"Ait olduğun yerde kal, Kardelen."
Duyduğum cümle üzerimde soğuk su etkisi yaratırken, olduğum yerde kalmış, kıpırdayamamıştım. Zaman kavramı beni yeniden kendinden uzaklaştırmıştı. Öyle ki Sıraç'ın arkamdan çekilip, yanıma geldiğini ancak vanilya kokusunun uzaklaşmasıyla anladım. Damarlarımdaki tüm kan geriye doğru çekiliyordu sanki. Buraya geleli sadece iki gün olmuştu. Ve ben bu iki günde sürekli aynı duyguları yaşıyordum. Korku, gerginlik, merak.. Ve daha bir çoğunu sığdırmıştım şu iki güne. Buraya gelirken bir şeylerin farklı olacağını biliyordum ama bu kadarı benim bile hayal gücümü aşıyordu.
"Nerede kalıyorsun?" sesi beni biraz olsun kendime getirmeyi başarmıştı. Ama sorusu yeni bir afallamanın kucağına bırakmıştı beni. Anlamaz gözlerle ona baktım.
"Nerede kalıyorsun?"sesinde sabırsız tınılar dolaşıyordu.
"Apartta. " sesim cılız ve bir o kadar da şaşkınlıkla doluydu. Ona neydi ki?
" Hangisi?"
"Pazar yolundaki," söylediklerime kafa sallayıp önden yürümeye başladı. Olduğum yerde durup, ne yaptığını anlamaya çalıştım. Biraz yürüdükten sonra duraklayıp, arkasını döndü.
"Neyi bekliyorsun?" sorusuyla yerimde sıçrayıp ona baktım. Dışarıdan kesinlikle bir ahmak gibi göründüğümün farkındaydım ama hiçbir şeyi anlayamıyordum.
Elleri, her an belinden düşecekmiş gibi duran kotunun cebindeydi. Üzerinde deri bir ceket vardı fakat önü açıktı ve içinde ince, siyah bir tişört vardı. Üşümüyor muydu? O an onun yerine beni bir titreme aldı.
"Anlamadım?" nihayet olaya açıklık getirme kararı almıştım sanırım.
"Ortalıkta gezen bir katil var, ve sen tek başına gitmeyi düşünmüyorsun değil mi?" dalga mı geçiyor bu adam benimle? Kendisi bir katilken etrafta ki başka katillerin varlığını mı sorguluyordu? Ama bu konuyu ona açıp uzatmaya niyetim yoktu. Bir an önce yatağıma ve Kömür'e kavuşmak istiyordum. O yüzden usulca, yeniden arkasını dönüp yola koyulan Sıraç'ın adımlarına eşlik ettim.
Kendisine yetişmem için adımları yavaş ilerliyordu. Hızımı arttırıp ona yetiştiğimde eğdiği kafasını kaldırıp yüzüme baktı.
"Neden konuşmuyorsun?" başını tekrar yola çevirip yürümeye devam etti.
"Anlatacak bir şeyim yok!" dinleyecek kimsem yok diye tamamladım cümlemi. Ama içimden. Ona cevap vermeyip işi yokuşa sürmeyi bir kenara bırakmıştım. Konuşunca farkettim, birileriyle konuşmayı özlemişim. Gerçekten acınası bir haldeydim. Çünkü bu özlemi gidermek için yanımda bir katilden başkası yoktu. Yalnızdım. Ve bu kelime yaşadığım yere her geldiğimde zile basmayıp, kapıyı anahtarla açtığımda bir kez daha yüzüme vuruyordu.
Kimi sevdiysem yalnız bırakıp gitti diyorlar. Oysa ki bir gün terkedecek de olsa birilerinin yanında olması, bir anında bulunması ne büyük bir nimettir bilmez kimse.
Nankördü insanoğlu. Verdiğinde ister, sorduğunda inkar ederdi.
