#3:Kayıp

2174 Words
Kapkaranlık bir yolun tek yolcusu gibiydim. Tek şansım yolumda hiç dönemeç olmamasıydı. Dümdüzdü nasibime düşen bu yol. Belki de sonu uçuruma çıkıyordu ama hiç bir pişmanlığım yoktu. Bu yolu ben seçmiştim. Beni getirip yol ayrımının başına bırakmışlardı ve ben sadece hangisine gitmek istediğimin kararını vermiştim. İlk başta durup bu yolda ya beni geri almalarını ya da bana bir yoldaş vermelerini bekledim. İkisini de yapmadılar. Ben de dümdüz ilerledim. Ne önüme bir taş çıktı beni devirmeye çalışan, ne de vahşi bir hayvan çevirdi yolumdan. Belki de onlar bile benden umudu kesmişlerdi. Ben çıktığım yolda yanıma bir yoldaş ararken, sanki cüzzamlıymışım gibi yarasalar bile sarmıyordu etrafımı. İlla ki bir beden, bir çift kelam değildi aradığım. Bir nefes bile yeterdi beni telkin etmeye. Şimdi burada hissettiğim şey tam da bunlardı. Beni yol ayrımına babam bırakmıştı ve benden yürüyeceğim yolun kararını vermemi istiyordu. Ben de burayı seçmiştim. Çünkü annemin ölümünden sonra edindiğim ilk arkadaşımın - her ne kadar mektup yoluyla tanıyor olsam da - bu okulda olma ihtimali vardı. Ve o ihtimal beni buraya kadar sürüklemişti. Anlık bir karardı bu. Belki görsem tanımam bile ama yine de buraya gelip, bir zamanlar içimi döktüğüm arkadaşımı bulmak istemiştim. Elimde göz renginden başka hiç bir şeyi olmayan arkadaşımı düşündüm. Acaba buradaysa ve bir gün olurda karşılaşırsak onunla konuşur muydum? Yoksa sağırlar kervanına onu da ekler miydim? Evet, iletişime geçemediğim insanlara sağır diyordum çünkü ben konuşuyordum hatta çığlık çığlığa bağırıyordum ama onlar kendilerini sahte kahkahalara o kadar alıştırmışlardı ki duymuyorlardı.. Sessiz yakarışlarımı, hayatımı pranga misali çepeçevre saran yalnızlığın sinsi fısıltılarını duymuyorlardı. Bu yüzden sadece sustum. Şimdi beni çepeçevre saran şey yalnızlığın sinsi fısıltıları değil, mavi gözlü katilin bir pençeyi andıran kocaman elleriydi. Gözlerini kahvelerime sabitlemiş, yüreğime saldığı korkunun yansımasını arıyordu. "Bir yere mi gidiyordun?" yine o korkutucu ses tonu. Sadece bir kez duymuş olmama rağmen aklımda büyük bir yer edinen ve her zerremi titretmeye yeten o ses. Ve ona zıt bir şekilde her soluduğumda iştahımı kabartıp, uyuşturucu bağımlıları gibi biraz daha arttırılmış dozunu istediğim o yoğun vanilya kokusu... Konuşmadım. Onunda benim bu sessizliğime adapte olması gerekirdi. Saçlarıma tekrar asılmasıyla büyük bir çığlık koparmamak için kendimi zor tutuyordum. Benden bir yanıt beklediği bariz belliydi fakat şu an burada eğer konuşursam bu katilin benim yakamı bırakmayacağını da biliyordum. Şimdilik cevap alabilmek için biraz hırpalardı ama o da diğerleri gibi dilsiz olduğumu düşünüp bırakırdı yakamı. Nasıl olsa dilsiz ve korkak bir kız kimseye bir şey anlatamazdı. "Cevap ver lan!" kükremeyi andıran sesiyle neye uğradığımı şaşırmıştım. İhtiyacım olan tek şey biraz daha iradeydi. Ve ben o iradeye sahiptim. Yine sessiz kaldım.. "Konuşsana kızım dilini mi yuttun?" sessizlik oyunum hala devam ediyordu. Kararlıydım. Konuşmayacaktım. "Sıraç, bırak kızı!" saçlarımdaki elinin izin verdiği kadar başımı sesin geldiği yöne doğru