Doruk sabah uyandığında saat tam altıydı. Uykulu gözlerle bile saate bakar, günü dakikası dakikasına planlardı. İlk işi, her sabah olduğu gibi, yataktan kalkıp çarşafını düzeltmekti.
Askerde öğrendiği bu alışkanlık hayatına kazınmıştı. Çarşaf jilet gibi gergin olmazsa güne başlayamazdı. Köşeler milimetrik şekilde düzeltilir, yastık tam ortalanırdı. Yatağın kusursuzluğu, Doruk’un takıntılı düzen anlayışının bir simgesiydi.
Onun için kontrol, sabah yatağıyla başlar, bütün gününe yayılırdı.
Doruk, cebinden çıkardığı metal parayı parmaklarının ucuna aldı. Yatağın ucunda, tam ortasında dimdik durdu. İnce bir dikkatle çarşafın ortasına bıraktı parayı.
Metal, çarşafın üzerinde sekip geri döndüğünde Doruk’un yüzünde belli belirsiz bir gülümseme belirdi. Kusursuzdu. Her sabah yaptığı bu küçük ritüel, gününün ilk zaferiydi.
Zaferin verdiği huzurla banyoya yöneldi. Soğuk mermer zeminde yürürken adımlarının sesi bile ölçülüydü.
Günde üç kez banyo eden Doruk için sabah duşu bir ritüeldi. İlk duşuna girmeden önce yerine getirmesi gereken kurallar vardı.
Önce sakallarını düzeltti. Her zaman aynı kısalıkta, aynı hatlarda olmalıydı; bir tel bile fazla uzasa gün boyu gözüne batardı. Saçları da öyle… Aynı kısalık, aynı şekil, milimetrik bir düzen.
Tırnaklarını da kontrol etti. Hep aynı uzunlukta kalmalıydılar. Ne eksik, ne fazla. Her şey, olması gerektiği gibi.
Doruk, Kiton marka bordo takımını kusursuz bir titizlikle üzerine geçirdikten sonra son bir kez aynanın karşısına geçti.
Kravatının düğümü kusursuz Windsor’dı. Beyaz ipek gömleğinin yakası milimetrik bir simetriyle kapalıydı. Mendili tam üçgen bir açıyla göğüs cebinden görünüyordu. Platinden yapılmış, “A” harfi işlenmiş özel tasarım manşet düğmeleri ışığı yakalayınca göz kamaştırıyordu.
Koyu kahverengi Oxford ayakkabıları neredeyse bir mücevher gibi parlıyordu. Saatinin kadranı —o paha biçilmez Patek Philippe— bileğinde zamansız bir asaleti simgeliyordu.
Doruk aynadaki siluetine baktı. Karşısında sadece bir iş adamı değil, hem gücün hem de disiplinin vücut bulmuş hâli vardı. Yüzündeki çizgiler fazla sert, bakışları fazla soğuktu ama Doruk tam da böyle görünmek isterdi.
Sonra bileğine sıktığı Creed Aventus’un keskin ama baş döndürücü kokusu odaya yayıldı. Doruk, kokunun varlığını bir imza gibi taşıyordu; girdiği her yerde insanlar onun geldiğini bu kokudan bilirdi.
Kapıya yöneldi. Kapı koluna uzandığında alışkanlık hâline gelen o takıntılı hareketini yaptı: önce kapının kilitlenip kilitlenmediğini iki kez kontrol etti. Evet, her şey kusursuzdu.
Artık gün başlayabilirdi.
Doruk mutfağa girdiğinde yardımcıları hâlihazırda ortalıktaydı. Ayla, genç çalışanlardan her zaman önce kalkar, mutfağın düzenini sağlardı. O sabah da suyu ketıla koymuş, kahvaltı hazırlıklarını başlatmıştı.
“Günaydın, Ayla Sultan,” dedi Doruk, o her zamanki kendinden emin ve ölçülü sesiyle.
Ayla arkasını döndü, kusursuz görünen Doruk’u baştan aşağı süzdü. Beğenisini belli eden bir gülümsemeyle başını salladı.
“Günaydın, oğlum,” dedi, sesi anne şefkatiyle dolu. Ayla, Doruk’un annesiyle yaşıttı; bu yüzden Doruk için sadece bir yardımcı değil, evin sıcak yüzüydü.
“Su hazır mı?” diye sordu Doruk.