Ama ben inkar etmedim. İnkar edecek bir şeyim olmadı ki! Para mı, şan, şöhret, güç... Hepsinin canı cehenneme. Ben sadece bir yoldaş istedim kendime. Derdimi bilecek, bir yol gösterecek, ekmeğimi bölecek bir yoldaş..
Hayır kesinlikle nankör değildim. Nankör olsaydım sadece bir yıl boyunca konuşabildiğim, yüzünü dahi görmediğim bir arkadaşın peşine düşüp buralara gelir miydim?!
"Sustun?" dudaklarım kendiliğinden iki yana doğru gerildi. Cevap vermedim. Daha az evvel onunla bir anlaşma yaptığımın farkındaydım ama yine de konuşmadım. Konuşamadım. Çünkü konuştukça daha çok alışıyordum. Ve bu beni korkutmuştu. Konuşmaya alışıpta, konuşacak kimsenin yokluğunu kabullenmek zorunda kalmaktan korkmuştum.
"Kaçırdın o treni Dilsiz, konuşabildiğini biliyorum,"sesi sert değildi, sırıttım. Ama yine cevap vermedim. Durup bana döndü. Kaşları çatılmıştı. Sırıtmam yüzümden silindi.
"Konuş!" emri kesin ve netti. Ama uygulayamazdım, biliyordum çünkü. Kendimden taviz verdiğim an her şeyi elime yüzüme bulaştıracağımı biliyordum.
Onu dinlemeden yürümeye devam ettim. Aradaki mesafeyi kendi küçük adımlarımla, bir kaç adım açmıştım ki kolumdan tutup çekilmemle geldiğim yolu geri gitmiştim.
Yüzümü kendisine doğru döndürüp, kolumdaki elini bileğime kadar indirip arkama çevirdi. Bu hareketi aramızdaki mesafeyi yok denebilecek kadar aza indirgemişti. Bedenlerimiz birbirine yapışık gibi dursa da mavi gözleri aramızdaki derin uçurumları ayyuka çıkarmıştı. Ve yoğun vanilya kokusu benim her soluk alış verişimde kendimden geçmemi sağlamıştı.
Yaşadığım ani adrenalin nefes alış hızımı değiştirmişti. Hızla inip kalkan göğsüm, onun sert göğüs kaslarına tüy gibi bir dokunuş sunup, ürkek bir kuş gibi geri yuvasına dönüyordu. Bu tüy gibi olan dokunuşlar aynı ritminde devam ederken, ben olmaktan çıkmış benliğim her seferinde biraz daha uzun sürebilmesini diliyordu. Düşüncelerimin verdiği utanç yüzümü kızartmıştı ve ben şu an ayaklarımızın altında ezilen karların birlik olması ve bir çığ oluşturup beni yutması için duâ etmeye başlamıştım.
Gözleri bana adımı bile unutturacak mavilikteydi. Sahi, o Huzur Mavisi olabilir miydi? Ne demişti kolyeyi boynuma takarken, Kardelen... Sanmam. Bu adamın mavilikleri bana hiç huzuru anımsatmıyordu. Oysa ki mektup arkadaşım bana, annesinin ona bakışları huzuru anımsatıyor diye böyle hitap ettiğini söylemişti. Ben de bu yüzden ona böyle hitap ediyordum. Belki bakışlarını görmemiştim ama, biliyordum. O olsaydı böyle ruhsuz bakmazdı.
Yüzünü görmemiştim ama ben onu cümlelerinden tanıyordum. O cümleler Sıraç gibi eli kan kokan bir katilin kaleminden dökülmüş olamazdı.
"Sana konuş, dedim!" sinirli bir şekilde tısladı. Umursamadım. Sessizliğimi korudum. Çenesi seğiriyordu. Bileğimi o kadar çok sıkıyordu ki, canım yanmaya başlamıştı. Hiç bir zaman o, çıt kırıldım kızlardan olmadım ama Sıraç gerçekten canımı yakıyordu. Ona yanıt vermedikçe daha çok sıkıyordu bileğimi. Gözlerim dolmuştu ve gözlerine bakmaktan kendimi men etmiştim.
