1. "Oğlunun hayatına karşılık kızını alıyorum!"
* * *
Okulun bahçesinden çıkar çıkmaz etrafıma bakındım; hava çok sıcaktı. Bir anda dışarıya çıkınca güneş gözümü almıştı ve neredeyse hiçbir şey göremiyordum. Elimi alnıma gölgelik yaparak etrafa biraz daha baktım ama babamı göremedim. Yanımda telefonum da yoktu. Üniversite sınavını kazanırsam bana telefon alacağını söz vermişti. Tabii bunun bir gerçek olup olmadığını bilmiyordum ama çok sıkı hazırlamıştım ve açıkçası sınavım çok iyi geçmişti. İyi bir derece bekliyordum.
Geçip gölgelik bir alanda bekledim. Herkes, tüm ebeveynler ya da kardeşler, çocuklarını, ablalarına ya da kardeşlerini bekliyordu. Burada sadece ben yalnızdım. Bir süre daha bekledim fakat babamın gelmediğini ve gelmeyeceğini anladım. Bir kez daha beni satmıştı. Zaten sınavdan bir gün önce olanlar hala aklımdaydı. Ona rağmen buraya tek başıma gelemeyeceğim için benimle birlikte gelmesini razı olmuş, ses çıkarmamıştım.
Babamın ve annemin numarasını biliyordum. Her ne kadar sinirli olsam da onu aramaya karar verdim. Fakat yakınımdaki insanlara, yaklaşık sormaya çekiniyordum. Orta yaşlarda bir hanımefendiye yaklaştım ve çekingen bir ifadeyle söze girdim: “Acaba telefonunuzu kullanabilir miyim? Sınavdan erken çıktım, babam burada yok, onu arayacağım.” Dediğimde hemen çantasını karıştırmaya başlarken, “Tabii kızım, tabii, al, ara.” dedi, telefonunu bana uzatarak.
Teşekkür edip telefonu aldım ve babamın numarasını çevirip kulağıma götürdüm. Çaldı, çaldı, çaldı fakat açmadı. Bir daha denedim ama yine açmadı. Daha da endişelenerek annemi aradım, ama onun da telefonu çalıyor, fakat açmıyordu. Neler oluyordu böyle? Bir anda beni burada bırakıp gitmeye mi karar vermişti? Ya da annem neden telefonu açmıyordu? Evi de aradım ama evde de telefona bakan olmadı. Daha fazla endişelendim, telefonu kapatıp sahibine verdikten sonra, “Benim eve gitmem lazım.” dedim. Babam bir anda yok olmuştu; nereye gittiğini bilmiyorum ama cebimde para yoktu. “Bana otobüs parası verebilir misiniz?” diye sordum.
“Tabii kızım.” dedi. “Ben de endişe ettim, şimdi umarım iyidirler.” diyerek cebinden para çıkarıp bana uzattı. Onda da fazla yoktu sanırım, ancak yurdum insanı ne kadar da eli açıktı.
“Çok teşekkür ederim, Allah sizden razı olsun.” dedim. “Ne demek kızım, hadi var, git evine.” dedi. “Kalma buralarda, yorulmuşsundur zaten.”
O hanımefendiye gülümseyip teşekkür ettikten sonra hemen otobüs durağına ilerledim ve ilk otobüse binip eve doğru yola çıktım.
Tabii, bu sırada başıma geleceklerden habersizdim.
Eve vardığımda daha çok şaşırdım çünkü kapılar ardına kadar açıktı; hem bahçemizin kapısı hem de evimizin kapısı. Endişe ile içeriye koştu. Eve bakındım; “Anne, baba, Berra!” diye seslendim ama hiçbiri yoktu. Abimiz de zaten bu saatte işte olmalıydı. Hep beraber nereye kaybolmuşlardı? Kendimi bir an çok yalnız hissettim. Evimizde her ne kadar gürültü eksik olmasa da bir aradaydık ve onların yokluğu, daha önce ettiğim şikayetleri aklıma getirdi ve pişmanlık yaşadım bir anlık. Fakat bu sessizlik fazla sürmedi. Meğer ben sınavdayken neler olmuş, neler... Babamdan gitmek zorunda kalmış...
