Kanı, beyin ve kafatası parçaları bir an için havada süzüldü, sonra hızla sağa sola saçıldılar. O an, zaman sanki yavaşladı. Kırmızı damlacıklar, birbirine yakın duran diğer isyancılara da sıçradı. Kan, dehşete düşmüş yüzlerinden süzüldü ve zeminle buluşmadan önce yara ve kir içinde olan derilerinde koyu kırmızı bir iz bıraktı. Botuma düşen birkaç damla kan, hemen hemen görünmeyen, ince bir kırmızı hat bıraktı. Yüzümü buruşturdum. Başı artık yerinde olmayan -vurduğum- adamın vücudu bir an titredi, çöktüğü yerde bedeni yana devrildi.
Derin bir nefes alırken, yana dönüp diğer isyancılara baktım. Onlar, bir an için yaşadıkları dehşetle, korku içinde bakışlarını bana çevirmişti. Ama gözlerindeki direncin, aynı zamanda yenilmişliğin izlerini de görmek mümkündü. Ama benim gördüğüm tek şey korkuydu. Her biri, birbirini izleyerek, aralarındaki güveni test etmeye başlamış gibiydi. Gözlerinde korku kıvılcımını görmüştüm bir kere.
Milena, birkaç adım ötede sessizce duruyordu, gözleri anın şokuyla büyümüş, ince kaşları havalanmıştı. Ama sonra soğuk kanlılığını geri kazanıp, keskin ve dikkatli izlemesine dönmüştü. O an, etrafımdaki her şeyin sessizliğine karşın, sadece bir şey duyuluyordu: Bekleyişin, gerilimin ve ölümün kokusu. Diğer askerlerden biri dayanamayıp, kusmuştu. Galiba görmediğim bir kaç yeni yüz daha vardı. Çömez olanlar hep kusardı..
“İkinci,” dedim, bir adım daha atarak. Diğer genç bir kadın olan isyancı, bir an için gözlerini kaçırdı, ama hemen toparlandı. Gözlerimle onu süzerken, adımlarımda hiç bir tereddüt yoktu. “Adını söyle. Ne için savaşıyorsunuz? Neden bu kadar kararlı bir şekilde her şeyinizi ortaya koydunuz? Canınızı bile. Konseyi devirmekle neyi amaçlıyorsunuz?”
O an, gözlerindeki umudu hissettim. Hayatta kalma arzusu, belki de en son çare olarak, ona söyletmek istediği her şeyi fısıldıyordu. Ama o da direndi, tıpkı ilk isyancı gibi. Gözlerinde yine aynı savaşçı ruh vardı; fakat o kadar yakın değildim. Onun direnci de bir şekilde kırılacaktı. Kızıl bir tilkiye benzeyen kulakları oynadı ama dudakları kıpırdamadı. Hibritler bile artık baş kaldırır olmuştu.
“Beatrice Evergarden’a bir suikast düzenlediniz!” dedim, bağırarak. Kırmızı tüylü kulaklar irkilerek, dikeldi. “Gerçekten başlamak için en kötü seçenekti. Size öğretmediler mi, önce piyonları ortadan kaldırılmalısınız. Kale, vezir ve şah hepsi sırası ile gelir. Siz vezirden başladınız aptallar.”
Yavaşça, silahımı bir kez daha havaya kaldırdım. Mavi ışık yine, her seferinde olduğu gibi nazikçe sızdı, ama bu sefer biraz daha sert bir şekilde parladı. Yavaşça namluyu ona doğru çevirdim. “Söylemek istediğin bir şey var mı?” diye sordum, soğukkanlılıkla. “Son sözlerin olmaz umarım.”
Düşmanım, gözlerinde kararsızlıkla bakarak, sonunda başını eğdi. Kafasında her şey bir saniyede çözülecek gibi görünüyordu. Ama dediği tek şey; “Yaşa Dominion!” diye bağırmak oldu. Bu sözleri duyduğumda onun kaderi çoktan çizilmişti. Yavaşça tetiği çektim. Mavi ışık parladı. Bir patlama sesi, sessizliğe son verdi. Ve mavi ışık loş ortamı aydınlatmıştı. Yine, kan her yere saçıldı. İsyancıların üzerine, botlarıma ve yere... Beden doğrudan yere, ayaklarımın önüne düştü.
Bir an, odadaki atmosferde hiç kimse hareket etmiyormuş gibi hissedildi. Sadece ben, görevimi yerine getiriyordum. Herkesin içinde olduğu sessizlik, her şeyi daha yoğun hale getiriyordu. Bir iç çektim. Birisi illa konuşacaktı. Konuşmalıydı. Milena sanki uzun bir süre nefesini tutmuş gibi iç çektiğinde gözlerim ona gitti. Bakışlarında tek bir şey vardı: Şok. Bunu görmek garip andı. Ama işimiz bitmemişti. Diğerleri hâlâ önümde diz çökmüş haldelerdi ve bana nefretle harmanlanmış öfkeli bakışlarını dikmişlerdi.