Boştaki elini çeneme getirip yüzüne bakmaya zorladı. Bileklerimdeki baskısı yetmiyormuş gibi bir de çeneme uyguladığı şiddet, dolduğu için bulanık görmeme neden olan gözlerim son çırpınışlarına rağmen yenik düşmesine neden olup birer damlayı yerçekimine armağan etmişti. Yolculuklarına göz pınarlarımda başlayan damlalar acizliğimi kanıtlarcasına son durağı olarak çenemdeki elini seçmişti. Bakışları yaşları takip etse de gözlerindeki katîlik kendinden ödün vermiyordu.
Konuşmamı istiyordu. Ama ben konuşunca eline bir şey geçmeyeceğinin o da farkındaydı. O sadece üzerimde otorite kurmak ve beni yönetmek istiyordu. Onun egosunu beslemek için biçilmiş kaftandım resmen. Beni kolayca alt edebiliyordu. Zayıflığımın zaten farkındaydım, ona güç yetiremeyeceğimin de farkındaydım. Buna rağmen her seferinde yüzüme tokat gibi çarpmasa olmuyordu sanki bu gerçeği. Ama inadım inanttı konuşmayacaktım. Zaten kolyemi de almıştım. İstediği gibi fiziksel acıya başvurabilirdi. Belki canım yanardı ama bu mühim değildi. Acıya katlanabilirdim. Yani umarım.
"Beni kızdırmakla aklınca bir oyuna başladın. Ama unutma eğer bir oyunun içinde yer alıyorsam, sadece kuralları belirlemek içindir. " kendinden emin tavrı, sesindeki o ilahi tını, bakışlarındaki netlik, kolayca bir köleyi vezir, veziri ise köle edebilirdi. Bütün bunların bir araya toplandığı bu beden ise birçok kızı oldukça kolay bir şekilde etkileyebilirdi. Ama ben o kesimden değilim gibi bir cümle kurmayacaktım çünkü gayette o kesimdendim ve bu görünüşü beni de etkilemişti. Ama aklımın hep bir köşesinde onun katil olduğu cümlesi dönüp, dolaşıyordu. Sanırım artık bu konuyla ilgili bir şeyler yapmanın zamanı gelmişti.
Konuşmayacağımı anlamış olacak ki, bileğimdeki elini bırakıp yürümeye devam etti. Yaptığına bir an şaşırsam da sanırım artık onun bu değişken haline alışmam gerekiyordu. Arayı çok açmasına müsaade etmeden arkasından yürümeye başladım. Yol boyunca bir daha benimle konuşmaya çalışmadı. Nihayet apartın önüne geldiğimizde duraklayıp bana baktı. Ama konuşmadı, sanırım o da benim sessizlik oyunuma dahil olmuştu. Oysa ki daha demin söylediği sözler kulağıma tekrar ulaştı.
"Eğer bir oyunun içinde yer alıyorsam, sadece kuralları belirlemek içindir. " bu oyunun kurallarını ben belirlemiştim ve o farkına varmadan benim kurallarımla hareket ediyordu.
Sakin ol, Mısra. Sakin ol kızım. Bunu onun yüzüne vurmak istemiyorsun.
"Bunun burada biteceğini sanmıyorsundur, umarım." alay eder gibi konuşmuştu. Ama o alaylar bile gözlerine ulaşamıyordu, o denli ruhsuzdu mavileri. Anlamazca yüzüne baktım.
"Bugün yaptığın hilenin bedelini yarın okulda vereceksin!" ah! Oysa ki ben kurtulduğumu düşünüyordum.
Konuşmak sorun değildi, asıl sorun duyulmamaktı. Ben konuşurdum, o dinlerdi.. Peki ya seneye ne olacaktı? Ben yine gitmek zorunda kalınca ne olacaktı? Konuşmaya alışmışken, bir anda suskunlukla kucaklaşmayı tekrar atlatabilir miydim? Sanmam.
