İHRAÇ

2750 Words
İntikamın kendine özgü bir tadı vardır… YILDIZ DAĞHAN İnsan bazı kişilere veda etmekte güçlük çekiyordu. Hele de arada yaşanmamışlıklar, yarım kalmışlıklar ve özlemler varsa… Abim benim çocukluğumdan beri kahramanımdı, pek çok kez benim kabahatlerimi örtmek için annemden de babamdan da ceza almıştı. Ne kadar uzak kalmış olsak da bir yerlerde ‘sana ihtiyacım var’ dediğinde ne olduğunu bile sormadan her neredeysen oraya gelebilecek bir abinin olması güzel şeydi. Şimdi ise arkamdaki dağı yıkmışlar gibi hissediyordum. Kimine göre benim karakterimdeki ve mesleğimdeki birinin arkasında bir dağa ihtiyaç olmayabilir ama en nihayetinde doğduğunuz günden beri güvenebileceğinizi bildiğiniz tek kişiyi kaybetmek ağır bir yumru oluyordu insanda. Odamda yatağımın üzerine oturmuş elimdeki zarfı açmadan önce son bir derin nefes alıp bıraktım. Zarfı açıp ters çevirdiğimde önce kağıtlara göz gezdirdim. Bugüne kadar abimin kendi kurduğu şirketlerle ilgili yasal belgeler ve bazı tapular vardı. Bu tapuda bahsi geçen mülkleri daha önce hiç görmemiştim, belli ki yeni alınmış mülklerdi. Sonra abimin el yazısıyla yazdığı mektubu okudum. Ancak özellikle son cümleleri ile artık bir yol ayrımında olduğumu daha iyi anladım… ‘Canımın içi… Sana böyle ağır bir sorumluluk yüklemeyi hiç istemezdim, ancak bu mektup eline ulaştıysa ben yapmak istediklerimi yapamamışım demektir. Eğer bunu başaramadıysam yani ailemizi gömüldüğü çukurdan kurtaramadıysam önünde iki yol var. Ya benim yarım bıraktığım işi tamamlayacak ve ailemizin başına geçeceksin ya da vasiyetimde belirttiğim üzere tüm mal varlığımızı vakıflara bağışlayarak görevine ve kendi hayatına bakacaksın. Eğer benim gittiğim yoldan gidersen bu zarfla birlikte gelen hiçbir şeyin kirli para ile edinilmediğinden emin olabilirsin. Onlar sen, Defne ve Parla için hayat garantisi olarak kazandıklarımdır. Kendi şirketimi satmaz ve bir gün kızıma miras olarak bırakabilirsen benim için yeterlidir. Senden daha fazlasını istemeye hakkım yok, sana böyle bir yükümlülükte yüklemek istemem. Ancak her şeyi göze alıp benim gittiğim yoldan gidersen sana bıraktığım bellekteki bilgiler işine yarayacaktır. Şifreli USB belleği seninle küçükken her doğum günümüzde birbirimize yazıp bıraktığımız ve sakladığımız kutunun içine sakladım. Onun yerini ikimizden başka kimsenin bilme ihtimali yok. Bu yüzden onu aldığında çok dikkatli olmalısın… Bu arada asistanım Yiğit ve avukatımız Rasim Tekin dışında şirkette kimseye güvenemeyeceğini bilmen gerek. Aile şirketimizde yıllardır ve hatta yüzyıllardır bu ülkede barınan bir yapının yetiştirdiği kişiler var. Tespit edebildiklerim belleğin içinde yer alıyor, ancak hâlâ tam olarak hepsini tespit edebilmiş değilim. Bu yüzden herkese karşı temkinli ol. Özellikle o Tunç denen şerefsize ve ailesine çok dikkat et… Canımın içi… Seni böyle bir cehennemin içine atmak en son isteyeceğim şeydi. Ancak sen bu mektubu okuyorsan artık aranızda değilim demektir. Sakın benim intikamımın peşine düşüp aklının bulanmasına izin verme… Benim için yapabileceğin en iyi şey intikamımı almak değil, yarım bıraktığım işi tamamlayıp kızıma temiz bir hayat yaşama şansı vermendir… Sen hangi yolu seçersen seç, ben senden razıyım… Sadece kızımı ve Defne’yi yalnız bırakma… Senden isteyebileceğim tek iyilik bu olabilir. Seni çok seven abin Yavuz…’ Her kelimesi ile dehşete düşerken neden böyle bir vasiyet hazırladığını çok daha iyi anlamıştım. Zarfta bulunan tapular, mülkler onun kendi kurduğu şirket üzerinden yaptığı yatırımlardı ve hepsi temiz parayla yapılmıştı. Kızına haram parayla kurulmuş bir gelecek kurmak istemiyordu. Tabii ki mektubu yazdığında henüz Defne’nin hamileliğini bilmediğinden sadece Parla’dan bahsediyordu. Şimdi ise o çocuk onsuz büyüyecekti. Bellek içinde gizli bilgiler olduğunu ve bizim özel yerimizdeki