alıyor. Arkadaşlarımı sevdiğim kadar onlara saygı da duyuyorum. Pahalı mekânlara gitmemeye, güçlerinin yetmeyeceğini hissettiğim durumlarda kalplerini kırmadan bir yolunu bulmaya özen gösteriyorum. Bunu Alina önceden yapamazdı mesela. Arkadaşımı yargılamıyorum. Alışkın olmadığı için düşünemiyordu bu tarz ayrıntıları. Fakat zaman içinde ona aşıladığım birkaç öneriden sonra o da daha dikkatli davranmaya başladı. Bu akşam bana para ödetmek istemeyeceklerini bilmek içimi sıkıştırıyor. Kimseyi zor durumda bırakmak istemiyorum ve çaktırmadan telefonumu elime alıp Alina’ya mesaj atıyorum. Ona çocuklara belli etmemesini, hesabı üçe bölerek Tevfik’le Buğra’ya hiçbir şey ödetmememiz gerektiğini söylüyorum. Alina mesajı göremeyecek kadar şarkıya kapılıp sağa sola sallandığı için onu dürtmek zorunda kalıyorum. Arkadaşıma gözlerimle telefona bakmasını ima ettikten sonra önüme dönüyorum ve hiçbir şeyden haberim yokmuş gibi bar bölümüne göz gezdiriyorum. Birbirinden güzel giyinmiş, mankenden farkı olmayan kızlar bar taburelerinin üstünde oturup içkilerini yudumluyorlar. Giyim kuşam konusunda kızlardan farkı olmayan adamları da orada görüyorum. Defile yapılacaksa bilseydik keşke. Ona göre file çorabımızı geçirir gelirdik. Telefonum titrediğinde hemen ekrana bakıyorum. Alina’nın merak etmeme gerek olmadığını, her şeyi çözeceğini, benim bunları kafama takmamamı çünkü bugün on iki kasım olduğunu belirten mesajını okuyorum. Cevap vermiyorum kendisine. İnat edeceğini biliyorum. Ben de onun sözünü dinleyip arkama yaslanıyorum ve yine tam karşıma bakarak bar bölümünde takılı kalıyorum. Metehan’ın bar tezgâhının yukarıya doğru kapak gibi açılan kısmını havaya kaldırdığını, oradan çıktığını ve bir kadının oturduğu taburenin yanına geçip ufak bir gülümsemeyle baş selamı verdiğini görüyorum. Hemen Metehan’ın jestlerini ya da mimiklerini bir kenara bırakarak kadına odaklanıyorum. Kestaneden daha açık renkte görünen saçlarını açık bırakmış. Metehan’a gülümserken bir tutamı parmaklarının arasına alıyor, oyalanıyor ve ardından da kulağının arkasına sıkıştırıyor. Mini şort, beyaz ve ince askılı crop, bileklerinin üstüne kadar bağlanan ince ipli bir topuklu ayakkabı giyinmiş. Dışarıda yağmur çiselemesini, havanın bıçak kadar keskin oluşunu umursamıyor herhalde. Kulüp hayli sıcak zaten… Üstelik üstündeki parçalarla güzel göründüğünü inkâr etmek de büyük haksızlık olur. Hanımefendinin her şekilde maşallahı var. Valla biz de şıkır şıkır hazırlanıp geldik. Elbisemiz, makyajımız, saçımız, eklem yüzüklerimiz falan. Gayet güzeliz. “Bugün bizimle, Han kulübün misafiri olarak aramızda bulunan Duru Hanım’ın doğum günü,” diyen solisti kulaklarım ancak kendi ismimi duyduğumda algılayabiliyorlar. Hemen kaşlarımı çatarak sahneye doğru bakıyorum ve solistin bizim oturduğumuz locayı göstererek gülümsediğini fark ediyorum. “Kendisinin doğum gününü kutlar, sevdikleriyle nice mutlu seneler geçirmesini dileriz.” Ne yapacağımı bilemiyorum. Şimdi ayağa kalkıp herkesi selamlamam mı gerekiyor? Hayır, ne alakası var? Böyle bir şey yapamam. Sahnede olan ben değilim. Gösteriyi yapıp da alkış bekleyen de ben değilim. Alt tarafı doğum günüm. Alt