çevirdim. Bu hareketim saç diplerimin daha fazla acımasına neden oldu ama bu sesin sahibini görmeden başımı düzeltmeye niyetim yoktu. Dün sabah sınıfta gördüğüm çocuktu. Yüzüne haklı bir endişe peyda olmuştu. Sonuçta okula yeni gelen dilsiz, zavallı bir kız; bir insanı öldürebilecek potansiyele sahip olan bu çocuğun ellerinde çırpınıyordu. "İşine bak," dedi adının Sıraç olduğunu yeni öğrendiğim mavi gözlü. Yüzünü tam göremiyordum ama sesinde bıkkınlık dolu bir ton vardı. "Sen de konuş artık," bu seferki cümlesinin hedefi bendim. Ve sesinde ki bıkkınlık gitmiş yerine yersiz bir öfke konumlandırılmıştı. Ama konuşmayacaktım. Eğer konuşursam yakamı bırakmazdı, hiç kurtuluşum olmazdı. "Konuşamaz!" dedi diğer çocuk. Belki de dün okuldan kaçıp gitmeme neden olan ' sözde dilsizliğim' bugün hayatımın kurtulmasına yol açacaktı. " Ne o, sahibi sen misin? " ne kadar iğrenç bir cümleydi bu böyle? Canımın acısını kenara atıp duyduğum cümlenin iğrençliğine kaşlarımı çatmış Sıraç denilen çocuğa bakıyordum. Fakat onun ilgisi diğer çocuktaydı. "Öyle değil, o konuşamıyor!" gözleri her ne kadar Sıraç 'ta olsa da arada bir bana mahcup bakışlar fırlatıyordu. Sanırım dünkü çıkışım yüzündendi. Duydukları etkili olmuş olacak ki; saçlarımda ki elleri gevşemişti. Yüzünü bana doğru çevirdi, sesi bazen duygularını ele verse de yüzü tam anlamıyla pokerface ifadesinin betimlemesi gibi duruyordu. Hiç bir anlam çıkaramıyordum. Oysa ki, bu zamana kadar hep insanları izlemiş, haklarında tahminler yürütmüştüm. Fakat bu çocuk için henüz hiç bir şey söyleyemiyordum. Yüzünü o, ne düşündüğü belli olmayan ifadeden kurtarıp, gözlerime değen mavilerine bir tutam sertlik serpiştirdi. Ve kulağıma doğru fısıldamaya başladı. Nefesi boynuma değiyor ve değdiği yere âdeta cehennemi vadediyordu. "Dilin lâl olabilir ama kulaklarının sağır olduğunu hiç sanmıyorum. O yüzden dediklerimi iyi dinle. Eğer dün şahit olduklarını birine anlatırsan, daha beterini sana tattırırım. Biliyorsun, birilerine bir şeyleri anlatmanın tek yolu konuşmak değildir! " tehditvâri cümleleri kulaklarıma dolduğunda, tüm vücudumu titreme sardı. Dilsiz olanlar genelde sağır da olmazlar mıydı, nereden biliyordu duyabildiğimi? " Anladın mı beni?" duyduğum ses kendime gelmeme sebep olmuştu. Sıraç denen katilin benden bir yanıt beklediğini hatırlayınca hızla kafamı onaylar biçimde salladım. Ne yapabilirdim, korkuyordum! Önceden gevşettiği ellerini saçlarımdan tamamen çekince bende doğruldum. Nihayet üzerimdeki egemenliği bitmişti. Bir an önce kendimi toparlayıp okul binasına yöneldim bu sırada bahçede siren sesleri yayılmaya başlamıştı. Fazla erken geldiler (!) Okul girişindeki üç basamaklı merdivenlerin önüne geldiğimde az önce - her ne kadar bilmeyerek de olsa - hayatımı kurtaran çocuğa baktım. Teşekkür mahiyetinde başımı yavaşça yere eğip selamladım onu. Yüzüne tatlı bir gülümseme yerleştirip selamıma karşılık verdi. Umursamadım. Yoluma devam edecekken kolumdan tutulmamla arkamı döndüm. "Ben dün sınıfta olanlar hakkında konuşacaktım. " tahammülsüzce gözlerimi devirdim. Bir an önce bu saçma yerden ve bu saçma konudan uzaklaşmak istiyordum. Fakat o konuşmaya devam etti. "Sen öyle