Zifiri karanlık, devasa hangarın etrafını sararken, tek bir ışık huzmesi, yerin derinliklerine uzanıyordu. Gecenin içindeki sessizlik, her adımda daha da derinleşiyordu. Metalik bir rüzgar, uçarak geçtikçe, karanlığın içinde kıpırdayan sinsi bir hışırtı gibi yankılandı. O rüzgar, her bir solukta hissediliyordu, tenime dokunarak geçiyordu.
Adımlarım, geniş beton zemine çarpıyordu, yankılanan sesleri hafifçe gürültüye dönüştürüyordu. Bir kaç saat tutuklanan isyancıları Lytheris’de bulunan, Nihil’e gönderilmesi için askerleri koordine etmiştim. Milena ise bize eşlik edecek soğuk kanlı bir kaç asker seçmiş ve şehrin haritasından gideceğimiz yolu belirmemişlerdi.
Milena yanımda sessizdi, her adımı özenle atıyordu gözlerinde hâlâ bir soru işareti vardı. Görevin ağırlaşan anlamını henüz kabul edememişti, ama varlığındaki sertlik, izlediği yolun bilinçli bir yönüydü. Hangarın büyüklüğü, tüm bu karanlıkta ürkütücü bir şekilde beliriyordu. Çelikten ve alüminyumdan yapılmış devasa duvarlar, yeryüzünün neredeyse tüm ışığını yutuyordu. Havanın soğukluğu, burnumda keskin bir şekilde hissediliyor, ama aynı zamanda içimdeki boşluk, bir yük gibi ağırlaşıyordu. Lytheris’e gelirken, biraz daha umutluydum. Ama elimde olanları değerlendirecektim.
Zeplin, hangarın derinliklerinde, gövdesi devasa bir hayalet gibi karanlıkta kaybolmuştu. Gümüş ve siyah metalin birleşimi, uzaklardan bakıldığında, uçsuz bucaksız bir yaratımdan başka bir şey gibi duruyordu. O devasa yapıyı, az önceki kısıtlı odaların içindeki hafif ortamla kıyaslamak zordu. Burada her şey daha büyüktü. Solirith’in son teknolojisinden bir mühendislik harikasıydı.
Milena’nın adımlarını duyabiliyordum. Vücudu her hareket ettiğinde, bu uçsuz bucaksız alanda bile yankı buluyordu. Zeplin’in hemen yanına geldiğimizde, devasa gövdesinin yanında küçülmüş hissediyordum. O kadar büyük, o kadar ağır bir şey ki, sanki bütün dünyayı kaldırabilecekmiş gibi. Kollarımda hala hissedilen sıcaklık, geceyle birleşince neredeyse kaybolmuştu. Askerlerden iki tanesi çocuğu tutuyor, diğer ikisi ise silahları ile çevreyi gözetliyorlardı.
Askerlere ait gölgeler, geceyi bekleyen hayaletler gibi duruyordu. Hepsi, zorlu bir şekilde zepelinin etrafını kontrol ediyor, benden ise işaret bekliyordu. Zeplinin kapıları açıldığında, bir Solirith askeri aşağı indi. Bu Amarok’du. Sadece bana baktı. Bir şey dememe gerek yoktu. Kabaca, kaslı kollarıyla ağır merdiveni indirdi ve diğer askerlere zepline binmeleri için müsaade etti.
Kurt kulakları başının yanlarından sivri bir şekilde dik halde dururken, omuzlarındaki gümüş zırh parçalarıyla karanlığa meydan okur gibiydi. Yüzü, sert hatları ve kararlı bakışlarıyla güçlü bir askerdi. Ancak bedenine uygun bir Solirith zırhı olmadığı için ona özgü siyah bir giysiler içindeydi. Omzundan, beline uzanan bir askeri yük kemeri ve kemerin ceplerinde silahları ile bıçakları vardı. Dimitry’nin kokusunu aldığında yüzünü buruşturmuş, ama ben orada olduğum için küfür edememişti.
Milena’nın bakışları, yavaşça ondan bana kayarak, “ Bir kurt ve wampir... Yaklaşık yedi saatlik bir yolculukta, kapalı uçan bir kutunun içinde. Bu sizce ne kadar güvenli efendim?” diye sordu. Kısa süren sessizlik sonra, sesinde karamsar bir sessizlik vardı. “Sadece gerçekçi olasılıkları değerlendiriyordum.” diye ekledi, gözlerinde Amarok’a baktığında bir sorgulama varken.
Yanıtım alaycıydı. “Karşında Solirith’in iradesi en güçlü askerlerinden biri duruyor. Eminim ki onun için kolay bir yolculuk olacaktır Milena.” Milena’ya huysuzca bakan, Amarok’a göz kırptım. “Bundan hiç şüphem yok.”