Bahçe kapısının oradan sesler duymaya başladım. Annemin ağlama seslerini ve babamın bağırış çağırışlarını; onu ağlamaması konusunda ikazlarını duyduğumda dehşete düştüm ve dışarı koştum. Kapıya geldiğimde onlar da kapıya ulaşmıştı ve yanımdan geçip içeriye girdiler. Beni yok saymışlardı. Annem ağlıyordu: “Nasıl yaparsın bunu, oğlum? Anın kızı nasıl kaçırırsın?” diye dövünüp duruyordu. Küçük kız kardeşim Berra da anılarla birlikte içeriye girdi ve annemin eline tuttu. “Anne, lütfen sakin ol.” diyordu. O da korkuyordu, benden bir yaş küçüktü ama ben onun yaşındayken de ondan çok daha farklı tepkiler veriyordum.
Geçip salona oturdular, babam odanın ortasında dört dönüyordu. Berra annemin yanına oturmuş, ona sarılıyor ve onunla birlikte ağlıyordu.
Nihayet dile geldim: “Neler oluyor, biriniz açıklamayacak mısınız?” dedim.
Annem ve babam cevap vermedi ama Berra, gözyaşları içerisinde bana bakıp, “Abim Hafize’yi kaçırmış.” dedi. Gözlerim fal taşı gibi açıldı ve “Ne diyorsun sen?” diye sordum. “Bildiğimiz Hafize, hani Mardin’in en büyük aşiretinin kızını. Doğru mu duydum ben?”
“Evet, maalesef.” dediler, başlarını yana sallayarak. “Kaçırmış ve şu an tüm o aşiret onların peşinde. Bulurlarsa kesinlikle öldürecekler. Çünkü Hafize’yi başka biriyle nişanlamışlar ama o da abimi seviyormuş ve birlikte kaçmışlar.”
Annem bu sözlerden sonra daha da delirdi ve bağıra çağıra ağlamaya devam etti. Babam, “Sus be kadın!” diye bağırdı. “Yeter, zırladığın!” diye çıkıştı.
“Oy, ben nerelere gideceğim, kafama hangi taşlara vuracağım? Oğlumu öldürecekler, yiğidimin kanını akıtacaklar!” feryatlarını duymamak için bir anlık kulaklarımı kapatmak istedim ve babama döndüm: “Baba, ne olacak şimdi? Bulurlarsa ne olacak, bulmazlarsa ne olacak?”
Her zamanki gibi ters ters cevap verdi: “Ne bileyim ben, müneccim miyim? Aptal herif, şerefsiz, bitirdi bizi.” diye söylenerek evden çıkıp gitti.
Ben de annemin dizinin dibine oturdum ve hep beraber ağladık. Sonucun çok kötü olacağını tahmin etmek pek de zor değildi çünkü buraların en büyük aşiretiydi Koroğlu aşireti ve ne kadar güçlü, kudretli, aynı zamanda da tehlikeli olduklarını biliyorduk. Başımıza ne geleceğini bilmeden öylece oturup bekledik.
Akşam saatlerinde bir şeyler hazırlamış ve sofrayı kurmuştuk Berra ile beraber. Annemin yanına gidip sofraya gelmesini istedik, ancak "Ben bir şey yemeyeceğim, siz yiyin." diyerek yatmak istediğini söyledi. Fakat yatak odasının kapısında dikilmiş, ısrarcıydık. "Anne, lütfen gel, abimin hatası yüzünden kendini böyle aç bırakmanı istemiyorum." dedim. "İstemiyorum, gidin buradan." diye bağırdı ve ben de Berra'ya doğru dönüp bakışlarımla dışarı çıkmasına işaret ettim. Ardından ben de çıktım ve kapıyı kapattım. Yapacak bir şey yoktu, Berra ile beraber yemek yiyecektik. Kemal'in hatasının bedelini biz ödemek zorunda değildik, yani ben öyle düşünüyordum.