aniden gidince biz çok utandık. Özellikle de Duru. Aslında kötü biri değildir. Sadece, dünde söylemiştim, biraz heyecanlı bir tiptir. Füsun hoca sana, gözlerinden ateş çıkaracakmış gibi bakınca, Duru 'da dayanamadı. Aslında böyle olduğun konusunda emin değildik. Sadece Duru ile aramızda oluşturduğumuz teorilerden biriydi ve Duru ânın vermiş olduğu heyecanına yenik düşerek teoriyi gerçek kabul etmişti. Demek istediğim o ki; Özür dilerim özellikle de Duru adına. Muhtemelen bu özrü neden kendisinin değil de benim dilediğimi sorguluyorsun. Sana sadece şu kadarını söyleyebilirim ki, o, seni her gördüğünde utancından, avcıyı görünce kafasını kuma gömen deve kuşu gibi saklanacaktır. " ne kadar da çok konuşmuştu. Toplasan bir ay içinde bu kadar kelime sarf etmem ben. Bu çocuktaki de neyin enerjisi böyle. Anlattıklarında haklı olabilirdi. Umursamadım. Arkamı dönüp okul merdivenlerine doğru ilerledim. Önümdeki basamakları hızla çıkıp sınıfa doğru adımladım. Aslında ders işleyeceklerini hiç sanmıyordum ama yine de bir görünmek lazımdı. Sınıftan içeriye girdiğimde gözüm direkt sarışının sırasına takıldı. Beni gördüğü an gözlerini mahcup bir eda ile kaçırmış, başını cama doğru çevirmişti. Az önceki çocuğun anlattığı deve kuşu olayı canlandı gözümde. Gülümsedim. Gerçekten de yerinde bir benzetme olmuştu. Olduğum yerde oyalanmadan yerime oturmuştum. Dirseklerimi masanın üzerinde birleştirip üzerine yattım. Başımı cama doğru çevirmiştim. Saç diplerim hâlâ acıyordu. Bir anda sınıfın kapısı açılınca başımı kaldırıp o yöne baktım. Gelen müdür yardımcısıydı. Yüz ifadesinden keyifsiz olduğu kolayca anlaşılabiliyordu. "Çocuklar, yaşanılan elim olay yüzünden bugün okulda ders işlenmeyecektir. Yurtlarınıza gidebilirsiniz. " deyip sınıftan çıktı. Normalde ders işlenmemesine sevinilmesi gerekirken herkes somurtuyordu. Kolay değildi gencecik bir can hayattan koparılmıştı. Kim bilir ne hayaller o bedenle birlikte toprağa karışacaktı. Baharda yeşermesi gereken umutlar bir bir dalından koparılmıştı. Bilmezler miydi, o umudu yeşerten o dalın ta kendisiydi. Yaşadığımız bu şehir içinde sadece öğrencileri barındırıyordu. Bir kaç esnaf ve idareciler ve onların ailelerinden başka içinde yerli halkı çok aza indirgenmiş bir şehirdi burası. Birde üniversite vardı burada. İlk okul ve orta okul toplam sayısı bir elin parmaklarını geçmezdi. Sessiz, sakin bir şehirdi. Aslında şehir demek ne kadar doğru olurdu bilmiyordum ama 82 vilayetten biri kabul edilmişti. Halbuki sorsanız haritada yerini gösterebilecek insan sayısı çok azdır. Her ne kadar buraya geleli kısa bir süre olmuş olsa da 12 yaşındayken edindiğim mektup arkadaşım sağ olsun, burası hakkında epeyce bilgim vardı. Zaten bu şehre gelme nedenim de oydu. Adını dahi bilmiyordum ama onu bulmayı çok istiyordum. Mektuplaşırken birbirimize takma isimler verip o şekilde hitap ediyorduk. O, annesinin ona verdiği ismi söylüyordu. Aslında isimden çok tamlamaydı. Onun adı 'Huzur Mavisiydi'. Benim adım ise 'Kardelen'di. Sebebi ise annemin kolyesiydi. Kolyeyi ilk gördüğüm gün geldi aklıma. "Mısra, fıstığım hadi geç oldu. Uyumalısın artık." "Ama uykum yok! " annem kafasını yukarı kaldırıp