SOLİS VI

1829 Words
“Sadece bir kaç aptal baş kaldıran.” dedi Amarok, dişlerini sertçe sıkarken. Karşımda oturup, bilediği bıçaklarından gözlerini kaldırdı ve bana baktı. “Eğer saldırmamıza izin verseydin köklerini kuruturduk General.” “Evet, potansiyel bir savaş başlatmak için Lytheris’in eline koz verirdik.” Yanıtım sertti. “Bir savaş olacaksa bunu başlatan değil bitiren taraf olmayı tercih ederim.” Amarok’un bıçağı bilemeyi bırakıp sert bir şekilde yanıt vermesini bekledim, ama sessiz kaldı. O an anladım ki, onun içindeki öfke yalnızca bastırılmış bir volkan gibiydi. Bana karşı gelmezdi. Sadece emrimi bekliyordu. Gözleri bir an için Dimitry’ye kaydı, ama bakışı bir kurdun avını tartması gibiydi. Onun bu bakışı, zeplinin dar alanında yankılanan sessizlikte daha da ağır bir his bırakıyordu. Ona saldırmayacaktı. Sadece sivri kulakları, zeplinin içini dinliyordu. Milena’nın tekrar konuşmasını bekledim, ama sessizliğini koruyordu. Mor gözleri, Dimitry’nin kelepçelerine takılı kalmıştı. Onunda içinde bir çatışma olduğunu hissedebiliyordum. Belki de burada bulunmanın doğru olup olmadığını sorguluyordu. Ama onun gibi potansiyeli yüksek bir askeri Lytheris gibi bir çöplükte bırakamazdım. Kendi içindeki çelişkiler, yüzündeki ince mimiklerden anlaşılıyordu. Sonunda dayanamayarak konuşmaya karar verdim. Çünkü bana benim kararımı sorgulatıyordu. “Lytheris’in küçük bir parçası bizim gözetimimiz de olsada,” dedim yavaşça, gözlerimi Milena ardından Amarok’a çevirerek, “Orası iblis kökenli derebeylerinin yönetiminde. Dominion da büyük ihtimalle onlardan kaynak alan bir oluşum.” Gözlerimi bu sefer Dimitry’ye diktim. “Bir anlık hata, domino taşı etkisi yaratabilir. Değil mi Dimitry?” Milena hafifçe başını salladı. “Anladım, General. Ama...” Tereddüt etti, ardından devam etti. “Ama ya onların arkasında başka bir güç varsa? Derebeyleri eskisi kadar etkin değil. Kendi ticaret yolları var. Bu ne kadar yasa dışı olsa da...” “Bu mümkün,” dedim, sesime ciddiyet ekleyerek. “Bu yüzden elimizdeki her bilgiyi toplamak zorundayız. Dimitry bize yardımcı olacak.” Amarok, bir homurtuyla söze karıştı. “Wampiri ben sorgulamak istiyorum efendim.” Ona bakış attım, gözlerim sertleşti. “Elbette, sana sorgulaman için izin vereceğim. Yakın zamanda Nihil’e gideceksin.” Amarok başını salladı ve hiçbir şey söylemeden bıçağını bilemeye devam etti. Hareketleri ritmik ve alışılmış bir becerinin sonucuydu, sanki çevresindeki dünyadan tamamen soyutlanmış gibi görünüyordu. Bu, onun görev bilinciyle her zaman uyumlu olan karakteriydi. Farklı düşünebilir, farklı yolları seçebilirdik; ancak Amarok’un yeteneklerine ve sadakatine duyduğum güven sarsılmazdı. O, sorgulamadan, tartışmadan verilen emirleri yerine getirirdi. Bazen bu tavrını soğuk bulsam da, onun pratik yaklaşımı ekibimiz için bir denge unsuru oluşturuyordu. Sessizlik içimize işlemişti. Sanki konuşmaktan değil, düşüncelerimizden yorulmuş gibiydik. Dimitry bir süre kımıldamadı, ardından yavaşça başını kaldırıp bize baktı. Gözleri, içinde biriken kelimelerin serbest kalmayı arzuladığı bir fırtına gibi parlıyordu. Ağzındaki ağızlık onun suskunluğunu fiziksel bir zorunluluğa dönüştürmüştü. Eğer sivri dişlerini askerlerime saplamak istemeyeceğinden emin olsaydım, çocuğa böyle bir muamele göstermezdim. Milena ise, tüm dikkatiyle kendi silahıyla ilgileniyordu. Hemen hizamda, bir kaç koltuk ileride oturuyordu. Kendi