Arkamdaki bakışları hissediyordum. Gözler, üzerimdeydi. O donuk, bir an için dondurucu sessizliği yaratan bakışlar, direnç ile o kadar canlıydılar ki, hislerim ile birleşip soğuk bir savaş başlatmışlardı sanki. Her biri, ölümle burun buruna gelen şu an için hayatta olan isyancılar, hırsla bana bakıyor bana meydan okuyorlardı. Ama bu meydan okuma, kararsızlık ve korku ile karışmıştı. Onlar da tıpkı diğerleri gibi, bir adım geri gitmektense, bıçak sırtındaki cesaretin onlara verdiği güçle ilerlemeye karar vermiş gibiydiler. Bu intihar dışında bir şey değildi.
“Üçüncü kim olmak ister?” diye sordum, sesimde hiçbir tereddüt yoktu. Adımlarım kesin ve netti. Bir adım daha attım, silahımın namlusuyla biraz daha yakınlaştım. Yavaşça ve dikkatlice, gözlerimin içine bakarak: “Adını söyle,” dedim ve tekrar ettim, “Adını.”
Ortada duran kaşlarını çatmış ve başını dik tutan isyancıya doğru döndüğümde, bu kez bir çocukla karşı karşıyaydım. Aslında ona bir adam denilemezdi. Bir çocuktu. On ya da on iki yaşlarında olmalıydı, cılız yapısı ve kısmen yıpranmış elleri, onun hem fiziksel hem de zihinsel olarak zorlu bir hayattan geçtiğini açıkça gösteriyordu. Gözleri, grinin keskin bir tonuyla bana bakıyordu. Korku? Hayır. Ondan ziyade, inatçılık ve öfke vardı o bakışlarda.
Adımlarımdan çıkan yankılar odanın derin sessizliğini deldi. Silahımı yavaşça alçaltıp bir an için çocuğun önünde durdum. “Vazgeçtim, önce yaşını söyle.” Kan kokusu hala havadaydı, ama çocuğun duruşunda en ufak bir sarsılma yoktu. Dizlerinin üzerine çökmüş olmasına rağmen, hala bir asi gibi görünüyordu. Gözlerinde kızıl hareler oynadığında, “Melez.” diye mırıldandım. Eğilip, elimi yerde ki kana buladım ve burnunu yaklaştırdım. Onun bakışlarından bile belliydi: siktir... Bir wampir insan meleziydi. Wampirlerin soylarının uzun zaman önce tükendiğini sanıyordum.
“Yaşın, türün ve adın!” dedim, sesim her zamankinden daha sertti.
Çocuk, başını hafifçe kaldırdı, bana bakarak karanlık bir gülümseme sergiledi. “Bunu gerçekten bilmek istediğine emin misin?” dedi, alaycı bir tonda. İnce ses tonunun üzerimde hiçbir etkisi yoktu. “Çünkü duyacaklarından pek hoşlanmayabilirsin General.”
Kaşlarımı çattım, ona bir adım daha yaklaşarak. Silahımı yeniden kaldırdım, mavi ışık bir kez daha namludan nazikçe sızmaya başlamıştı. “Duymak isterim,” dedim. “Adın ne çocuk?”
Çocuk, mavi ışığa aldırış etmeden doğrudan gözlerime baktı. “Adım Dimitry,” dedi nihayet. “Biz, adaletsizliği yıkmak, sizin gibi zorbalara karşı durmak için buradayız. Sisteminizin çürümüş olduğunu biliyoruz. Konsey, bizi hor görüyor, yaşam hakkımızı alıyor, hayatlarını çalıyor. Biz yalnızca kendimiz için değil, hepimiz için savaşıyoruz.”
Dimitry’nin sesinde kararlılık vardı. Gözlerinde korku ya da teslimiyet değil, inanmışlık parlıyordu. Bu, alışılmış bir ayakçının bakışı değildi. Bu, inancı uğruna ölmeye hazır birinin bakışıydı. Çocuğun beyni bir güzel yıkanmıştı. Önemli bir ismin çocuğu olabilir miydi? Bu ihtimal onu önemli biri yapabilirdi. Çocuğun hizasına iyice eğildim ve bir dizimin üzerine çöktüm.
“Sen daha bir çocuksun,” dedim, soğuk bir gülümsemeyle. “Söylediklerin beni etkileyebilecek kadar güçlü değil. Lytheris’in nüfus çoğunluğunu katiller, hırsızlar, kaçakçılar yani suçlular oluşturuyor. Solirith’e kıyasla burası açık bir ceza evi gibi. Söylesene sence yaptıklarımız bizi haksız kılar mı, ya da yaptıklarınız sizi haklı mı çıkarır?”
Dimitry, soğuk bir gülümsemeye sordu, “Acaba beyni gerçekten yıkanmış olan kim?”
Bu meydan okuma beni rahatsız etmedi, hatta belki biraz eğlendirdi. Parmağım tetiğin üzerinde oynarken, “Lytheris adım başı suçlu kaynıyor. İşlediğin suçun cezasını çekersin çocuk, buna adalet denir. Konsey ise bu adaleti sağlayan mahkeme ve bense o mahkemenin tokmayığım.” Silahımın namlusuyla kafasına hafifçe vurdum. “Suçluların kafasına inmek için her daim hazırım.”