Arkadan, “Seni uyarmıştım, çömez.” diye homurdandı Amarok.
“Üzgünüm efendim,” dedi Milena, sakin ama dikkatli bir tonla. Amarok’u duymazdan gelerek, “Yaklaştık.” diye ekledi.
Bir süre sessizlik içinde kaldık. Amarok hâlâ bıçağını bileyliyordu, Dimitry ise zincirlerinin verdiği sınırlamaların içinde sessiz bir şekilde bekliyordu. İçimde bir ağırlık hissettim; geçmişin hatıraları, şimdinin sorumlulukları ve geleceğin belirsizliği arasında sıkışıp kalmıştım. Büyükannem kurulmuştu. Ama yaptığım hata gardımı indirmekti. Bu bir daha asla yaşanmayacaktı.
“Hazırlanın,” dedim aniden, sesim beklediğimden daha sert çıkmıştı. O yüzden bir an durup tonu yumuşattım. “Solirith’e indiğimizde Amarok, isyancıdan sorumlu birliğin başında olacak ve güvenli bir şekilde Solstice Askeri Yönetim Bina'sına götüreceksin. Milena sende sorgulamadan sorumlu olacaksın.”
Amarok’un gözleri, söylediklerimin ardındaki anlamı sorgularcasına kısılmıştı ama cevap vermek yerine başıyla onayladı. Milena’da sadece başını salladı. Amarok yerinden kalkıp silah çantasını düzenlemeye koyuldu. Dışarıda, motorun monoton uğultusu devam ederken, aracın içindeki hava ağırlaşıyordu. Zeplinin istikameti aşağı doğru eğim kazandığında, yavaşça inişe geçtik. “Varış noktasına General,” diye bağırdı bir asker. Sesindeki hafif gerginlik vardı.
Ayağa kalktım ve üzerimdeki ağırlığı atmaya çalıştım. Amarok bıçağını kınına koydu ve yerinden kalktı. Dimitry iki askerin ve zincirlerinin sesleri eşliğinde yerinden doğruldu, gözlerindeki öfke hâlâ canlıydı. Milena ise gözlerini kısa bir an bana çevirdi. Sora derin bir nefes alarak başını yere eğdi.
Zeplin, yavaşça Solirith’in soğuk zeminine indi. En öne geçtim. Kapılar açıldığında, dışarının keskin soğuğu içeri doldu. Bizi, Solirith askerleri karşıladı. Ağır adımlarla zeplinden inerken, beni selamladılar. Amarok, Dimitry’yi iki askerin yardımıyla zeplinden indirirken, Milena yanımda duruyordu. Gözleri, etrafımızdaki karla kaplı manzarayı tarıyordu. “Kış mevsimi.” diye fısıldadı. “Çok soğuk.”
Başımı salladım. “Solirith’de kış çetin geçer.”
Bir anlık sessizlikten sonra, Milena'nın gözleri bir anlığına uzaklara daldı. "Yeni görev yerim burası olacak." dedi, sesi belirgin şekilde endişeliydi. “Lytheris’de kış çoğunlukla yağmur ve sel baskınları ile geçer.”
Dönüp ona baktım. “Şanslısın artık Lytheris de değilsin. Selle değil, belki çığla uğraşırsın,” dedim. “Yeni görev yerin sana başarı getirsin asker.”
Amarok ve Dimitry'nin ağır adımlarla yanımıza yaklaşan askerlere doğru ilerlediğini gördüm. Az sonra, zeplinin etrafındaki kar, buğulu havayla birleşip her şeyin silikleşmesine neden olmuştu. Çevremizdeki askerlerin belirgin sesleri, adımlarının karla hışırtısı, etrafımızdaki ölü sessizliği deliyordu. Milena'nın dudakları, bir şeyler söylemek üzere kıpırdadı ama hemen vazgeçti. Gözlerim isyancı konuğumuzdaydı, her şeyin doğru olduğundan emin olmam gerekiyordu. Sessizce onları izledim. Amarok'un gözleri, her zaman olduğu gibi, soğuk ve mesafeli kalıyordu. Bir anlık bakışlarını bana çevirdi. Ardından gözlerini tekrar etrafına dikip, karla kaplı ormanlara doğru baktı.