tarafı şurada biraz eğlenip dağılacağız. Şov üstüne şov yapılmasına ne lüzum var Allah aşkına? Tutuk biçimde gülümseyerek ellerimi önümde birleştiriyorum ve iç içe geçirdiğim parmaklarımı sıkarak başımı eğiyorum. Sanırım yeterli olmuştur bu kadarı. Bizden kalkıp göbek atarak teşekkür şarkısı söylememizi beklemiyorsunuzdur zannımca. Bekliyorsanız da tamamen sizin probleminiz. Geceye bir olay daha sığdırmayacağız, üzgünüm. “Bunu kim yaptı?” diye tıslıyorum bizimkilere doğru eğildiğimde. Solist yeni ve daha coşkulu bir şarkı söyleyerek herkesin coşmasına sebep oluyor. Alina’nın yerinde zor durduğunun farkındayım. Kendisinin kolunu mengene altına alarak oturduğu yere çivilenmesine yol açıyorum. “Güzel bir anı olur diye düşündük.” Oyuncak bir bebek kadar tiz çıkan sesiyle beraber gözlerimi deviriyorum. Alina ise bana aldırış etmeyerek kolunu parmaklarımın arasından kurtarıyor. Elime öpücük bırakıyor ve gözlerini kırpıştırarak gülümsüyor. “Merak etme kuşum, gecenin ilerleyen vakitleri için ayarladığımız sürprizler yüzünü güldürecek.” Hiçbir şeyden emin olamıyorum. Özellikle elindeki şampanya kadehiyle ayağa kalkıp tam önümüze geçen Burak’ı görünce hiç emin olamıyorum değerli konuklar. “Bugün canımızın içi doğdu,” diyor bağıra bağıra. Kaslarını göstermek onun en büyük hobisidir. Kolunu kadehi havada tutmak için iyice havaya kaldırınca tişörtü hafif sıyrılıyor ve kasları da oradan göz kırpmayı ihmal etmiyor. Gözlerimi beynime yapışmasına sebebiyet verecek kadar abartılı bir şekilde devirirken onu duyuyorum. Ne yazık ki… “İyi ki doğdu güzeller güzeli, akıl küpü, yetenek timsali Durucuğumuz! Tokuşturalım gençler!” Diken üstünde oturmaya devam ettikçe bu geceyi zehir zemberek bir boyuta taşıyacağımı düşünüyorum. Arkadaşlarımın çabasını, eğlenme arzusunu ve beni de güldürmek için uğraşıyor olmalarını yok sayamam. Böyle birisi değilim. Vicdan azabımı eve gidince yastığıma sarılıp yer yer yorganıma tekme atarak yaşarım ben. Kadehi elime alıp ayağa kalkıyorum ve benimle beraber diğerleri de ayağa fırlayınca ortada kadehlerimizi tokuşturuyoruz. “Sizi seviyorum çocuklar,” diye coşkuyla sesimi onlara duyurmaktan geri kalmıyorum. “İyi ki benim arkadaşlarımsınız.” Tevfik uzanıp başımın üstünden öpüyor, Buğra beni kolunun altına alarak hafif hafif zıplıyor ve Alina da yanımda adeta göbek atarak şen kahkahasını duyuruyor. Asıl eğlencenin onlar için de tam şu anda başladığını anlıyorum. Solistin sahneden inme vakti geliyor, yerini DJ alıyor. Birbirinden hareketli, insanın oturduğu yerde bile kanını kaynatan müzikler art arda çalmaya başlıyor. İnsanları nasıl eğlendireceğini çok iyi bilen DJ bizim locamızı özellikle işaret edip ismimi geçirdiğinde yerin dibine girecek gibi oluyorum. Tamam, söz konusu özel hayatım olduğunda utanmak gibi bir duyguyla başım hoş değildir. Lakin bu kadar kalabalık içindeyken, üstelik bu kalabalığın halinden bu denli memnun olmasını sağlayan kişi Kurtoğlu ailesinin medarı iftiharı Metehan iken bir kum bulmak, kafamı gömmek suretiyle saklanmak istiyorum. Pastam da müthiş bir parça eşliğinde geliyor. Üstündeki bale ayakkabısını gördüğümde gözlerim kısılana kadar gülümsüyorum