dünyasına çekilmişti ve bu dünyada bizim için bir yer yoktu. Onun bu hali, her zaman bir tehlike öncesindeki sakinliği hatırlattı bana. Onu seçmemde, hata yapmadığımı biliyordum. Gözlerimin üzerlerinde gezindiğini biliyor gibiydiler ama seslerini çıkarmadılar ya da benimle göz teması kurmadılar. Yeni askerim, sağ kolum ve küçük bir suçluyla mükemmel bir yolculuk olacağa benziyordu. Aramızdaki bu sessizlik, adeta ağır bir örtü gibi üzerimize çökmüştü. Kimse bir şey söylemeye cesaret edemiyordu, ya da gerek görmüyordu. Ben de derin bir nefes alarak başımı geriye yasladım. Koltuğun sertliği, yorgun bedenimi garip bir şekilde rahatlatıyordu. Kollarımı gövdemde birleştirip gözlerimi kapattım. Düşüncelerimin içine süzüldüğü karanlık beni içine çekti. “Anna!”diye seslendi. Büyükannem Beatrice, kulağının arkasına bir perçem beyaz saçını kulağının arkasına iterken, bana gülümsedi. “Tatlım, bugün için heyecanlı mısın?” Uzağı görmesini sağlayan gözlüklerinin üzerinden ona doğru sakin adımlarla yürürken, bana içi ışıldayan mavi gözlerle bakıyordu. ”Ben bir o kadar heyecanlı ve enerjiğim.” “Selamlarımı sunarım, Beatrice Evergarden.” dedim, elimi kalbimin üzerine koyarak, hafifçe eğildim. Elbette bu bir şakaydı, doğrulduğumda, hemen yüzüme alaycı bir gülümseme yayıldı. “Bende heyecanlıyım büyükanne.” Elinde ki, kitabı havada sallarken, “Şakacı kız.” diye mırıldandı. Ardından eliyle Solirith’in en büyük kütüphanesi olan, Scientia'yı gösterdi. “Baksana ne şahane!” Gözlerimi, gökyüzüne meydan okuyan ihtişamıyla karşımızda yükselen yapıya çevirdim. Dış yüzeyi, sanki dünyadaki tüm yıldızları içine hapsetmiş gibi ışıldayan cam ve kristal panellerle kaplıydı. Öğlen güneşi ışınları, bu devasa yapı üzerinde dans ediyor, her bir cam levhadan gökkuşağı tonlarında yansıyordu. Kütüphanenin merkezi kubbesi, keskin geometrik hatlara sahip bir prizmayı andırıyor, içinden yayılan ışık sanki yapının kendisinin bir enerji kaynağı olduğunu düşündürüyordu. Bu Solirith için normal bir binaydı. Solirith kristaller ya da yıldızlar şehri olarak anılırdı. Çift kanatlı dev kapılardan geçtik. Üzerlerine ince bir işçilikle, bilgeliği sembolize eden baykuş kabartmaları işlenmişti. Kütüphanenin etrafını geniş bir mermer zemin çevreliyordu; zemine, aynı zamanda bir pusulayı andıran büyük bir mozaik işlenmişti. Bu mozaik, bilgeliğin her yönden geldiğini simgeliyordu. Merdivenler, bir dantel gibi işlenmiş demir korkuluklarla süslenmişti ve kütüphanenin ana kapısına kadar uzanıyordu. İçeriden gelen hafif bir uğultu, sesler vardı. O kadar antrenman, çatışma, savaş gürültüsünden sonra burası cennet gibi hissettiriyordu. Rüzgâr, kütüphanenin çevresindeki ağaçların yapraklarını nazikçe hışırdatırken, Büyükannem Beatrice hayranlıkla içeriyi inceliyordu. Buraya en son ne zaman geldiğimi anımsamıyordum bile. Büyükannemin heyecanımı normal olarak karşılıyordum. “Vay canına. Kitap stoğu ne kadar da genişlemiş.” dedi büyükanne, sesi heyecanla titriyordu. “Hangi bölümden başlamak istersin?” “Savaş tarihi,” dediğimde gözleri büyüdü. Ama yeniden onu gafil avlamıştım. “Eski Dünya Klasikleri, biliyorsun küçükken sürekli bana o öyküleri okurdun. Yeniden okumanı istiyorum.” “Elbette.” dedi bir eliyle kolumdan tutarken. Diğer elinde üzeri çiçekli bir örtüyle örtülmüş, hasır sepeti taşıyordu. Piknik? Kaçıncı yüz yılda kalmıştı? O gerçekten geleneksel davranmayı seviyordu. “Notre-Dame'ın