“Saygısızlık etmek istemedim.” diye mırıldandı Milena, gözlerinde bir uyarı ve şüphe karışımı bir ifadeyle. “Bağışlayın...”
Amarok, vücudunun her hareketinde gergin olduğu belli oluyordu. Hiçbir şekilde rahatsız olmadan, yere sabit duruşunu koruyarak sesini duyurdu: “Dediklerin benim için önemsiz. Ben iradesi güçlü bir askerim ve bir astın ne dediği ile ilgilenmiyorum. Türümün bununla bir ilgisi yok.”
Milena, Amarok’un sert cevabıyla sanki bir an donakalmıştı. “Kaba olmak istememiştim.” Çenesini dikleştirdi. “A-fe-der-sin.”
Amarok'un yüzünde sadece taşlaşmış bir kayıtsızlık okunuyordu. “Dediğim gibi önemi yok.”
“Her neyse,” dedim, ikisinin arasında ki gerginliğe daha fazla dayanamayarak. “Zepline binin.”
Milena, kısa bir an bana bir şey söylemek ister gibi baktı ama sonunda sessizce başını çevirdi ve yürümeye başladı. Ayak sesleri, taş zemin üzerinde yankılanırken, ona eşlik eden sessizlik ortamı daha da ağırlaştırmıştı. Amarok, Milena’nın ardından yalnızca bir saniyelik bir tereddütle baktı, ardından hiç acele etmeden başıyla beni selamladı ve harekete geçti. Zeplinin, geniş, çelik merdivenlerini tırmandım. Hangarın içine giren rüzgarın uğultusu, kulaklarımızda duyuluyordu. Kapının önünde durup döndüm ve ikisine baktım.
“İkiniz,” dedim, sesimin mümkün olduğunca kararlı ve net çıkmasına özen göstererek, “Orta yolu bulup, anlaşsanız iyi olur. Artık birlikte çalışacaksınız. Ve bu bir rica değil, emir.”
Milena başını hafifçe eğerek söylediklerimi kabul ettiğini belli eden bir hareket yaptı ama yüzündeki ifadeden, bunu tamamen içselleştirdiğini söylemek zordu. Amarok ise sessizce bakışlarını bana çevirdi. Bir şey söyleyecekmiş gibi duruyordu ama sonra vazgeçti. Bana bir asker selamı verdi ve ağır adımlarla zepline doğru ilerledi. Yanımdan geçerek, zepline bindi. Milena da asker selamını yineledi. Derin bir nefes alarak, merdivene doğru ilk adımını atıp, sevinçli bir gülümseme ile içeri girdi. Bende son kez terk etmek üzere bulunduğumuz Lytheris’e son kez baktım. İçeri ilk giren askerler yanlarımdan geçerek zeplinden indiler.
Onlara minnetle bakarak, elimi yumruk yaptım ve kalbimin üzerine gelecek şekilde göğsüme çarptım. Aynı şekilde bana karşılık verdiler. Ardından zeplinin içine adım attığımda, bizi karşılayan, soğuk bir gerginlik oldu. Metalik duvarlar, görev boyunca yalnızca gerekli olan ekipmanla donatılmıştı. İki taraflı koltuk sıraları, küçük bir kokpit bölümü ve arka tarafa doğru bir kargo alanı uzanıyordu. Dimitry oraya kapatılmıştı. Başında iki asker duruyordu.
Milena, hemen sol tarafta ki, karşılıklı duran koltuklardan birine dimdik oturmuş, sessizce içeriyi incelemeye başlamıştı. Amarok ise, girişin yakınındaki bir köşeye geçti. Oturmak yerine ayakta durmayı tercih etmişti; sırtını metal duvara yaslayarak, kollarını göğsünde birleştirdi. Ben metal kapıyı sert bir çekişle kapattıktan sonra zeplinin çalışan motoru sessizliği bozmuştu.. Milena kemerini bağladı. Amarok ise metal borudan tutunarak, yerini sağlamlaştırdı.
“General.” dedi Milena, sesi daha önceki sert tonundan uzaklaşmış, sakin bir yumuşaklık kazanmıştı. “Sizinle geliyorum ama ben Lytheris’de görevliyim ve yanımda hiçbir teçhizatım ya da özel eşya yok. Size nasıl faydalı olabilirim?”