Çok değil birkaç yıl önce, sessizliğe doğru ilk adımlarımı atarken ki halim geldi gözlerimin önüne. Odaya girip, sırtımı kapıya dayadığım ve ses tellerimi koparırcasına attığım çığlıklar düştü bir bir hatırıma. Bir kez daha yaşayamazdım o yıkımı. Etrafımdaki herkes bugün var olsada, biliyordum yarın yok olacaklardı. Bu konuda ağır derslerim vardı; ilki annem, ikincisi ise babam tarafından verilmişti. Gerçi annemi asla suçlamadım. Çünkü biliyordum, elinde olsa gitmezdi, ama babama diyecek kelime kalmadı lugatımda artık.
Yaşarken yetim bırakmıştı babam beni. Zaten en çokta acıtan buydu ya, mezarına gidince dertleşebilecek durumda bile değildim. Babam yaşıyor ama ben yüzünü bile hatırlamıyordum.
Bir ressamın acemilik eserine resmedilmiş gibiydim. Ressam etrafıma anlamsız bir şekilde siyah kalemle çizikler atıyordu. Bunu yapmasının nedeni, yaptığı şeyi sanat sanmasındandı. Ama ben resmin son halini biliyordum. Çizikler halinde başlayan karartılar ressamı cezbedecekti zamanla ve ben o zaman resimdeki gereksiz bir ayrıntı olarak kalacaktım. Varlığım git gide rahatsız edecekti onu. Ve o, benim tüm dünyamı karartacak o kararı alacaktı kendi kendine.. Bir zamanlar beyaz olan kağıdı, siyahın kusursuzluğuna bulayacaktı... Beni ve baştaki çiziklerden arta kalan aydınlığı siyahın zindanlarında tutsak bırakacaktı. Nitekim şuan içimin kasveti ve karanlığı, sokak lambasının yanı sıra bembeyaz karın bir nebze olsun aydınlattığı geceyi zehirli bir sarmaşık gibi çepeçevre kuşatmıştı bile. Her yer kararmıştı gözümde ve aydınlatmak için bir girişimde bulunmayacaktım. Çünkü biliyordum, ne yaparsam yapayım boşunaydı...
Apartın kapısının önünde durmuş birbirimize bakıyorduk. İkimizde bakışlarımızı kaçırmıyorduk. Anlamsız bir savaşın içine gitmiştik ve birimizden birimiz pes edene kadar bitmeyecekti bu çekişme.
Bir anda esnememle gözlerimiz arasındaki savaşı bitirmiş oldum. Her ne kadar istemeden olsa da, ona karşı yenilgiye uğramak sinirimi bozmuştu.
Esnememle bakışları kocaman açtığım ağzıma gelince hafifçe gülümsedi, ben ise utançtan pancara dönmüştüm. Gözlerine ulaşan bir gülümsemeydi bu. Belki de düşündüğüm kadar ruhsuz değildir. Zira bu maviler bu parıltıyı misafir etmezdi hanesinde.
Başını hafifçe omzuna yatırıp kaşlarıyla alarmın kapısını işaret etti. Allahım şu an ne kadar da sevilesiydi. Bir an önce aparta girmezsem yanaklarını mıncırmak için harekete geçebilirdim.
"Cezanı yarın ödeyeceksin, unutma!" sevilesi mi dedim ben az önce unutun siz onu. İtici pisliğin tekiydi şu an gözümde.
Ona arkamı dönüp apartın kapısına yöneldim. Ah, lanet kapı ne kadar da ağırdı. Nihayet açmayı başardığımda üç adım sonra benzeri bir kapı daha vardı ama bunu açmak daha kolaydı. Çabucak açıp asansöre yöneldim. Merdivenleri tercih etmedim çünkü şu an cidden çok uykum vardı.