Kamburu, belki Küçük Prens ya da... İki Şehrin Hikayesi. Hangisini okumamı istersin?” Gözlerim Savaş Tarih’i bölümünden zar zor alabilmiştim ki; “Hım,” diye mırıldandım. “Çizgili Pijamalı Çocuğa ne dersin?” “İç karartan eserler yok. Günün tek kuralı.” diye bana çıkıştı. Sonra hevesle konuştu. “Peter Pan, günün ilk kitabı olsun.” “Peki öyle olsun.” Büyükanne Beatrice, koluma sıkıca tutunarak kütüphanenin içine doğru ilerledi. Devasa koridorlar boyunca sıralanmış kitap rafları arasında yürürken, her raf bana küçükken sanki başka bir dünyanın kapısını aralıyormuş gibi hissettirirdi. Bu düşünce ile gülümsemiştim. Kitaplar, yaşanmış ve hayal edilmiş binlerce hayatın sessiz tanığı olarak, sabırla okunmayı bekliyor gibiydi. Raflar arasından ilerlerken, soluk ahşap zemin her adımda hafifçe gıcırdıyordu. Peter Pan’ı bulacağımız, Eski Dünya Klasikleri bölümüne doğru yaklaştığımızda, Beatrice bir süre duraksadı. “Hatırlıyor musun?” dedi düşünceli bir ifadeyle, yüzü geçmişte bir anıyı canlandırıyormuş gibi ışıldıyordu. “Sana Peter Pan okuduğumda, her seferinde Wendy’nin uçma kısmında kendin de uçabilecekmiş gibi heyecanlanırdın.” “Kim bilir, belki de bir gün.” diye karşılık verdim, bir gülümseme dudaklarımın köşesine ilişti. “Aslında bu mümkün...” Bölüme ulaştığımızda, büyükannem sepetini dikkatlice yere koydu ve raflara göz gezdirdi. Parmakları, kitapların sırtları üzerinde yavaşça dolaştı. Sonunda, üzeri hafifçe eskimiş ama bir o kadar da zarif bir kapakla karşılaştı. “İşte buradasın,” dedi zafer kazanmış gibi. Peter Pan’ı dikkatlice çekip çıkardı. Kitaplar bizim zamanımız için birer hazine gibiydi. Hemen yakındaki geniş, kadife kaplı bir koltuğa yerleştik. Gözlerimi büyükannemin yüzüne diktim. Kitabı nazikçe açtı, sayfaları çevirirken çıkan hafif hışırtı sesini duymak bile huzur veriyordu. Ben kollarımı masanın üzerine koyup, başımı kollarıma yaslarken, büyükannem gözlüklerini burun kemerinin üzerinde düzeltti. İlk satırı okumaya başladığında, sesindeki o tanıdık, sakin tını beni hemen çocukluğuma geri götürdü: “‘Bütün çocuklar büyür, biri hariç.’” Büyükanne Beatrice’in yumuşak ve melodik sesi, okuduğu her kelimeyle etrafımızda adeta bir hikâye dünyası örüyordu. Sözler, onun dudaklarından dökülürken canlanıyor, kütüphanenin huzurlu atmosferinde yankılanıyordu. Gözlerim, arada sırada rafların arasında sessizce dolaşan diğer insanlara kayıyordu; onların dingin varlığı, bir zamanlar kaos ve savaşın hüküm sürdüğü hayatımdan ne kadar farklıydı. Dışarıdaki dünyanın karmaşasından uzakta, bu mekân sanki zamanın durduğu, sadece düşüncelerin ve hayallerin var olduğu bir sığınak gibiydi. Kaçmak isterdim ama görevim ve sorumluluklarım vardı. Sadece kısa molalar verebilirdim. Kısa bir an kaçabilirdim. Büyükannem sayfaları çevirdikçe, tane tane kelimeleri okudukça uyku beni sarıyordu. Uykuya düşkün bile değildim. Bir süre sonra, büyükannem sesiyle beni düşüncelerimden çıkardı: “Bir ara vermeliyim, tatlım. Boğazımın dinlenmeye ihtiyacı var. Hadi dışarı çıkalım. ” Dışarı çıktığımızda, mermer zeminin üzerindeki devasa mozaik ışıldıyordu. Büyükannem sepetini açtı ve içeriden bir termos, birkaç bardak ve sandviç çıkardı. Birazdan öğle güneşinin altında piknik yapıyorduk. Sandviçimden bir ısırık alırken, “Lezzetli.” diye fısıldadım. Gerçi en son ne zaman doğru düzgün bir şeyler yemiştim, hatırlamıyordum bile. “Biliyorsun,” dedi Beatrice bir lokma aldıktan