Alakasız bir şekilde babasının sekiz yıl görev yaptığı şirin ilimiz Bolu’da iken on beş gün kadar devam ettiği boks kursu geliverdi aklına. Nerden geldiğini bile anlayamadığı ringte yediği okkalı yumruk ile aniden parlayan minik yıldızlar, başında dönerek uçuşan minik sarı kuşlar yine ziyaretine gelmişlerdi. Banuçiçek’in fısıldayarak söylediği bu son cümle aynı etkiyi yaratmıştı yıldızlar kuşlar birbirine karışmıştı. Bir müddet bekledikten sonra kendine gelmeye başlamıştı.
Bir sigara yakarak bahçeye çıktı. Etrafında deliler gibi dolanan Cesur’u fark etmiyordu bile. Bahçeden domates ve salatalık kopartarak geri döndü. Mutfaktan kısmından bir tabak alarak yıkadığı domates ve salatalıkları içine doğradı ve Banuçiçek’in oturmakta olduğu divanın üzerine bıraktı.
“Bunlarıda ye, özellikle domatesleri kan yapar iyi gelir ben dışarıda bir sigara daha içeyim o zamana kadar yemiş ol lütfen. sonra giderim.”
Kafası zaten karışıktı şimdi tam arapsaçına dönmüştü. Onun için evlimisin. kocan var mı, varsa nerede, evli değilsen çocuk kimden, başka çocuğun var mı? diye sormak istemiyor, en azından şu an bunları bilmek öğrenmek ve duymak istemiyordu. Dışarı çıkıp çimlerin üzerine uzandı Cesur’da yanına gelip uzandı. Yerinde duramayan durmadan oyun isteyen hayvancağız sanki ruh halini anlıyordu. Başını dizlerinin üzerine koyarak öylece kaldı.
“Hatırladıkça tüylerimi diken diken eden ve hayatım boyunca yaptığım en büyük saçmalık ve delilik neydi biliyor musun Cesur’um. Rahmetli Hamza’dan ile bir de şu an müzik öğretmeni olan Hüseyin vardı. Senelik İzine geldiklerimizden birinde daha yaşımız onüç veya ondörttü. Hüseyin evinden gizlice babasının tekli av tüfeğini getirmişti. Açık araziye gidip sağa sola ateş ediyor, hedef dikiyor vurmaya çalışıyorduk. Sonra tüfeğe koyduğumuz fişeklerden biri ateş almadı. Belki yüz defa tetik düşürdük bir türlü ateş almıyordu. Sonra ben tüfeği çenemin altına dayayıp tetiğe bastım. Yetmedi vücudumun neresine denk gelirse tekrar tekrar denedim. Yaptığım ahmaklığı gören Hüseyin de gelip elimden aldı tüfeği. Oda defalarca önce kendinde denedi. Sonra bana doğrulttu. Kafama, kalbime, karnıma, gözüme tetik düşürüyordu. Çıldırmış gibi eğleniyor, gülüyorduk. Sonra da ben alıp onun üzerinde defalarca denedim. Şimdi düşündükçe çıldıracak gibi oluyorum. Hadi ateş alsaydı o fişek. O mesafeden en öldürücü bölgelere ateş etmeyi deniyorduk. Kurtulma şansımız hiç yoktu. Aman Allah’ım ya, birimiz mezara birimiz hapise. İki tane hayat sönecek iki aile kahrolacaktı. Var ya Cesur’um işte bugünkü yaşadıklarım yıllar önce yaptığım bu deliliği geçecek.”
Cesur’un başını okşarken,
“Korkma emi koçum, ‘benim sahibim deli’ diye düşünmeyesin. Sonuçta her insanın deli bir yanı vardır. Hem o zamanlar çocuktuk ve ne yaptığımızı bilmiyorduk. Gerçi şu anda bildiğimden de pek emin değilim ama”
diyerek uzandığı yerden doğruldu. Eve girdiğinde Banuçiçek’in uzandığını gördü. Tabaktaki herşeyi silip süpürdüğünü gördü. “Nede olsa çift canlı” dedi mırıldanarak. Hafif dalmak üzere olan Banuçiçek gözlerini açarak “geldin mi?” diye sordu.