Kemal okumamıştı, sanayide çalışıyordu. Ama ben gece gündüz çalışmış, o sınava girmiştim ve Berra da aynı şekilde çalışıyordu. Ben de ona yardım ediyordum. Şimdi yaz tatiline giriyorduk ve yaz boyunca da her sene onunla birlikte çalışmaya devam ediyordum. Gündüzleri de babamın İplikçi dükkanında çalışıyorduk. Babamız da bu sırada kahvede zaman geçiriyordu.
Çalışmak elbette benim için ayıp değildi. Hatta üniversiteyi kazanamazsam, yine çok büyük bir sorun teşkil etmezdi, bir işe girer, çalışırdım. Hatta insanın, özellikle de kadının, elinde mesleği olmasının, yani deyime göre kolunda bir altın bileziği olmasının çok büyük bir önemi olduğunu biliyorum, fakat bunu herkese anlatamıyorum, anlatamam da zaten.
Berra ile beraber oturup yemek yerken, aynı zamanda abimiz ve Hafize hakkında konuşuyorduk. "Ben Hafize ile aralarında bir şey olduğunu bilmiyordum." dedim ve Berra da bilmediğini söyledi. "O halde aralarında uzun bir ilişki yoktur." dedim. "Bilmiyorum." dedi ve biraz düşündükten sonra, "Aslında ara ara biriyle konuştuğunu fark etmiştim." dedi.
Biz bir odada kalıyorduk ve fazla o da olmadığı için, diğer odada annemle babam, salonda da Kemal yatıyordu. Berra, akşamları tuvalete falan kalktığında Kemal'i biriyle ya sesli konuşurken ya da mesajlaşırken gördüğünü söyledi.
"Peki ya, ne zamandır gördün bunu? Yani kaç ay önce ya da daha uzun bir süre önce mi?"
"Hayır, aslında baharda gördüm, yani ilkbaharın başlarında, yani 3 ay önce falan."
"Öyleyse çok uzun bir ilişki değildir diye düşünüyorum."
"Bilmiyorum." dedi. "Bizim görmediğimiz yerde de buluşuyor, görüşüyor olabilirler. Ha, dur, bak aklıma ne geldi." dedi, düşünceli bir ifadeyle, kafasında ampul parlamış gibi. "Biz o zamanlar koli koli dantel göndermiştik, hatırlıyor musun? Hafize Hanım'ın, yani Hafize Koroğlu'nun nişanıydı." dedi, yüzündeki heyecanla.
Ben de anımsıyor gibi oldum ve "Evet, hatırladım." dedim. "Doğru ya, Hafize'nin çeyizleri için bizden bir sürü dantel almışlardı ama o zamanlar nişanı olup olmadığını bilmiyordum. Fakat ben de hazırlamıştım."
"Hatta bizim Kemal götürdü her şeyi oraya. O zaman mı tanıştılar acaba? Yoksa Hafize Hanım kim, abim kim? Neden, ne ara bir araya gelsinler ki? Bir de kızı evden dışarı salmıyorlarmış zaten. Nasıl kaçtılar? Acaba nasıl kaçırdı, çok merak ediyorum."
"Ben daha çok ne yapacaklarını, ne edeceklerini merak ediyorum çünkü bu insanlar tehlikeli insanlar, bunu biliyorum. Allah vere de bir sakatlık olmasın."
Biz kendi aramızda muhabbet ederken kapı yumruklanmaya başladı ve telaşla ayaklandık. Berra'ya elimle dur işareti yaparak, "Sen bekle, ben açarım." dedim ve kapının yolunu tuttum. Hemen ulaşıp kapıyı açtım ve kenara çekilip ileri baktım ama gelen babamdı. Sert bir soluk vardı. Bir an için Koroğlu aşiretinin kapımıza dayandığını düşünmüştüm, ama er geç bu olacak biliyorum.