kutuya koyduğunu söylemişti. Anlaşılan o ki mektup bir şekilde başkalarının eline geçerse bellek içindeki bilgilere ulaşılmasını istemiyordu. Belgeler ve mektup yatağın üzerinde seriliyken ne yapacağım konusunda düşünüyordum. Kapım çalındığında “bir dakika” diyerek yatağın üzerindekileri toplayıp dosyanın içine koydum. “Gel” dediğimde kapımda annemi göreceğimi zannederken Defne vardı. “Girebilir miyim?” diye usulca kafasını aralıktan gösterdi. “Tabii girsene” dedim hemen. O çekingen bir şekilde kapıyı peşinden kapatırken gözlerinden biraz önce ağlamış olduğunu anlamak çok da zor değildi. “Bir şey mi canını sıktı?” dedim. Annemin yine densiz densiz konuşup hamile kadını üzdüğü düşüncesi geldi aklıma. “Yok, hayır… Sadece Yavuz-“ dedikten sonra devamını getiremedi. Mektubu okumuş olmalıydı… “İyi misin?” dediğimde yutkunup başıyla beni onayladı. Aklıma gelenle onu rahatlatmaya çalıştım. “Abime kırgın değilsin değil mi? Yani tüm varlıkları bana bıraktığı için…” dediğimde gülümsedi. “Ben ona istesem de kırılamam. Zaten böyle bir şey bekliyordum. Son zamanlarda özellikle babandan kalanların ne kadar midesini bulandırdığından bahsediyordu. O yüzden kızımıza… yani çocuklarımıza (derken elini karnına götürdü) o mirastan bir şey bırakmak istememesini anlıyorum. Zaten mektupta da açıklamış… Ben seni başka bir şey için rahatsız ettim.” “Ne rahatsızlığı saçmalama… Sen de Parla da doğmamış yeğenim de… Asla benim için rahatsızlık olamazsınız…” “Teşekkür ederim… Biliyorum… Yıldız, ben… Parla’ya nasıl açıklayacağımı bilmiyorum. O daha küçücük, dedesini kaybettiğimizde o daha bebek olduğundan ona bir şey açıklamak durumunda kalmamıştık, ama şimdi babasının yokluğunu ona nasıl anlatabileceğimi bilmiyorum” derken güçlükle konuşuyordu. “Merak etme sen… Bir pedagog buluruz, onun eşliğinde söyleriz. Ben annemle ve çalışanlarla konuşurum pedagogdan önce kimse Parla’nın yanında bu konuları konuşmaz, dikkatli olur.” “Çok teşekkür ederim Yıldız, burada olduğun için… Bir de… Ben sana eğer istersen görevine geri dönebileceğini ne servetin ne de başka bir şeyin umurumda olmadığını söylemek istiyorum. Sırf abinden ötürü bize karşı sorumluluk hissederek bu işlere dönmeni istemem. Hele ki abin bu yüzden… Bu yüzden bizden koparılmışken…” diye güçlükle konuşurken ona hayran olmamak elde değildi. Daha dün kocasını kaybetmiş, iki çocuğuyla yalnız kalmıştı ama buraya gelip benim hayatım için endişe ettiğinden her şeyi elinin tersiyle itiyordu… Ellerini avuçlarımın arasına aldım ve sımsıkı tuttum. “Sen benim için endişelenme… Ben bir karar vereceğim, ama önce sabah erkenden Ardahan’a gitmem gerek. Senden sadece iki gün istiyorum. Sadece 48 saat yasını bırakıp güçlü kalabilir misin? Gerçi sen zaten güçlüsün ama yine de ben yokken Parla’ya kendine ve karnındakine iyi bakmanı istiyorum. Ondan sonra sana söz veriyorum her şeyle ilgileneceğim…” dediğimde dolu gözleriyle bana baktı ve birden boynuma sarıldı. “Şimdi sadece birkaç dakika güçsüz olsam olur mu?” diye sorduğumda yanan gözlerime daha fazla engel olamadım. Burnum sızlayıp boğazımdaki yumruyu da yuttuktan sonra “tabii” dedim. Sırtına koyduğum ellerimle onu teskin etmeye çalışırken aslında akan yaşlarıma engel olamıyordum. Sadece onun gibi sesli bir şekilde değil de sessiz sessiz ağlıyordum. Benim kendi acımı yaşamak için henüz zamanım vardı. ‘Şimdi değil’ dedim içimden ‘ağlamak için… çığlık çığlığa haykırarak ağlamak için zamanım olacak…’ … Ertesi gün erkenden kalkıp askeri havalimanından helikopterle Ardahan’a geçtim. Doğan ve tim Ankara’da Tufan’ın düğünü için bulunduğundan kafama koyduğum şeyi yapmama engel olabilecek kimse yoktu. İlk iş soyunma odasına geçip üzerimi değiştirdim. Askeri kamuflajlarımı giydikten sonra saçımı da ensemde topuz yaparak misafirhane dedikleri yere doğru yürüdüm. Yolda beni görenler