ve Alina’nın pastamla özel olarak fotoğrafımı çekmesine izin veriyorum. Hatta hafif şımarmanın hiçbir sakıncası olmayacağını düşünerek poz verme işini abartıyorum. Benim için kesilen büyük bir dilim pastayı simli tabağımla beraber kaldırıp öpücük atıyormuş gibi yapıyorum, hatta gözlerimi kapatıp romantik bir havaya büründürmeyi de unutmuyorum. “Dans edelim,” diyor Alina fotoğraf çekme olayından sonra. Ona uyum sağlayarak beni dans eden kalabalığın arasına çekmesine sessiz kalıyorum. Kulaklarımda adeta patlayan notalar damarlarımdaki kanın akışını hızlandırmaya yetiyor açıkçası. Dans etmeyi çok seviyorum. Bale daha özel bir yerde tabii ki… Çalışıp çabalayıp senelerce gelmek istediğim noktaya ulaşmak adına didinmeye alışkınım. Canımı dişime katmaya da öyle. Fakat eğlenmek başlı başlına bir mevzu sevgili konuklar. Dans ederken hem ruhum dinleniyor hem de iliklerime kadar eğlendiğimi hissediyorum. Saçlarımı savurarak Alina’ya sırtımı dönüyorum ve onun belini kıvırmasına eşlik ediyorum. Bir anda kalabalığın ortasında kendimizi buluyoruz ve daha ne olduğunu anlayamadan ıslıklar çalan parçayla yarışacak yükseklikte kulaklarımızı dolduruyor. Başka birileri daha dansımıza katılıyor. Alina’ya yüzümü dönerek gülüyorum, o da bana uyum sağlarken arkadaşımın güzel yüzünün yer yer ter damlalarıyla sınandığını görüyorum. O kadar çok hareket ediyorum ki, bir yerden sonra aşırı susadığımı hissederek Alina’yı dans eden diğer insanlarla beraber bırakıyorum. Bir ara locaya doğru yürürken Buğra’nın onun yanına gittiğini fark ediyorum. Umarım bu gecenin gazına gelip yanlış şeyler yapmaz diye düşünüyorum. Masanın üzerinde duran şampanya şişesini kavrayıp kadehime dolduracak olduğumda iki damladan fazla gelmiyor. Boş şişeyi masaya bırakıp sadece kadehimi yanıma alarak bar bölümüne ilerliyorum. Metehan’ı tezgâhın arkasında içki hazırlarken görünce kaşlarımın alnıma doğru yükselmesine engel olamıyorum. Mekân sahibimize bakınız. İçkileri de mi kendi elleriyle hazırlamaya başlamış? Vay bana vaylar bize! Dakikalar önce irtibatta olduğu güzel giyimli, hoş saçlı, parlak tenli kadını göremiyorum. Ortalıkta yok. Boştaki bar taburelerinden birine oturup kadehimi alt kısmından tutarak tezgâhın üzerinde ileriye itiyorum. Metehan eline alıp seri hareketlerle kuruladığı bir kadehi yerine koyarken beni fark ediyor. Önce gözlerime, sonra da elime ve öne doğru ittiğim boş kadehime bakıyor. “İçkiniz bittiyse çocuklardan birini çağırsaydınız,” diyor sesini duyurmakta zorlanmayarak. “Zahmet etmeseydin sen.” “Çok fazla dans ettim,” derken terleyen boynuma diğer elimi götürüp tek kaşımı kaldırıyorum. “Sabredecek durumda değilim. Susadım.” “Şampanya mı vereyim sana?” Sorusuna karşılık dudağımı bükerek, “İyi olur,” demeyi seçiyorum. O arkasını dönüp sıra sıra dizili şampanya şişelerinden birine uzanıyor ve başka bir kadehe doldurmaya başlıyor. “Bunun ne kusuru vardı ki?” Metehan işine odaklanmışken gözlerini kaldırarak benim yüzümü arşınlıyor. “Ruj izin bulaşmış.” Söylediği şey kaşlarımı çatarak kadehimi incelememe neden oluyor. Evet, rujum bulaşmış gerçekten. Lakin bu kadeh de benim sonuçta. Yani dudaklarıma götürüp içecek olan