Amarok, askerlere döndü. "Solstice Binasına gideceğiz," dedi sert bir sesle. “En ufak bir dikkat kaybı bile istemiyorum! Yoksa kar kürersiniz. Anladınız mı?”
Sözleri, karın içinde kaybolan bir yankı gibi geri döndü.
İstemsizce sırıttım. “Bu yüzden sağ kolum.”
Milena’ya gitmesi için kafamla işaret verdim. Kolları bedenine sarılı bir şekilde, koşar adım Amarok’un yanına gitti. Askerler gelen trene doğru hareket ediyorlardı. Dimitry başı eğik bir şekilde trene bindirildi. Ardından Amarok ve Milena bindi. Tren Solirith’in merkezine gidecekti. Yanımda kalan bir kaç üst düzey asker dışında tüm askerler trene binmiş ve bir kaç dakika sonra tren hareket etti. Gidişlerini izlerken, “Anna.” diyen tanıdık sesi duydum. Arkamı dönmeme fırsat bulamadan, ağabeyimin elini omzunda hissetmem bir olmuştu.
Milan’ın eli omzumda sabitken, içimdeki huzursuzluk bir anda doruğa çıktı. Arkamı döndüğümde, gözlerindeki öfkeyi hemen fark ettim. Dudakları sıkıca kapanmıştı, ancak bu, onun öfkesini gizleyebileceği anlamına gelmiyordu. Yüzündeki çizgiler daha derin, bakışları daha keskin hale gelmişti.
“Ne yaptığını sanıyorsun, Anna? Nerelerdeydin? dedi, sesi titremese de içinde biriken kızgınlık, her kelimesinde hissediliyordu. “Bu kadar tehlikeye girmeye değecek ne vardı? Lytheris’de miydin?”
Cevap veremedim. Kelimeler boğazımda düğümlendi. Sorular duymak istemiyordum, ama bildiğim bir şey vardı; Milan’ın endişesi derindi. Beni seviyor, korumak istiyordu, ama bazen korumak, ne kadar güçlü olsa da, yıkıcı olabiliyordu. Ve benim kim olduğumu şimdi olduğu gibi çoğu kez unutuyordu. Gözleri sabit bir şekilde beni süzerken, vücudundaki gerilim her geçen saniye artıyordu. Elini omzumdan çekip, derin bir nefes aldı. “Özür dilerim,” dedi, fakat bu sefer sesi biraz daha yumuşamıştı. “Geleceğini haber aldığımda fazla gerildim. Annem ve Mira’da senin için endişeli olunca...”
Bir an sessiz kaldık, karın soğuk ve sert havası etrafımızı sararken, Milan’ın öfkesi ve endişesi arasında kalmıştım.
Sonunda, “Sivillerin buraya girmesi yasak,” dedim, ama ne kadar doğru bir şey söylediğimi bilmeden. Kuralları hatırlatıyordum. Üst rütbeli asker loncası bize bakarken, sertçe abimin kolunu tuttum. Onları başımla selamdıktan sonra hangardan kendimi abimi çıkartmak için hareketlendim. Tren raylarının yanından geçerken; Milan söyleniyordu. Milan, sesiyle birlikte her geçen saniye daha da gerginleşiyordum.
Abimle yalnız kaldığımızda, kolunu tutmayı bıraktım ve önden yürüdüm. Gözleri, karla kaplı alanın ötesinde, sanki beni yakalamaya çalışan bir yılan gibi bana odaklanmıştı. Ama ben bir an bile durmadan yürümeye devam ettim. Arkamda, Milan’ın hızlı adımlarla beni takip ettiğini duyabiliyordum. Burada ne işi olduğunu biliyordum ama yaptığı tek şey beni küçük düşürmekti.