Odaya girer girmez ceketimi kenara fırlatıp, Kömür'ü kucakladığım gibi yatağa attım kendimi. Sıraç gitti mi diye bakmayacaktım,bunu iki tane geçerli nedeni vardı. Birincisi, odam arka cephedeydi ve resmen dağı taşı seyrediyordum. Hemen önümde tek katlı idarenin çatısı onun bitişiğinde ise kocaman bir dağ vardı. Yani onu görmem imkansızdı. İkincisi ise, bana ne ondan?
Kolyemde, Kömür de benimle olduğuna göre okul saatine kadar güzel bir uyku çekme ümidiyle kapattım gözlerimi.
**********
Okulun bahçesinde dikilmiş elimdeki A4 kağıdına belki ellinci defa göz attım. Hayır, hayatımda ilk defa A4 kağıdı görmüyordum ama ilk defa ellerim arasında duran bu kağıt bir 'dilekçe' niteliği taşıyordu ve bunu ben yazmıştım. İçeriği ise, bir ihbardı. O gün duyduğum ve gördüğüm, olayla ilgili ne varsa yazmıştım dilekçeye. Şimdi ise yapmam gereken tek şey, bu dilekçeyi idareye teslim edip, gereğini yapmalarını beklemekti.
Adımlarımı okulun içine yönlendirdim. Sakin olmalıydım. Bunu yaparsam hem vicdan azabı çekmeyecektim hem de Sıraç belasından yakamı kurtaracaktım. Aksini düşünmek bile istemiyorum.
Müdür yardımcısının yanına geldiğimde, bir şey demesine fırsat vermeden dilekçeyi ona uzattım. Elimden alıp okumaya başladı. Cümleler ilerledikçe kaşları çatılmaya başladı. Nihayet bittiğinde başını kaldırıp yüzüme baktı.
"Emin misin?" dediğinde tereddüt etmeden başımı aşağı yukarı salladım. Çünkü orada gördüğüm ve duyduğumdan başka bir şey yazmadım. Tamam ben Sıraç'ın katil olduğunu düşünebilirdim ama kendi düşüncelerimi ve hislerimi nesnel bir yargıymış gibi insanlara anlatıp adaleti yanıltamazdım.
Müdür yardımcısı kafasını sallayıp beni odadan gönderdiğinde iç muhasebem sorguya başlamıştı. Acaba doğru olanı mı yaptım?
Duvarlar üzerime üzerime gelince daralıp bahçeye çıkmaya karar verdim. Boş bulduğum bir banka kuruldum. Dersin başlamasına daha çok vardı. Sıraç'a yakalanmadan kağıdı ulaştırmak için erken gelmiştim.
Birkaç dakika sonra okulun bahçe kapısında siyah, mat bir spor araba belirdi. Otoparka doğru giden aracı bahçedeki bir çok göz itinayla izliyordu. Özellikle de kızlar.
Biraz sonra aracın içinden ineni görmemle, kızların bakışlarının sebebini anlamam eş zamanlı oldu. Aracın şöfor koltuğundan inen Sıraç, gerek giyimiyle, gerek bakışlarıyla gerek de arkasında bıraktığı arabayla bir çok kızın iç çekmesine neden olmuştu. Gösteriş budalası işte. Hem kaç yaşındaydı ki bu, araba kullanabiliyordu? Gerçi benimkide soru, adam cinayet işleyerek kanunlara aykırı davranmış. Kalkıp da ehliyeti mi takacaktı?
Dışarıdan bakan birileri çok kolay bir şekilde onun etkisi altına girebilirdi. Belki ben de o gün o çocuğu tehdit ederken görmeseydim, bugün yürüşüne bile iç çekenler kervanına katılmış olurdum.
Adımları bana doğru gelirken bahçedekilerin gözlerindeki hayranlık yerini meraka bırakmıştı. Bu kadar uzaktan nasıl biliyorsun demeyin; bende aynı şeyleri yaşıyordum.