yine benim. Başkasına içirmeyeceğim aynı kadehten. Buna koysa ne olacak sanki?” Metehan doldurduğu temiz kadehi önüme bırakmasının ardından ruj izimin bulaştığını söylediği kadehi de alıyor. Kenara koyarak parlatma hedefinin olduğu kadehlere geri dönüyor ve onlarla ilgileniyor. Bana ise yalnızca, “Afiyet olsun Duru,” demekle yetiniyor. “Sen niye burada çalışıyorsun?” diyorum dayanamayarak. Şampanyadan bir yudum alıp tadının damaklarıma yayılmasına müsaade ediyorum. Hemen sonra suretime açık renk bir boya misali çalınan alaycılığımla dudaklarımı iki yana kıvırıyorum. “Yoksa eleman eksiğin mi var?” “Aynen bulamıyoruz burada çalışacak birini,” diye cevap veriyor bana omzunu silkerek. “Ben halledeyim dedim.” “Her şeye yetişemezsin sen de ama.” Kadehimi bir kez daha dudaklarıma götürdüğümde onun da rujumun iziyle boyandığını görüyorum ve bunu neden Metehan’a göstermek istediğimi hiç bilmeyerek işaret parmağımı o kısma bastırıyorum. “Gördün, değil mi? Bak. Bu da kirlendi şimdi. Yeni bir yudum alabilmem için başka bir kadeh mi hazırlayacaksın bana?” “Sanmıyorum,” diyor Metehan viski bardağını çekip alırken. Ağır ve gösterişli şişeyi tezgâhın alt kısmından çekiyor, viski bardağına içkiyi dolduruyor ve iki tane de buz atarak hazır hale getiriyor. “Eğer böyle devam edersen mekândaki tüm şampanya kadehlerini senin için kullanmak zorunda kalırız Duru.” Viski bardağını dudaklarına götürüp irice bir yudum alırken onun sakallarının ışığın altında kahverengiden bile daha açık göründüğü düşüncesine takılıyorum. Saçları kadar koyu durmuyorlar. Oysa saçları daha dağınık, geriye doğru yatırılmış fakat birkaç tutam isyan edip kılıçlarını kuşanarak alnına dökülmeyi tercih etmiş. “Doğum günümü kurtardığın için teşekkürler,” diyorum ancak bunu bile söylerken ona, tüm bu olup bitene, çocukların kalbini kıran birisi oluşuna kafa tutuyorum sanki. Elimde değil. Ne halde olursak olalım tam tersinin mümkün olmayacağını düşünüyorum. Açıkçası bunu düşünmek daha kolay geliyor. Diğer seçenek çok sancılı ve sıkıntılı olur. “Bizimkiler bayağı eğleniyorlar.” “Sen eğlenmiyor musun?” Sorusunu sorduktan sonra bir kez daha içkisinden yudumluyor ve bana kaşlarını eğerek bakmayı ihmal etmiyor. Ona cevap vermeye hazırlanırken genç bir adam koştura koştura bar tezgâhının arkasına geçiyor. Metehan’ın yanına soluğu aldığında onun kulağına aceleyle birkaç kelimeyi sıraladığını fark ediyorum. Yeşil gözlerini bir süreliğine kapatıp nefesini koyuveren Kurtoğlu veliahdı ise ona başını bir defa oynatıyor. Viski bardağını tezgâhın üzerine gürültüyle bırakarak kapak gibi açılan bölümden bar taburelerinin bulunduğu alana çıkıyor. “Siz eğlenmenize bakın,” diyor bana gitmeden önce. “Ne zaman isterseniz kapıdakilerden birine kendinizi bıraktırabilirsiniz.” Başka hiçbir şey demeden ortalıktan kayboluyor. Müziğe, dans eden topluluğa, önümdeki şampanyaya ve daha birçoğuna rağmen içimde bir boşluk oluşuyor. Burada duramayacağımı hissediyorum. Burada duramayacağımızı sadece hissetmiyor, çok da iyi biliyoruz.
Free reading for new users
Scan code to download app
Facebookexpand_more
  • author-avatar
    Writer
  • chap_listContents
  • likeADD