“Sivillerin buraya girmesi yasak, biliyorum, Ama bende bir Valentina'yım. Bir aristokratım. Solirith’in sınırları içinde istediğim her yere girebilirim.” dedi, sesindeki kızgınlık hala taze, ama aynı zamanda derin bir yorgunluk da vardı. “Ama senin yaptığın ne, Anna? Haberimiz bile olmadı.”
Sözlerini içimde yankılanırken, bir an bile olsa geri dönüp ona bakmadım. Bunu yapamazdım. “Çünkü adı üzerinde gizli görevdi Milan,” dedim, onun gereksiz korkusuna da karşılık verirken. “Ve benim kim olduğumu biliyorsun. Ben bir generalim, küçük kardeşin olsam da.”
Milan, söylediğim sözlere kısa bir sessizlikle yanıt verdi. Yüzündeki öfke hala silinmemişti, ama gözlerindeki kırılganlık, beni daha fazla düşündürüyordu. Bu kadar çok zamanın, bu kadar çok mücadelelerin, ve de ailedeki bağların üzerindeki baskının, onu bu hale getirdiğini anlayabiliyordum. O gelecekte, babamın yerini alacak hanedan lideri olacaktı.
Bir an durakladım. Hızlıca bir yanıt verdim. “Ben Generalim. Biliyorsun. Görevim bu.” dedim, bu sefer daha net, ama daha yumuşak bir sesle. “Ve ben iyiyim.”
Milan’ın da sesi biraz daha sakinleşmişti. “Bu kadar tehlikeye girmek zorunda kalmamalıydın,” diye tekrar etti, bu sefer daha yavaş ve daha anlaşılır bir şekilde. “Bakan Ruling ile görev yerin hakkında konuşabilirim.”
“Kesinlikle hayır.” dedim, uzun bir zamandan sonra soğuk kanlılığımı ilk kez kaybediyordum. “Böyle bir şey yapma cüretini bile gösterme!”
Milan’ın gözleri bir anlığına genişledi, ama sonra hemen daralarak bana dikildi. İçimdeki öfkeyi görmezden gelmesi imkansızdı. Ancak o da sakinliğini korumaya çalışarak bir adım geri çekildi. “Anna, ben sadece senin iyiliğini düşünüyorum,” dedi, sesinde hâlâ bir inat vardı. “Bunun seni korumakla alakası yok, bu senin hak ettiğin bir şey. Neden saha görevlerine gidesin ki, sen başarılı bir generalsin. ”
Derin bir nefes alarak yüzümü ondan çevirdim. Solirith’in sert havası, içimdeki ateşi biraz olsun bastırıyordu. “Ben zaten hak ettiğim yerdeyim, Milan. Bana güvenmen gerekiyor. Yeterince güçlü olduğumu biliyorsun.” Alayla gülümsedim. “Senden hatta Ruling olanlarından bile.”
Milan, gözleriyle karla kaplı zemini tararken ellerini cebine soktu. “Güçlü olduğunu biliyorum,” dedi sonunda, sesi neredeyse fısıltı kadar alçaktı. “Ama tehlikede olmanı da istemiyorum. Bu kadar yükü tek başına sırtlanmana gerek yok. Sen... benim küçük kız kardeşimsin.”
Bu sözler beni bir an duraklattı. Milan’ın bakışları, bana bakarken yumuşamıştı. Artık kızgınlıktan çok endişe vardı. Ona karşı sert olmamın, onun endişesini hafifletmeyeceğini biliyordum. Yine de, başımı kaldırıp ona doğru döndüm.
“Sadece senin küçük kız kardeşin değilim,” dedim, kararlılıkla. “Bana güvenen askerlerime ihanet edemem. Ben bir liderim.”
Milan, bu sözlerimi sindirirken birkaç saniye sessiz kaldı. Sonunda, başını yavaşça salladı ve daha fazla tartışmamaya karar vermiş gibiydi. “Tamam,” dedi, iç çekerek. “En azından gizli görevlerin sona erdiğinde bize haber etsen.”
Bir gülümseme istemsizce dudaklarıma yayıldı. “Sen öyle diyorsan abi.”
“Ağabeyine yalan söylüyorsun değil mi Anna?” diye sordu.
“Kesinlikle, hayır.”