Babam içeriye geçip oturma odasına baktı ve sofra kurup yemek yediğimizi görünce sinirle bir hışımla içeriye girip, "Ne yapıyorsunuz siz? Bu durumu da bir de oturmuş yemek mi yiyorsunuz? Zıkkım yiyin, e mi?" dedi sinirle.
Berra utanarak başını önüne eğerken, çatık kaşlarının altında babama baktım ve kapıyı kapatıp arkasından odaya geçtim. "Ne yapalım baba, abim kız kaçırdı diye yaz mı tutalım? Aç mı kalalım? Ben bugün sabah erkenden sınava gittim ve akşam 7 olmuş, daha şimdi ağzıma bir lokma koyacaktım, ondan da sen geldin." dedim. Ama buna kızgın bir sesle ya da ifade ile söylememiştim, ne de saygısızlık olsun diye. Ona rağmen dönüp elinin tersiyle sert bir tokadı yüzüme attı ve ben yüzümü tutarak dönüp tekrar bana baktım. "Evet, ben biraz arsızdım, biraz da asi. Belki de fazlasıyla. Berra'ya yapsa bunu ağlayarak çekip odaya girerdi ama ben burada durup 'Ne söyledim de vurdun?' dedim. Baba, abimin cezasını bize kesme."
"Bak, hala konuşuyor." dedi. "Zaten canım burnumda, de git ananı çağır." diye gürledi ve geçip koltuğa oturdu.
Sert bir soluk verdim, yüzüm sızlıyordu ama sabır çekmek için derin nefesler alarak annemin odasının kapısına geldim ve kapıyı hafifçe açarak, "Anne, babam geldi, seni çağırıyor." dedim. Uyumuyordu hala, ağlıyordu ama babamın çağırdığını duyunca herhalde bir haber geldiğini falan düşünerek yataktan hızlıca çıktı ve yanımdan geçip salona gitti. Orada durup biraz sabrımı toplamaya çalıştım ve o sırada yüzümü sıvazlayarak derin nefesler aldım. Bu evde sabrını, sükunetini korumak çok zordu, hele benim gibi asi yaratılışlı biri için.
Annemin peşinden salona girdim, Berra sandalyesine geri oturmuştu ama yemek yemiyordu. Bakışlarımla işaret ederek, "Bir şeyler ye." dedim ve Berra utana sıkıla ekmeğin kenarından koparıp çorbaya bandı ve ağzına attı. İyi ki bunları yapmıştı çünkü az sonra olacakları tahmin etmeden söylemiştim de o da yapmıştı.
Babamla annemin konuşmasını duyuyordum. "Bir haber var mı, bey?" diye sordu annem. Babam sıkıntılı bir şekilde, "Az önce Koroğlu aşiretinin kahyası geldi yanıma." dedi. Omuzumun üzerinden şaşkın bir ifadeyle dönüp babama baktım, annem de yanında oturmuş merakla onu izliyordu.
"Eee, ne dedi?"
"Ne diyecek? Oğlunu ara, kızımızı geri getirsin. Yoksa çok fena şeyler olacak." dedi. "Kız nişanlı, sözlendi, almış kaçırmış bu şerefsiz, haklılar tabii, ben olsam ben de deliririm. Milletin namusuna göz dikmiş it oğlu it."
"Sevmiş işte, ne yapsın?" dedim içimden, ama onun bu kararının ailemize bir felaket getireceğini hepimiz biliyorduk.