kendi kendine bir şeyler mırıldandı. Bende kafamı kaldırıp baktığı yere baktım, kiminle konuşuyordu o? Annem kollarını iki yanıma koyup üzerime eğildi. Boynundan sarkan kolyesi çeneme çarpmıştı. Çok olmasa da bu canımı yakmıştı. Annem canımın yandığını anlamış olmalı ki, çenemden, tam kolyenin çarptığı noktadan öptü. Ben ise o sırada kolyeye kötü bakışlar atıyordum. Zincirin ucunda bir çiçek vardı ama kafası aşağıya doğru eğikti. Sanırım o da bana çarptığı için utanmıştı. "Tamam, affettim! " annem kaşlarını çatmış bana bakıyordu. " Senden özür dilemedim, küçük hanım. " " Zaten sana demedim ki!." "Öyleyse kime dedin? " diye sordu. Meraklı kadın işte! " Kolyende ki çiçek bana çarptığı için çok utanmış. Baksana boynunu bükmüş. Affettiğimi söylediğim halde neden başını kaldırmıyor? " annem birden kahkaha atmaya başladı. Uzun süre de devam etti kahkahalarına. Sonra sustu. Nihayet bitmişti gülmesi. " O çiçeğin boynunu bükmesi ne utancındandı, ne de korkusundan. Onun boynunu bükmesi sırtındaki sevda yükünün ağırlığındandı. " bir yandan konuşuyor bir yandan da gülümsüyordu annem. " Niye sevda çok mu ağır? " annem şimdi daha derin gülümsüyordu. Yan sınıftaki Sevda da biraz tombul biriydi. Sanırım bütün sevdalar ağırdı. " Taşımasını bildikten sonra hiç bir yük ağır değildir, kızım. " " O zaman bu çiçek aptal!" annem yine kaşlarını çatmıştı. Böyle yapınca korkutucu olduğunu falan mı sanıyordu acaba? O asla korkutucu olamaz ki.! Bir kere bir anneye göre oldukça sevimliydi. Niye korkayım ki ondan? "Bunu da nereden çıkardın? " " Baksana bir şeyi taşımayı bile bilmiyor! " " Umarım sen bu yükle karşılaştığında bir aptal gibi davranmazsın! " daha çok kendi kendine konuşmuştu ama ben duymuştum. " Ben niye sevdayı taşıyormuşum, o beni taşısın. " " Henüz bunları konuşmak için çok erken tatlım, hadi artık gerçekten uyuman gerekiyor bebeğim. " " Seninle uyumak istiyorum. " diye mızmızlanmaya başladım. Annem uyurken bile kolyesini çıkartmıyordu. Daha önce yanında uyuduğumda zincirini görmüştüm ama o çiçeği ilk defa görüyordum. Ben bile her gece anneme sarılarak uyuyamıyordum ama o aptal çiçek her zaman annemle birlikteydi. Onun olması gereken yerde ben olmalıydım ve olacaktım da!. Yorganın altındaki kollarımı dışarıya çıkarıp anneme doğru uzattım. O da hemen beni kucakladı. Onların yatak odasına doğru giderken kolyeye kötü kötü bakıyordum. Yatağa girip kollarımı annemin boynuna doladım. Artık ben de anneme o çiçek kadar yakındım. Annemin muhteşem kokusu burnuma dolunca kendimi içinde bulunduğum güvene bırakıp, yavaş yavaş uykuya teslim oldum. Yatakta sadece ben, annem ve o çiçek vardık.. Anlaşılan babam yine geç gelecekti eve. Aklıma doluşan anılar, gözlerimi yakmaya başlamıştı. Bir an önce sınıftan çıkmalıydım. Dilsizliğime yeteri kadar acımışlardı bir de burada ağlamak kaldırabileceğim bir ağırlık değildi. Sandalyenin yan tarafından astığım çantamı alarak sınıftan çıktım. Saçlarımı yüzümü kapatacak şekilde öne alıp, yürüdüm. Çünkü artık saklanması gereken gözyaşlarım yanaklarımdaki yerlerini almışlardı. Bıktım artık! Güne farklı başlayıp aynı bitirmekten bıktım! Yorgunluğum, dargınlığım had safhaya