Salon kalabalıktı ama zaman durmuş gibiydi. İnsan sesleri, müzik, ışıklar… Hepsi arka planda bulanıklaşmıştı. Tek net olan şey, onun oturduğu masa ve o başını hafifçe çevirip bana baktığı andı.
Kalbim deli gibi atıyordu. İçimde hem gitmek isteyen bir çocuk, hem geri dönmek isteyen bir korkak vardı. Ama o anda biri omzuma dokundu. Tanımadığım bir kadın, kulağıma eğilip fısıldadı:
“Boşuna yaklaşma… Senden hoşlanmıyor. Gıcık alıyormuş.”
O an içimde bir şey kırıldı, ama aynı anda başka bir şey doğdu. Cesaret mi? Öfke mi? Belki ikisi birden. Bilmiyorum. Ama geri adım atmadım. Hatta inadına yürüdüm masasına. Kalbim göğsümden dışarı fırlayacak gibiydi ama adımlarım sabitti.
Önünde durup, sakin ama kırgın bir sesle söyledim:
“Ben size ne yaptım bilmiyorum ama sizi gerçekten çok seviyorum. Hayranınızım. Bu his… sadece bir şarkıyla başlamadı.”
Gözlerimin içine baktı. Gülümsedi. Sonra bir anda ayağa kalktı. Yakındı artık. O kadar yakındı ki, nefesini hissedebiliyordum.
“Ben öyle bir şey söylemedim,” dedi.
“İnan bana. Eğer yanlış bir izlenim bıraktıysam… telafi etmek isterim.”
Bir anlık sessizlik… Kalabalık içinde sadece biz vardık.
“Benimle gelir misin?” dedi.
“Sadece biraz konuşmak istiyorum. Gerçekten.”
Kafamda tüm ihtimaller uçuşuyordu ama kalbim çoktan karar vermişti. Başımı hafifçe salladım.
“Gelirim,” dedim. “Çünkü seni tanımayı istiyorum.”
Salonun kapısından birlikte çıktık. Soğuk gece havası yüzüme çarptığında bile hala bunun bir rüya olduğuna inanamıyordum. Taksiye bindik. Gözüm yolda değil, onun profilindeydi. Gözleri, dudakları, ara ara bana dönüp tebessüm etmesi… Her şey çok gerçekti ama bir o kadar da rüya gibi.
Evinin kapısını açarken kalbim karnıma kadar inmişti. Ayakkabılarımızı çıkardık, içeri geçtik. Ortam sadeydi ama sıcak. Oturduğu kanepeye iliştim, o da yanımda yer aldı. Aramızda birkaç santim… ama aradaki çekim kilometrelerceydi sanki.
Birbirimize baktık. Sessizce. Uzun uzun. Gözlerimizin arasında söylenmemiş cümleler dolaşıyordu. Ve sonra o an geldi.
Kelimelere gerek yoktu. Sadece his vardı.