Birden bire dışarıdan sesler gelmeye başladı, araba sesleri ve ardından bahçeden gelen sesler. Hepimiz ayaklandık, kapıyı çalma zahmetinde bile bulunmadan kırıp içeriye girdiler ve ben hemen koruma içgüdüsüyle Berra'yı arkama aldım. Bir sürü adam içeriye doluştu, hepsinin elinde silah vardı. Dehşete düştüm, az sonra bizi kurşuna dizeceklermiş gibi hissettim ve kendimi, annemi, babamı da geçtim, sadece arkamda duran o saf masum kardeşimi kurtarmak istedim ve bunun için onlara yalvarıp ayaklarına bile kapanabilirdim. Evet, bunları yapabilirdim. Benim karakterime ters olsa bile...
Az sonra adamlar ikiye ayrıldı ve aralarından genç fakat olgun duran bir adam sıyrılıp içeriye girdi. Üzerinde siyah bir gömlek, belinde siyah bir kemer ve altında koyu lacivert bir kumaş pantolonu vardı. Siyah ayakkabıları parlıyordu, iri bir cüzesi vardı, uzun boyluydu, geniş omuzları ve kaslı kollara gömleğini zorluyordu. Hafif kızarmış buğday bir teni vardı, koyu renk saçları, koyu ve biçimde kaşları, hafif kemerli bir burnu, dolgun dudakları ve kirli sakallarıyla ürkütücü bir görüntüye sahipti. Ancak gri gözlerinin arkasında bir bilinmezlik yatıyordu. Belindeki silahı gördüm, elimi arkaya doğru götürüp Berra'yı biraz daha arkama almak istedim, onu görmesinler istedim çünkü törenin ne söyleyeceğini biliyordum. Töre cana can, kana kan, intikam diyordu...
Gelen adam Fırat Koroğlu'ydu. Onu sanıyordum; birkaç kere uzaktan görmüştüm. Bildiğim kadarıyla evli ve çocuklu bir adamdı.
Bakışlarını hepimizin üzerinde gezdirdi. Bana ve Berra'ya da baktı. Ardından babama doğru dönüp, "Oğlun nerede?" diye sordu.
Babam hemen, "Yeminle bilmiyorum, Allah Kur'an çarpsın bilmiyorum," dedi. "Bilsem söylemez miyim, ağam? Hemen tutar ensesinden, senin yanına getirirdim. Yemin billah, bize de bir şey söylemedi."
Ne güzeldi ama Kemal bir suç işliyordu ve cefasını biz çekiyorduk.
"Oğlun kız kardeşimi kaçırdı, nişanlı olan kız kardeşimi kaçırdı ve bir ay sonra düğünü vardı. Bunu biliyorsun değil mi?" diye sordu, tehditkar ve sert bir sesle.
"Biliyorum, ağam," dedi babam. Az kalsın ağlayacak gibiydi korkudan ama, "Elimden bir şey gelmez, aradım taradım, yok, hiçbir yerde. Bizi de sildi gitti vallahi."
"O it, oğlunu ara, kız kardeşimi geriye getirsin. Yoksa ben onun ailesini kurşuna dizeceğim, bu evle birlikte hepinizi yakarım ve unutma, bana bir şey olmaz," dediğinde, babamın korkudan titreyerek telefonuna yapıştığını gördüm. Hoparlörü aldı ve aradı ama Kemal cevap vermiyordu. Bir süre sonra telefonu tamamen kapattı ve babam bir sonraki arayışında bunu duyunca, Kemal'e söve söve telefonu kapatıp cebine koydu.
"Ve görüyorsun, ağam," dedi, "Ben ne yapabilirim bu durumda?"
Karşımızda duran Fırat Koroğlu biraz düşündü ve ardından, "Ne olacağı belli," dedi. Annem, babam, arkamdaki Berra, hepsi tir tir titriyorlardı çünkü Kemal gelmezse hepimizi kurşuna dizeceğini, ardından da bu evle birlikte yakacağını söylemişti. Bu pislik adamın ne kadar tehlikeli olduğunu ve bu söylediklerini yapabilecek biri olduğunu biliyordum. Ben de korkmuyor değildim ama ayakta durmaya çalıştım.