“İşte geldik gidiyoruz be yalan dünya. Dediğim gibi sakın lambayı açma Cesur kapıda zaten. Birde kapıyı kitlemek zorundayım telaş etmeyesin.”
Cevap alamadı uyuyuvermişti hemen. Şöyle bir baktı Banuçiçek’e. Ne kadar güzel ve masum görünüyor. Meleğin ete kemiğe bürünmüş hali bu olasa gerek. Gördüğüm en güzel anne adayı heralde diye iç geçirmekten kendini alamadı. Işığı söndürdü sessizce kapıyı kilitleyerek arabasına doğru yöneldi.Teybine taktığı usb bellekteki Neşet babanın ah yalan dünya türküsünü bularak açtı;
Hep senmi ağladın, hep senmi yandın
Bende gülemedim yalan dünyada
Sen beni görünce mutlu mu sandın
Ömrümü boş yere çalan dünyada
Ah yalan dünyada yalan dünyada
Yalandan yüzüme gülen dünyada.
“Dünyanın yalan olduğu doğru Neşet baba. Yanlış olan yalandan da olsa yüzüme gülmesi” diye konuştu kendi kendine.
“Kaderimde yazılı olduğu için mi yaşadım her şeyi. Yoksa yaşayacağım için mi kaderime yazıldı. Yada Rabbim doğruyu ve yanlışı gösterdi seçme hakkını bana mı bıraktı. Evet evet en doğrusu bu bence. Yoksa ‘kaderimde varmış diyip’ işlediğin günahların bedelini Allah’a mı fatura edeceksin. Kendi kendini kandırmaktan başka bir şey değil bu Yusuf.” …
Eve geldiğinde saat gecenin ikisini geçiyordu. Anacığını Kuran okur halde bulmuştu. “Belli ki uyuyamadı garibim” dedi. Başıyla selam verip odasına geçti. Hemen telefonunu çekmeceden çıkardı. Beş tane cevapsız çağrıyı görünce heyacanlanıp tedirgin oldu ama arayanın annesi olduğunu görünce rahatladı. Annesi kapıyı çaldı “oğlum müsaitmisin” diyerek seslendi. “Gel anacım güzel anacım benim. Unuttuğum bahçe anahtarını almaya giderken telefonu evde unutmuşum bu seferde” diyerek güldü. “Kusura bakma anne telaşlandırmak istemezdim seni” diyerek sarılıverdi. Kendisini tutamıyor ağlıyordu. Issız ve sessiz gecelerinde evdekilerin uyuduğunu sandığı birçok zamanda olduğu gibi ağlıyordu Yusuf. Çok doluydu. Belli etmemeye, güçlü olmaya çalışıyor ama
dayanamıyordu. Annesinin sıcaklığını şevkatini sevgisini tüm hücrelerinde hissediyor. “Beni senin kadar kimse sevmedi annem” diyor ağlıyor ağlıyor ağlıyordu. Annesi de ağlıyor ağlaştıkça daha çok sarılıyorlardı. Belki on-on beş dakika sürmüştü bu duygu boşalması. “Güçlü ol oğlum” dedi annesi gözyaşlarını silerken. “Her şey insanlar için. Sen iyi, merhametli ve inançlı bir çocuksun. Evimizin kapısı her zaman sana açık. Hem bize yardımcıda oluyorsun. Senin gibi bir evladım olduğu için gurur duyuyorum”
“Gururmu anne, iki eş dört tane çocuk ve yalnızım. Yedi tane hayat parçalanmış, darmadağın olmuşken. Bunlara sebep olan oğlunla gurur mu duyuyorsun?
“Kendini suçlayıp durma oğlum. Her ikiside yanlış evlilikti. Sen ayakta tutabilmek için sonuna kadar uğraştın ama olmadı işte kader.”
“Kader değil anne kader değil. Bu benim tercihimdi kaderim oldu.”
Çaresizce bakan annesi boynunu büktü. Bir müddet sessizlikten sonra Yusuf saatine baktı. “
Saat çok geç oldu anne. Hadi sen yat bende yatsı namazı için abdest alayım.”