Ayla başını salladı. Arkasını dönüp çayı demlerken Doruk, kendisine ait olan kupayı aldı ve kahvesini hazırladı. Elinde kupa bardağıyla çalışma odasına geçti.
Bir yandan kahvesini yudumluyor, bir yandan da maillerini kontrol ediyordu. Gerekli iş anlaşmalarını gözden geçirdi. İşlerini bir saat içinde tamamladı.
Sonra kenarda duran gazeteyi alıp haberleri karıştırdı. Bir saati de böyle geçti.
Sonunda ayağa kalktı. Saatine göz attığında tam dokuzu gösteriyordu. Kahvaltıya indiğinde herkes çoktan sofradaki yerini almıştı.
Doruk masaya oturur oturmaz erkek kardeşi Emir, dün akşam tavladığı kızı heyecanla anlatmaya başladı. Ellerini kollarını kullanıyor, sanki büyük bir zafer kazanmış gibi coşkuyla konuşuyordu.
Doruk, kardeşini dikkatle dinlerken hemen çaprazında oturan Asya’nın öfkeyle onlara baktığını fark etti. Genç kızın bakışları adeta ateş saçıyordu.
Emir sonunda kızın ne kadar seksi olduğuna dair sözlerini bitirdiğinde Doruk sakin bir şekilde çayından bir yudum aldı. Gözlerini Asya’ya çevirip hafifçe gülümsedi, ona göz kırptı.
“Neden öldürecek gibi bakıyorsun, kızım?” diye sordu, başını hafifçe sallarken.
Asya, abisine hâlâ öfke dolu bakışlar fırlatırken gözleri Emir’e kaydı. Yüzünü tiksintiyle buruşturdu. Sonunda bakışlarını tekrar Doruk’a çevirip patladı:
“Şu on yedi yaşındaki velet, istediği saatte eve girip çıkabiliyor. Ehliyeti bile olmadan, özellikle belirtiyorum, istediği arabaya binebiliyor. İstediğiyle arkadaşlık kurabiliyor, sevgili olup hatta daha ileriye bile taşıyabiliyor… Yetmezmiş gibi bir de sanki büyük bir marifetmiş gibi bunları sofrada utanmadan, yüzü kızarmadan anlatabiliyor!”
Her kelimeyle yüzü renkten renge girdi. Konuştukça öfkesi kabardı; bakışları Doruk’u adeta bıçak gibi deliyordu. Elini masanın üzerine koyup yumruk yaptı. Boğazında bir düğüm vardı ama çözülmek bilmiyordu.
“Biz… bize gelince neden her hareketimiz kısıtlı? Neden hep dikkat etmek zorundayız?”
Tırnakları avucuna batıyordu ama umursamadı bile.
“Asya, lütfen sakin olur musun?” diyen ablasına gözlerini kısıp döndü:
“Neden? Neden sakin olayım?” diye sordu, sesi titriyor ama öfkesi gittikçe büyüyordu.
“Bana yaşattığı utancı sana da defalarca yaşatmasına rağmen neden sen sessiz kalıyorsun asıl aptal? Neden biricik erkek kardeşine ve kendine sunulan özgürlüğün zerresine nail olmuyoruz mesela? Beni susturmak yerine bunları düşünüp yanımda olman lazım.” dedi.
Ablası çatalını masaya bırakıp arkasına yaslandı. Asya ile göz temasını kesince, senden adam olmaz dercesine başını salladı. Ardından öfkesinin asıl muhatabı olan abisine çevirdi buz gibi, donduran gözlerini.
“Bir kere ya, sadece bir kere… Belki son senemiz diye arkadaşlarımla bir kafeye kahve içmeye gittim. Daha yarım saat oturamadan bir anda tepemde belirdin. Yetmedi ama abi, bu da kesmedi; beni kolumdan tutup kafeden eve sürükledin. Rezil ettin beni.” dedi.
Sesi yükselmiyordu ama sanki acıyla haykırıyordu. İşaret parmağını Emir’e kaldırdı.
“Benden bir buçuk yaş küçük bir velet, istediğiyle görüşebiliyor. İstediği kadını yaşı, soyu sopu, evli mi bekar mı demeden beceriyor mesela… Bir de marifet gibi bununla övünüyor.”
Sinirden kendini o kadar çok kasıyordu ki boynundan kulağına doğru mor bir damar ortaya çıkmış, yüzü kıpkırmızı kesilmişti. İlk defa abisinin yanında ağzını bozmuştu.