Oturduğum banka iyice yaklaştığında, tedirginliğim artmıştı. Acaba onu ihbar ettiğimi mi öğrenmişti? Allahım iyice paranoyak olmaya başladım.
Bir iki adım önümdeyken bana bakarak yürümeye devam etti. Çatık kaşlarımla ne yapmaya çalıştığına bakıyordum. Aramızda çok kısa bir mesafe kaldığında göz kırpıp yanımdan geçti. Ve beni yeni bir afallamanın kucağına bıraktı.
Sakin ol kalbim, niye bu kadar hızlısın?
Yaptığı hareket yakınımızda bulunan bir kaç kişinin radarına yakalanmıştı. Kızların bana olan bakışları hiç hayra alamet değildi, ne yazık ki.
Başımı önüme eğip demin yaptığı hareketi sindirmeye çalıştım. Dün gece söylediklerini ima etmek için yapmıştı bu hareketi. Bunun farkındaydım ama diğerleri bunu bilmiyorlardı. Ellerimi kaldırıp kendime yelpaze yapacakken son anda kendime engel oldum, çünkü beni takip ettiğini biliyordum.
Başımı etrafı izliyormuş gibi yapıp onun gittiği yöne doğru çevirdiğimde, yanılmadığımı anladım. Bir çardakta yanında bir çocukla oturuyordu. Yanındaki çocuk ona bir şeyler söylerken o, bakışlarını bende sabitlemiş, kafa sallıyordu. Muhtemelen çocuğun söylediklerini onaylıyordu. Bakışlarımız saliselik bir zaman diliminde bir biriyle kesiştiğinde, etrafı izleme moduna bürünüp bakışlarımı kaçırdım.
Bir süre sonra oturdukları çardakta kısa süreli bir hareketlenme olduğunda yan gözlerle oraya baktım. Sıraç ayaklanmış hatta okula doğru yol almıştı. Okula girip gözden kaybolduğunda ben de başımı tekrar yere çevirip orada oyalandım.
Yaklaşık on dakika sonra polis siren sesleri duyulmaya başlamıştı, okulun çevresinde. Polis araçları bahçenin tam ortasında durduklarında, içlerinden dört tane polis çıktı. Yönlerini direkt olarak binaya yönlendiririp, Sıraç gibi gözden kayboldular. Sıraç... Tabi ya! Onun için geldiler..
Bir süre çıkmalarını bekledim. Daha fazla dayanamayacağıma emin olduğum zaman oturduğum banktan kalkıp, okula doğru gitmeye başladım. Tam binanın giriş kapısının önüne geldiğimde, kapı içeriden açıldı. Önde bir polis, arkada Sıraç'ı kollarından tutmuş iki polis ve onlarında arkasında bir polis daha vardı. Resmen etrafına duvar örmüşlerdi. Onlara yol vermek için kenara geçtiğimde, üzerimde hissettiğim yoğun bakışlara kayıtsız kalamayıp ürkek bakışlarımı onun korkutucu mavileriyle buluşturduğumda, bir savaşıda başlatmış oldum.
Sesini duyabilecek, kokusunun etkisi altına kolayca girebilecek, bir mesafedeydim. Konuşmadı. Gerçi konuşması için illa ki dudaklarını oynatması veya ses tellerini titreştirmesi gerekmezdi. Zira gözleri yeteri kadar konuşuyor ve hatta beni tehdit ediyordu. 'Bunu ödeyeceksin!' diyordu adeta. Bakışması boyunca gözleri aralıksız bir şekilde bu cümleyi tekrar etmişti. Öyle ki benim gözlerim ürkek bakışlar atmaktan öteye gidemiyordu. Onun mavileri benim kahvelerime konuşması için zaman da imkan da tanımıyordu.