Milena’nın bakışlarındaki merak derinleşti, sessizce cevabımı bekliyordu. “Öncelikle tüm ihtiyaçların İmperium tarafından karşılanacak,” dedim içini rahatlatmak adına. Sonuçta o genç bir kızdı. Ardından, gözlerimi hafifçe daraltarak. “Buna bir iç güdü diyebilirsin ama insanların kim olduklarını hemen anlarım. Bir nevi yetenek avcısı gibi. Lytheris, gibi bir yerde hayatta kaldıysan, her yerde kalırsın. Üstelik bölükte ki tek kadında sendin, bu demek ki bir farkın var. İçgüdülerin de yeterince güçlü. Midende sağlam...”
Milena bir süre duraksadı. Ardından hafifçe başını salladı, ancak yüzündeki sersem bir ifade belirmişti. “Anlıyorum... Görüşleriniz için teşekkür ederim, General.” Gözlerini benden kaçırmadan konuşuyordu, sanki zihninde bir tartışma yürütüyormuş gibi. Belki de kendiyle bir rüya olup olmadığını tartışıyordu.
Amarok kısa bir sessizlik anında, “Vay canını. Bir gün için yeterince iltifat. Bu bir lütuf.” diyerek homurdandı.
Zeplinin rüzgarla salınan metalik sesleri, yankı yaparken, hava soğudukça omuzlarımda bir gerginlik birikiyordu. Bir köşede, Amarok’un kasvetli bakışları bana odaklanmıştı, ama sanki hiçbir şeyi görmüyormuş gibi duruyordu. Soğukkanlılığını kaybetmeyen bu adamın, wampir yüzünden her an patlayacak bir bomba gibi olduğunu biliyordum. Kokusu onun saldırı güdülerini harekete geçirdiğini biliyordum. Birde yeni askerimiz vardı. Hem o, hem de Milena, çok farklı dünyalardan geliyor olabilirdi. Yine de, şu an, birlikte benim emrimin altındalardı. Ama bu Amarok’un zor bir gün geçirmediği anlamına gelmiyordu.
Zeplin’in içi, gözetimimde sakin görünüyordu. Diğer askerler, ellerindeki silahları dikkatlice izleyerek, yavaşça hareket ediyor, her adımda mürettebatın rahat olmasına özen gösteriyorlardı. Kaptan köprüsünde, yaşlıca duran zeplin pilotu tüm dikkatini bulutlarla kaplı yola vermişti. Gözlerim, Amarok’un yanında durmuş olan Milena’da kalmıştı. Bir an için ikisinin arasındaki sessiz iletişimi fark ettim.
Sarsıntılar kesilip, zeplin düz bir uçuş yoluna geçtiğinde Amarok, karşı sırada ki koltuğa kendini bıraktı. Bir eli bel kemerindeki bıçağına kaydı, büyük olan av bıçağını da çıkarıp bilemeye başladı. Wampir çocuğa bir bakış Dimitry omuzları çökmüş bir halde gözleri ellerindeki kelepçelere dikmiş halde sessizce oturuyordu. Biz umurunda değildik. Başına diktiğim askerlerin gözlerinde sert ve soğuk bakışlar vardı. Solirith’in askerleri her zaman böyleydi: gövdesine yerleşen zırh, katı kurallara ve disiplinden ne kadar bağımsız olursa olsun, sert ve soğuktu.
Bir adım attım, ve ortada kalan bir koltuğa oturdum. Kollarımı kendime sardım be başımı tavana bakacak şekilde koltuğa yasladım. Asla kasıntı biri değildim. Zaman zaman eğlenceli bile olurdum. Ama bu konum sayesinde gergin, sert ve soğuk biri olup çıkmıştım. İçimdeki soğukluk herkeste olduğu gibi sadece dışa yansıyan bir maskeydi. Gerçekte, başkalarına gösterdiğim o soğuk tavrın altında sadece görev bilinci vardı. Lider soğuk kanlılığını kaybederse, lidere takip edenlere ne olurdu?
Zeplin gökyüzünde ilerlerken, rüzgarın sesine karışan metalik çığlıklar ve Amarok’un kasvetli kurtlara hoş homurtulu nefesi arasındaki dengeyi tutturmaya çalışıyordum. Zaman geçmiyor gibiydim. Milena ve Amarok arasındaki sessiz etkileşim beni düşündürüyordu. Belki de bu kadar farklı dünyalardan gelmelerine rağmen, birbirleriyle anlaşacaklardı. Milena ile ilk kez yüz yüze gelsem de, aslında onu ve yönettiği isyancı takibini uzun zamandır izliyordum. Cidden başarılı bir ekip lideriydi.
Milena bir süre sonra kısık bir sesle, “Efendim,” dedi. Gözlerimi hafifçe açarak, göz ucuyla ona baktım. “Lytheris’e yeniden gelmemiz gerekeceğini düşünüyorum. Burada ki Dominion tehditi bitmedi.”
İç çektim. “Kendilerine böyle diyorlar değil mi? Dominion...”