Doruk, dirseklerini masaya yerleştirip parmaklarını iç içe geçirdi. Gözlerini bir kez olsun Asya’dan ayırmamış, lafını da kesmemişti. İsyan etmesine izin verirdi. Dinlerdi de. Asya istediği kadar saydırıp içini dökebilirdi. Ama ancak bu kadarına izni vardı.
“Bitti mi?” diye sordu. Parmaklarının arasından bakan gözleri, yırtıcı bir aslanın gözleri gibi korkutucu görünüyordu.
Asya cevap vermeden abisine cesurca bakmaya devam etti. Doruk, sessizliğini koruyan kardeşine başını salladı.
“Emir’e vereceğim cevabı duymadan beni kafanda yargılayamazsın. Birazdan sofrada ettiği terbiyesizliğin cezasını keseceğim. Ama sen de elde edemeyeceğin hakları isteyemezsin. Benden habersiz, izin almadan kimseyle görüşemez, kafana estiği gibi bir yerlere çıkıp gidemezsin. Emir’le ya da benimle kendini kıyaslayamazsın.”
Doruk, parmaklarını birbirinden ayırmadan biraz öne eğildi. Sesini yükseltmedi, gerek de yoktu. Her kelime, soğuk bir bıçak gibi masanın üzerinde yankılandı.
“Benim kurallarım basittir, Asya,” dedi. “Ne kadar bağırırsan bağır, ne kadar isyan edersen et… bu evde söz benden çıkar. Senin, ablanın, Emir’in, hatta ben burada olmadığımda bu sofrada oturan herkesin üstünde.”
Bakışları bir an bile yumuşamadı.
“Senin istediğin özgürlük değil, başıboşluk. Ben sana o izni verirsem, yarın bir gün başına bir şey geldiğinde dönüp bakacağın ilk kişi yine ben olacağım. O yüzden kuralları ben koyarım.”
Sonra gözlerini Emir’e çevirdi.
“Ve evet, birazdan o marifet gibi anlattığın terbiyesizliğinin bedelini de ödeyeceksin,” dedi, sesi buz gibiydi.
Doruk tekrar Asya’ya döndü.
“Beni babanın yerine koyup öfke kusmak kolay. Ama ben senin düşmanın değilim. Sadece sizi koruyorum. İster anla ister anlamadan öfkene sarıl… sonuç değişmeyecek.”
Asya hayal kırıklığı içinde abisini süzdü.
“Sadece konuştuğu için en fazla bir hafta arabasına el koyarsın. Ama yine de ayrıcalıklı davranmaya devam edersin. Ben çok basit bir soru soruyorum. Neden bu veletin haklarına sahip olamıyorum?” dedi.
Sesi kısılmıştı, nefesi düzensizleşmişti.
“Sırf kadın doğdum diye mi?” sorusu neredeyse bir fısıltıydı.
Ablası, o cümleyle birlikte derin bir iç çekti. Cevabı kardeşi kadar Nilüfer de çok iyi biliyordu.
Doruk, kardeşinin sözlerinden sonra uzun bir süre sessiz kaldı. Masadaki herkesin nefesi kesilmişti adeta. Çatal bıçak sesleri bile durmuş, evdeki sessizlik kulak tırmalayacak kadar yoğunlaşmıştı.
Sonunda Doruk ellerini birbirinden ayırdı, sırtını sandalyeye yasladı. Gözleri Asya’nın gözlerine saplandı.
“Hayır,” dedi soğukkanlı bir tonda. “Sırf kadın olduğun için değil.”
Bir süre sustu, bakışları daha da keskinleşti.
“Ben bu evi korumak zorundayım, Asya. Baban yok, amcan yaşlandı, bu evin adı, onuru, güvenliği benim sırtımda. Senin tek bir hatan, tek bir dikkatsizliğin sadece seni değil, bu evin adını da ateşe atar. Emir’in hatası da öyle… Ama erkeklerle kadınlar arasında bu dünyada işler hep farklı yürür. Bunu değiştirmek benim elimde değil.”
Sonra Emir’e kısa ama sert bir bakış attı:
“Ve ayrıcalık dediğin şey… sanma ki sonsuza kadar sürecek.”
Gözleri tekrar Asya’ya döndü, sesi biraz daha alçaldı ama ağırlığını korudu:
“Senin güvenliğin için koyduğum kuralları sorgulayabilirsin. Ama onları çiğnersen, sonuçlarına da katlanırsın.”