"İki seçenek var," dedi. "Madem oğlun kız kardeşimi kaçırdı ve ben elaleme rezil oldum, şimdi sizi ailecek öldürmem gerekiyor," dediğinde kanım dondu. Bunu gerçekten yapacak mıydı? Bir insan nasıl bu kadar acımasız olabilirdi ki?
"İkinci seçenek nedir, beyim? İnan her şeyi yaparım, aileme zarar verme," dedi. Sanki bizi çok umursuyormuş gibi. "Bana bir şey yapma," demeyi utandı bence, yoksa hepimizi satarken de canı için.
"İkinci seçenek nedir?" diyerek belinden silahını çıkarttı ve Berra ile bana doğru uzattı. Berra, daha da titreyerek sırtıma sığındı ve ben, onun gözlerinin içine bakarak göğüs gerdim. "Beni öldür, dedim, lütfen kardeşime bir şey yapma. Kardeşine karşılık benim canımı al."
"Bu olmaz," dedi, beni işaret ederek. "Bu biraz fazla asi. Bana sözümü dinleyecek, itaatkar ve bebeğime bakacak kadar becerikli biri lazım..." Arkadaki "Kaç yaşında?" diyerek babama baktı.
"Daha 17'sinde, beyim," dedi babam, sevinçle. Bu durumdan ölmeden kurtulacağına dair umutları artmıştı, belli ki.
"Hayır, baba, Berra yapamaz orada," dedim.
"Öbürü kaç yaşında?" diye sordu, beni yok sayarcasına.
"Öbürü 18'inde," dedi babam, yüzünde vatani gülüşü vardır resmen.
"İkisinden birini bana vereceksin," dedi Fırat Koroğlu. Resmen kanım çekilmiş gibi hissettim. Dümdüz durmuş, onlara bakıyordum. Aralarında al sat yapıyorlardır resmen. "Abim için, bizim canımızı hiçe sayan babam büyüğünü al," dedi. "Öbürü pek bir şey beceremez, büyük olan hem dükkanı çeviriyor, hem evi çeviriyor, elinden de her iş geliyor, hem 18'ini de doldurdu, reşit artık, evlenebilir," deyince, ona şaşkın halde baka kaldım.
"Baba, ne diyorsun sen?" diye fısıldadım ama Berra yerine beni almalarını tercih ederdim. Keşke evlenmek üzere değil, öldürmek için isteselerdi. Bu, benim için daha kolay bir yol olurdu. Henüz hayatımın baharındayken evli, çocuklu bir adama kuma gideceğimi hiç düşünmemiştim. Ne hayallerim vardı, ne umutlarım ama şimdi hepsi zihnimden çıkıp gitmişti.
Adam gözlerini bana çevirdi ve ayağa kalkıp, gri soğuk bakışlarıyla birlikte yanıma yaklaşarak karşımda durdu ve, "Adın ne?" diye sordu.
"Zerda," dedim.
Elini arkama götürdü ve Berra'nın kolunu tutup, onu kenara çektiğinde hemen araya girmeye ve Berra'yı tutmaya çalıştım. O adamın gözlerinin içine bakarak, o kadar yakındık ki, kafasını öne eğerek bana baktı. "Onu değil, beni al," dedim yalvarırcasına. "O daha küçük, reşit bile değil. Nasıl bir adamsın sen böyle?"
"Doğru konuş," diyerek yüzüme eğildi ve sıcak nefesini yüzümde hissettim. Kızaran yanaklarını görebiliyordum zaten. "Benim bu küçük kızla işim olmaz," dedi kısık bir sesle, kimsenin duymamasını sağladı ve Berra'yı kenara adeta fırlattıktan sonra, benim elimi tuttu ve beni çekiştirerek babamın yanına götürüp durup yüzüne baktı. "Oğluna karşılık kızın dedi, bu kanı ancak berdel temizler. Oğlunun hayatına karşılık kızını alıyorum."