Zaman diliminde kısa, bana göre uzun süre devam eden göz diyaloğumuz, polislerin Sıraç'ı çekiştirmesiyle sona erdi. Polis arabalarına yöneldiler. Bir polis memuru, onu arabaya bildirirken başına eliyle baskı yapıp içeriye girmesini sağladı. Bu görüntüler beni anlamsız bir boşluğa sürükledi. Son bir kez önümdeki arabada, arka koltukta oturan Sıraç'a baktım. Onun da gözleri benim üzerimdeydi. Tehditlerini susturmuştu, sanırım konuşma sırası benim kahvelerimdeydi. Onun gibi uzun uzadıya veya soluksuz konuşmadı irislerim, tek bir kelime fısıldadı; 'Üzgünüm.' Bakışlarımı kaçırıp, koşar adımlarla sınıfa çıkmıştım.
Doğru olan buydu ve ben doğru olanı yapmıştım. Öyleyse içime oturan bu panda da neyin nesiydi?!
********
Gün boyu bütün derslere katılmış ama hiçbir şey anlamamıştım. Aklım hep Sıraç'ın susmuş bakışlarındaydı. İnşallah yanlış bir şey yapmamışımdır.
Nihayet okul bittiğinde koşar adımlarla odama geldim. Hem dün geceki uykusuzluk hem de bugün olanlar yüzünden uyumak istiyordum. Çünkü olan biteni dinç kafayla düşünmem gerekiyordu. Kömür'ü kucağıma alıp yatağa kıvrıldım. Acıkmıştım ama umursamadım, hayatımda ilk defa aç uyumuyordum, son olacağını da hiç sanmıyordum.
*******
Yine sıçrayarak uyanmıştım. Hep aynı şeyi görüyordum ve hep aynı tepkiyi veriyordum. 'Anne' diye kopan feryatlar, Kömür'ü sıkmaktan hissizleşmiş parmaklar ve hiç bitmeyecekmiş gibi akan gözyaşları.... Yine uyanır uyanmaz kolyemi yoklamıştım. Tekrar orada olmama ihtimali canımı öylesine yakıyordu ki, ellerimi titreye titreye boynuma uzatıyordum. Oradaydı. Hâlâ benimleydi.. Ve neyse ki bu kez ağlamam eskisi kadar şiddetli olmamış, daha erken durmuştu.
Yatakta oturur pozisyona geçip, yastığın yanında duran telefonuma saate bakmak için uzandım. Zaten başka bir işe yaradığı da yoktu. Bir tek babam buradan arıyordu o kadar. Saat akşam sekiz olmuştu. Bu kadar uzun süre uyuyabilmiş olmam şaşırılacak bir durumdu. Etraf fazlasıyla kararmıştı.
Ayağa kalkıp dolaba doğru yürüdüm. Terden sırılsıklam olmuştum, bir duşa girsem iyi olacaktı.
Giyeceğim kıyafetleri ayarlayıp yatağın üzerine bıraktım. İstikamet banyo..!
Sıcak su tüm bedenimi gevşetirken elim duş jeline gitti. Kapağını açtığımda burnuma dolan enfes vanilya kokusuyla, istemsizce kasılmıştım. Aklıma yine Sıraç gelmişti. O da vanilya kokuyordu. Ama başka bir koku daha vardı fakat çözümleyemiyordum, kokunun neye ait olduğunu. Sadece vanilyayı ayırt edebilmiştim. Diğerini bilmiyordum ama parfüm olmadığına emindim. Parfüm kadar yapay kokmuyordu teni.
Banyodan çıkınca bornozla sarınıp yatağıma doğru gittim. Kendi kokum burnuma dolunca istemsizce gülümsedim. Yoğun bir şekilde vanilya korkuyordum..
Her ne kadar odamın pencereleri dağa baksa da tedbiri elden bırakmak olmaz diyerek güneşlikleri kapatmak için yönümü pencereye çevirdim. Ve gördüğümle olduğum yerde çığlık atmam bir oldu.
Sıraç, pencerenin önündeydi..