Rahatlamıştı Yusuf. Anacığının kollarında ağlamak iyi gelmişti. Seccadesini sererken üstad Necip Fazıl Kısakürek’in Çile adlı şiir kitabındaki,
Somurtuşki bıçak nara ki tokat,
Zift dolu gözlerde karanlık kat kat,
Yalnız seccademin yüzünde şevkat,
Beni kimsecikler okşamaz madem,
Öp beni alnımdan sen öp seccadem,
mısrası geldi aklına. Karanlıktı, sessizdi, koca alemde bir Yusuf vardı, bir Rabbi ve seccadesine bıraktığı gözyaşları…
Antalya’da bırakıp gelmek zorunda kaldığı hayatını cehenneme çeviren ikinci eşinden olan çocuklarını çok özlüyordu. Daha küçüktüler oğlu ömer faruk 9 kızı Sümeyye 7 yaşında idi. Aramıyorlardı hiç. Veya arattırmıyor du anneleri bilmiyordu. Çok nadir arayıp seslerini duyduğunda çok rahatlıyor yüzü gülüyordu. Ama bu teselli sadece birkaç gün sürüyor. Ara biraz açılınca içini hüzün kaplıyor, kendini dünyaya kapatıyor. Yalnız kalmak istiyordu.
Yatağına uzandığında ikinci eşi Sedanur ile nasıl tanıştıkları geldi aklına. İşyerinde iken yanında çalışan elamanı terminale gönderip otobüs ile gönderilen evrağı almasını söylemesi. Elemanın yanlışlıkla başka bir evrak getirmesi. Evrak üzerindeki telefon numarasını aramasıyla başlayan bir tanışma. Yanlışlıkla otobüsten alınan bir evrak, zarfın üzerindeki numaraya açılan bir telefon ve sonrası…
‘Onunla böyle tanıştık, hayatımın akışı hayal edemeyeceğim bir şekilde değişti.Ya şimdi? Mezarlıkta polisten, savcıdan kaçarken karşılaştığım hamile olan Banuçiçek!’ diye düşünürken göz kapaklarının ağırlığına yenik düşmüştü.
Sabah namazını kaçırmıştı yine. Hayıflandı, içi burkuldu. Peygamber efendimizin söylediği rivayet edilen ‘sabah ve yatsı namazını kaçırmak ve alışkanlık haline getirmek münafıklık alametidir’ sözü geldi. Namazını mümkün olduğu kadar aksatmamaya çalıyor. Tek huzur bulduğum yer diyordu hep Yusuf. Zamanı dolu dolu yaşamanın ve farkındalığın reçetesi namaz. Günü beşe böldürüp zamanın farkında olmanı sağlıyor müthiş bir disiplin getiriyor insan hayatına.
Yusuf acelece kahvaltısını yapıp evden çıktı. Çıkarken de bahçede çalışırken çok acıktığını ve doymadığı için azık olarak annesinden çömlek peynirini, zeytini, tereyağını bolca koymasını biraz da kuyruk yağında kavurduğu kuru kıymadan istemişti. Bodruma inerek derin dondurucudan Cesur’un istihkakını alarak aracı ile bağ evine doğru yola koyuldu. Bakalım neler olacak neler anlatacaktı Banuçiçek çok merak ediyordu. Cesur yüreğin başını okşayarak bağ evinin kapısını araladı. Aralarken de hafifçe kapıyı tıklattı. “Ben geldim” diye seslendi. Uyuyorsa uyandırmak istemiyordu. Banuçiçek’i divanda göremedi. Yastığı kaldırmış battaniyeyi intizamlı bir şekilde katlanmıştı. Banyonun lambası açıktı. Hemen mutfak tezgahına yöneldi tavayı çıkartarak ocağa koydu az miktarda terayağını ve getirdiği kuru kıyma kavurmasını kattı içine sonra çok sevdiği çayı demlemek için demliği ocağa koyup altını yaktı. İçinde kavrulmuş kıyma bulunan tavadan çıkan sesten dolayı banyo kapısının açıldığını duymamıştı. Yusuf’un eli mutfak işlerine yatkındı. Yemek yapmayı kahvaltı hazılamayı çok seviyordu. Kafasını çevirdiğinde Banuçiçek’in kendisini izlediğini gördü. Gözlerine baktığında elinin ayağının dolaştığını farketti. Kavrulmuş kıymanın içine kıracağı taze köy yumurtalarından birini elinden düşürdü. Ani bir refleksle ayağıyla yumurtanın yere düşmesini engellemek isterken kırılmasını engelleyemedi. Gözlerini Banuçiçek’ten kaçırarak “Günaydın” dedi. Tezgahtan aldığı bezle yeri ve ayağını temizlemeye çalışırken tebessüm ederek,
“Aslında pek sakar da değilimdir ama senin o zümrüt yeşili gözlerinden nazar değdi galiba”
Yeri temizlediği bezi ikinci kez yıkayıp tekrar silmek için eğildiğinde Banuçiçek’in elini elinin üstünde hissetti.