sonra, “Hayat, bir savaş alanı olabileceği gibi, bir peri masalı da olabilir. Hangi kısmına odaklanacağına sen karar verirsin Elbette sen bir askerin ama hala gençsin tatlım. Belki biraz mola vermelisin.” Alaycı bir şekilde, dişlerini gösterip gülümsedi. “Benden daha yaşlı ve yorgun görünüyorsun.” İçleri ışıldayan gözlerine bakındım. Büyükanne Beatrice, zarif yaşlılığının izlerini taşıyan, ancak hâlâ dimdik duran bir kadındı. Gümüş rengine çalan saçları, başının etrafında özenle toplanmıştı. Derin çizgilerle bezelmiş yüzü, yaşanmış yılların ve birikmiş deneyimlerin sessiz birer tanığıydı. Gözleri, parlak mavi renkte olup, etrafına sevgi ve anlayışla bakan bir çift pınar gibiydi. İnce yapılı elleri, zamanın getirdiği hafif titremelere rağmen, hâlâ şefkatle dokunabilecek kadar güçlüydü. Elini elimin üzerine koydu. Bir an duraksadım, derin bir nefes aldım ve içimde biriken duyguları dile getirmeye karar verdim. “Belki,” dedim, “Savaşın dehşeti, kayıplar, yaşadığım travmalar... Ama Lytheris hala Solirith için bir tehditken, İmperium Cemiyetini en iyi savaş Generallerinden mahrum bırakamam.” Aslında hepsi zihnimde derin izler bırakmıştı. Geceleri uyuyamıyordum, sürekli o anları yeniden yaşıyordum. Düşüncelerim beni derin bir sessizliğe sürükledi. Diyecek pek bir şeyim yoktu. Bir peri masalı yaratmak mümkün değildi. İnsanlarla görev dışında konuşmak, günlük hayata karışmak zorlaşıyor; sanki etrafımdaki dünya ile aramda görünmez bir duvar örülüyordu. İçimdeki bu sessizlik, büyürken Büyükannem yeniden elimi sıkarak, varlığını belli etti. Beatrice gülümsedi. “Sen abin Milan ve kız kardeşin Mira’ya kıyasla her zaman daha soğuk kanlıydın.” dedi. “Ama duygularınızı belli etmek, seni her zaman incitmez canım ya da öldürmez...” “YAŞA DOMİNİON!” Diye bir bağırma duyduğumuzda ne olduğunu anlayamadık. Hızlı bir ışık yüzümün yanından geçerken, bir kaç saç tutamım kopmuş, havada süzülerek yere düşmüştü “Anna!” demişti Büyükannem. Yere yığıldığında hala adımı sayımlıyor, gzleri boş bir şekilde bakıyor, dudakları hafifçe kıpırdıyordu. Kalp atışları hızla düşerken, bir damla kan yanağından süzüldü. “Büyükannem!” diye bağırdım, panik içinde yere diz çökerek onu sarmaya çalıştım. Ama ellerim kanla ıslanıyordu. Gümüş silahımı kılıfından çekip, ileride aksimize zıt noktada elinde silahla, koşan adama doğru hedef aldığımda adamı tek hamlede yere indirmem sadece üç saniye sürmüştü. Gelen askerlerin ve toplanan kalabalığın sesini duyabiliyordum. Ama tüm sesleri bastıran, bir ses vardı. “Anna... Anna.. ” Büyükannem adımı sayılırken, kurşun kristalin isabet ettiği noktayı arıyordum. Büyükannem elini zar zor kaldırıp, gücünü kullanarak; zaman akışını kırdığında kanaması durdu ama gücü tükeniyordu. Kanı ise adeta bir kum saatinden dökülen kum taneleri gibi damlıyordu. “General.” Milena beni uyandırmak istermiş gibi elini omzuna koyacağı anda bileğini yakaladım. Uyumuyordum. Sadece hatalarımı düşünüyordum. Milena’nın elini sıktığımı fark ettiğimde, bileğindeki bıraktım. Elini geri çekti. Bakışlarımı ona çevirdim, yüzündeki ifade merak ve endişe karışımıydı. Derin bir nefes alarak elimi gevşettim. “Gardımı asla indirmem,” diye mırıldandım. Sesim her zamanki gibi soğuktu. “Boynunu kırabilirdim. Bir dahakine sadece seslen.”
Free reading for new users
Scan code to download app
Facebookexpand_more
  • author-avatar
    Writer
  • chap_listContents
  • likeADD