ulaştı.. Savaşamıyordum.. Belki düşmanımın kim ya da ne olduğunu bilsem biraz direnebilirdim ama bilmiyordum. Sanki tüm dünya düşmanımdı ve ben küçük ellerim, paramparça olmuş çocuk kalbimle kocaman olan o dünya ya karşı savaşıyordum. Ruhumda kramp girmeyen, kurşun yemeyen yerim yoktu. Paramparça olmuştu ruhum, yoğun kan kaybediyordum. Ve biliyordum canımı da kaybediyordum.. Yine de kahrolasıca çenemi açmıyordum işte. Dışımın sessizliğine inat içimde kopan fırtınalar kasıp kavuruyordu dört bir yanımı. O koca dünyaya karşı zayıftım belki ama içimdeki keşmekeşliğe de kayıtsız kalamazdım. Dışıma sustuklarımdan içime koca bir çığlık saldım. Öyle bir çığlıktı ki bu, yılların acısının, anısının, gözyaşlarının serzenişleri gizliydi içinde. Ve yine öyle bir çığlıktı ki bu, fırtınaların yıllardır yapmaya çalıştığını bir kaç saniyede yapmıştı. Gölgesinin dahi değdiği her yeri yakıp yıkmıştı. Bunu ben yapmıştım. Azrail'in elinde çırpınmaktansa kendi canımı kendim almıştım. Ben o gün yenilmiştim.... Vazgeçmiştim...! Cenin pozisyonunu almış yatağımda hıçkıra hıçkıra ağlıyordum. Kucağımda yine sadık dostum Kömür vardı. Ağladıkça uykum geliyordu ve uyudukça da ağlıyordum. Garip bir kısır döngüydü bu. Ağlıyordum çünkü özlüyordum. Uyuyordum çünkü onu görebileceğimi biliyordum. Ve uyanınca yeniden ağlıyordum çünkü ona ölümü yakıştıramıyordum. Özellikle de o şekilde diri diri yanarak ölmeyi ona yakıştıramazdım. Bana daha çok yakışırdı ölüm. Ama onun üzerine oturmuyordu. Ölüm; hem büyük beden hem de büyük bedeldi. Onun naif vücudu büyük bedeni dolduramazdı, emanet dururdu üzerinde. Büyük bedel ise asla ona gelmezdi. Çünkü onun en büyük suçu yanlış bir adama aşık olmak ve dünyaya beni kaybettirmekti. Evet annem beni dünyaya kazandırmamıştı. O beni bu kocaman ve karanlık dünyada kaybettirmişti. Ne yolumu bulabiliyordum, ne de önümü görebiliyordum. Kayıptım... Düşüncelerimin ağırlığına dayanamayan gözlerim kendini kapatmaya programlamıştı. Etrafım yavaş yavaş bulanıklaştığında hem özlemim tazelendi hem de acım... "Anne! " yine olmuştu işte. Yine bir çok duyguyu bir arada hissediyordum. Ama en baskın olanı korkuydu. Çünkü annemin yüzünü hatırlayamıyordum. Ya unutursam?! O zaman yaşamaya bir nedenim kalacak mıydı? Önce yüzü silinecekti aklımdan, sonra görünüşüne dair her şey.. Peki ya sonrası?! Anılarımız, sesi, sözleri.. Hepsi bir bir gidecek miydi? Unutacak mıydım onu? Silinecek miydi zihnimden? Hiç var olmamış gibi.... Korkum baş göstermişti ve elim istemsizce boynuma gitmişti.. Her gece sıçrayarak uyandıktan sonra yapardım bunu, güç verirdi bana. Annemin hiç bir yere gitmediğinin her daim benimle olduğunun apaçık bir kanıtıydı o kolye. Elim boynumu yokladığında, dizlerimin bağı yavaş yavaş çözülmeye başlamıştı. Omurgamdan yukarıya doğru yoğun bir ürperti geçti. Ve biraz önce üzerine benzin bidonundaki suyu serpiştirdiğim korkum, bidonun içindekinin benzin çıkmasıyla iyice harlanmıştı. Şimdi ben dahil, bana kocaman gelen bu dünyayı yakıp kül edecek derecedeydi. Çünkü.. Kolyem yerinde değildi!...
Free reading for new users
Scan code to download app
Facebookexpand_more
  • author-avatar
    Writer
  • chap_listContents
  • likeADD