“Günaydın, bırak ben silerim. Hadi sen banyoda ayağını yıka gel istersen.”
Sanki daha dün tuhaf bir şekilde tanıdığı biri değilde senelerdir bildiği yaşadığı birisiydi. Yapmacık değildi samimi ve arkadaş canlısı duruyordu. Banyoda ayağını yıkarken kendi kendine kızdı. ‘Liseli bebeler gibisin. Hay ben bu balık burcunun’ diye hayıflandı.
Çıktığında çayı demlemiş yumurtaları kırmıştı banuçiçek,
“Çayı çatlatmak gerek demledikten sonra üst demliği bir iki dakika ateşte tutup çatlatacaksın. Böyle denedinmi hiç?”
“Böyle beni hayretler içinde bırakmaya devam edersen çayı bilmem ama ben çatlıyacağım heralde. Bahçeden bir şeyler toplayıp geleyim” diyerek dışarı çıktı.
Döndüğünde Banuçiçek yoktu. Banyonun lambası yine yanıyor ve kusma sesini duyabiliyordu. ‘Hay Allah kızcağız kokuya duyarlı. Nasıl düşünemedim bunu. Kıymalı yumurtanın kokusu ağır gelmiştir.’ İçeriyi havalandırmak için karşılıklı olan camların ikisini de açtı. Banuçiçek banyodan solgun ve halsiz bir şekilde çıkarak,
“Son zamanlarda çok olmaya başladı. Özellikle sabahları. Kokuya karşı çok hassaslaştım nedense. Daha önce hiç böyle bir şey yaşamadım.”
Yusuf kafasındaki sorulardan birine dolaylı yoldan cevap almış oluyordu. Daha önceden çocuğu yoktu demek ki diye düşündü. İlk hamileliğiydi. Ceyrandan rahatsız olacağını düşünerek pencerenin birini kapattı. Hızlıca sofrayı hazırladı.
“Yiyebilecek misin kokusu rahatsız ediyorsa kıymalı yumurtayı kaldırabilirim”
“Yok yok yemek istiyorum. Dursun lütfen kurt gibi aç hissediyorum.”
Banuçiçek farkında olmadan öyle hızlı yiyorduki Yusuf şaşırmıştı.
“Hayatımda böyle lezzetli bir şey yemedim hiç. Korkarım yeme konusunda böyle devam edersem tosun gibi olacağım.
“Annemden bayrağı devraldım. Evdeki mutfağımızda televizyon olduğu için zamanın çoğu mutfakta geçiyor. Annemde kıtlıktan çıkmışız gibi ve sürekli açmışız gibi, masaya birşeyler getirdiği için ‘yemem’ desekte yemek zorunda kalıyorsun sonra of puf. Annem seni bu halinle görse bir ayda büyük kızım Tuba’ya yaptığı gibi tosuncuk haline getirir emin ol.
“Büyük kızın mı? Demek başka kızında var. Kaç çocuğun varki senin?
“Dört, dört tane çocuğum var. iki kız iki oğlan. İki başarısız evliliğim oldu. Gerçi nasıl başarısızsa dört çocuk. İlk eşimle ayrıldıktan sonra memleketine gitti ve orada evlendi. Ben de ikinci eşimle Antalya’ya yerleşmiştim. İlk eşim tekrar evlendiği için özellikle kızım Tuba’nın üvey baba elinde ve evinde kalmasını istemedim. Annemin yanına getirttirdim. Bir nevi onların kızı oldu. Sonra oğlum Mehmet’ide getirttim. Her ikisi de burada büyüdüler. Rabbim uzun ömürler versin anacığıma, babama baktığı gibi onlara da gözü gibi baktı. Benim tek yapabildiğim ikinci eşimin kabullenemediği bu iki çocuğuma her ay yarı gizli yarı açık gönderebildiğim üç beş kuruş para, birde senede bir iki defa görebilmekten öteye gitmedi, gidemedi maalesef. Oysa Antalya’ya giderken bana söz vermişti işimizi düzenimizi kuralım ‘onlara da bakarız gerekirse yanımıza alırız onlar benimde çocuğum sayılır’ demesine güvenmiştim saf saf.”
Yusuf dalıp gitti bir süreliğine. Sonra şaşkınlık içinde Banuçiçek’e baktı.
“Hey ne oluyoruz arkadaş. Sen kendini anlatacakken biz dökülüyoruz burada.”
Acı acı güldü Banuçiçek,
“Evet olan çocuklara oluyor. O masum tertemiz çocukların dünyalarında yaşamları boyunca unutamıyacakları derin yaralar açıyoruz.”
Yine canı çok sıkılmıştı Yusuf’un. Ömer’i ile Sümeyye’si geldi aklına. Uyurken onları seyreder. ‘Küçücük ve masum dünyanızda neler yaşıyorsunuz neler düşünüyorsunuz’ der saçlarını okşardı. ‘Yavrularımın hiçbir suçu yok. Bu kadın ne yaparsa yapsın ilk çocuklarıma yaptığım gibi bunların babasız büyümesine izin vermiyeceğim’ diyordu. Ama beceremedi, başaramadı. Bir aile olmalarına izin vermedi Sedanur denen o kadın. Kendini çok güzel bulan ama Yusuf’un gözünde beraber yaşamaya başlayıp tanıdıkça git gide çirkinleşen ve bir şeytana dönen Sedanur; boşanmış iki çocuklu biri ile evli olmayı kaldıramadı, sindiremedi.
Sultanın kara kuru çelimsiz pek güzel sayılamayacak Leyla’yı görüp Mecnun’a ‘bu mu dillere destan olan aşık olduğun kadın’ diye sorduğunda Mecnun’un ‘siz bir de onu benim gözümle görseniz sultanım’ cevabı geldi aklına. Demek ki çirkinken güzelleşmekte güzelken çirkinleşmekte insanın yaptıklarının duruşunun neticesiydi.
Antalya’da İşleri iyiydi. Beraber çalışıp para kazanıyorlardı. Tek isteği vardı Yusuf’un annesinin yanında kalan çocuklarına azda olsa her ay bir miktar para göndermek. Onlara babanız sizi unutmadı hissini yaşatabilmek. Psikolojik olarak biraz rahatlayabilmek. Ama buna hiçbir zaman müsaade etmedi Sedanur. Üstelik köyde yaşayan kendi annesine, sonradan akciğer kanserinden vefat babasına, işsiz kalan abisine, boşta gezen kardeşine para yağdırırken. En büyük tesellisi ilk eşine bıraktığı evdi.
Yusuf Banuçiçek’in zor tuttuğu göz yaşlarını görmesini istemiyordu. “Sigara içip geliyorum” dedi çayını doldururken. Kafası darmadağın olmuş çoğu zaman olduğu gibi uçup gitmişti bulunduğu mekandan. Henüz sigarasının yarısına gelmeden Cesur’un havlama sesi ile kendine geldi. Banuçiçek dışarı çıkmış yanına doğru geliyordu. Hemen gözyaşlarını hızlıca silerek seri adımlarla yanına doğru yürüdü. Elinden tutarak adeta sürükleyerek eve soktu.
“Ne yapıyorsun delimisin sen. Bir gören olursa hemen dedikodu yayılır yakalanırız. Sakın bir daha bunu yapma.
Biraz sesini yükseltmişti. Üzüldü
“Kusura bakmayasın banuçiçek. Dikkatli olmak zorundayız. Seni hele senin gibi bir anne adayını kırmak incitmek istemem. Gönül koyma kızma bana.” diyerek kapıyı kapatıp çayları tazeledi.
“Hadi bakalım sıra sende. Hazırsan anlatmaya başla istersen.”
Divana karşılıklı oturdular. Kalem kağıt çıkardı Yusuf, “Konuşmanı bölmek istemiyorum o yüzden bunlar. Kafama takılan yerlerde not alacağım. Sormak istediğim olursa unutmamam için.”
Manalı manalı gülümseyen Banuçiçek,
“Sorgu başlıyor demekki” dedi.