selam verirken ben sadece baş selamı vererek yanlarından ilerledim. Tahmin ettiğim gibi kapıda timden kimse yoktu. İki er nöbet tutuyordu. Beni görünce selam verdiler. “Üsteğmenim!” “Durum nedir asker?” diyerek bir tanesine gözlerimi diktim. “İkisini ayrı odalarda tutuyoruz, kesinlikle temas kurmaları yasak. İçeri günde bir kez girerek ekmek ve su veriyoruz. Onun dışında tuvalet ihtiyaçları olduğunda tek tek iki asker ile birlikte güvenlik önlemleri altında gerçekleşiyor…” diye rapor verdiğinde onu başımla onayladım. Tam içeri girmeye yeltenecekken diğer asker “Doğan komutanım-“ diye söze başlayacakken bakışlarımı ona çevirdim. “Asker! Sen üsteğmenini mi sorguluyorsun!” diye sert bir şekilde çıkıştım. Aslında kendisi doğru olanı yapıyordu. Ona kimsenin içeri belli görevler dışında alınmaması emredilmiş olmalıydı. “Hayır komutanım!” diyerek topuklarını birbirine vurup duruşunu düzelttiğinde ben de fazla uzatmadım ve içeri girdim. İçeri geçip onun olduğu odaya girmemle kafasını kaldıran Yakup Kara denen adamla göz göze geldiğimizde yüzünde tatmin olmuş bir gülümseme belirdi. Abimle konuşup geldiğimde onu buradan çıkaracağımdan emindi kendince şerefsiz… “Sonunda… Bu kadar geç kaldığın için beni bekletmenin de bir bedeli olacağından emin olabilirsin Dağhan kızı” dediğinde kaşlarımı kaldırdım ve küçülen gözlerim ve tiksintiyle büzülen dudaklarımla ona baktım. “Kusura bakma, bir cenazem vardı da… Ancak gelebildim” dememle umursamaz bir sesle konuştu. “Neyse ne… Cenazen umurumda mı sanıyorsun? Yeterince bekledim… Şimdi beni çöz ve çıkar buradan. Nasıl çıkaracağını planlamışsındır umarım” dediğinde dudağımın sol ucu yukarı kıvrılırken silahımı çıkardım. “Düşünmem mi? Buradan dört kolluyla çıkacaksın” dediğimde dehşet dolu gözleriyle bana baktı. “Ne yapıyorsun sen? Saçmalama… Bana bir şey olursa abinin yaşayacağını mı sanıyorsun?” dediğinde silahın emniyet kilidini kaldırdım. “Senin şu tehdidin artık geçerli değil, neden biliyor musun?” diye sorduğumda anlamaz gözlerle bana bakıyordu. “Katıldığım cenaze var ya… Abimindi…” dediğimde o da şaşırmıştı. “N-nasıl?” diye fısıldar gibi çıktı dudaklarından… “Orasını sen bana söyleyeceksin… Abimi kim öldürdü? Ben bu kişilere nasıl ulaşırım?” “Sana bu bilgileri neden vereyim? Üstelik bu bilgileri sana verirsem beni yaşatacaklarını mı sanıyorsun? Beni buradan kaçırırsan istediğin tüm bilgileri sana veririm” dediğinde hâlâ bir gerçeğin farkında değildi… “Senin buradan kaçışın yok! Sen hâlâ anlamadın ama ben sana bir aptala anlatır gibi anlatayım. Senin o beni yaşatmaz dediğin kişiler var ya… Hah… İşte onların umurunda bile değilsin… Çünkü şu anda senin yaşadığını düşündüklerini sanmıyorum. Yani sen zaten ölüsün… Bana istediğim bilgileri verirsen seni bugün buradan öldürmeden çıkarım. Ama vermezsen… İşte o zaman çok sinirlenirim ve sen bana saldırdığın için yanlışlıkla silahım patlar” dediğimde gözünde ilk kez dehşeti görmüştüm. Onun bacağına daha önce tahta parçası sapladığımda bile böyle dehşete düşmemişti. Bahsettiği örgüt ya da kuruluş artık her ne haltsa, onların kendisinden kolayca vazgeçmeyeceğini sanıyordu sanırım. “Ne o? Şaşırdın? Neden şaşırıyorsun ki? Bu adamlar zaten senin elindeki tüm gücü alıp seni sıradan bir üye haline getirmemiş miydi? Şimdi de tamamen gözden çıkarmalarına şaşırmamalısın bence…” dedim daha da sinirlenmesini sağlamak için. Egosuna oynuyordum ve o da bunun farkındaydı. “Sırf sana bir şeyleri anlatmam için söylüyorsun… Ama ne sana ne de başkasına asla bir isim vermem” dediğinde sinirlenmeye başlamıştım. “Bak sabrımın sınırlarındayım şu an… Ağzından çıkacak tek bir isimle bir süre daha nefes alma şansın olacak… Doğan’ların seni öldüreceğini sanmam ama ben emin ol şuracıkta kafana sıkarım. Hiç umurumda olmaz. Neden biliyor musun? Çünkü ben askerliğimi yakmayı göze aldım. Seni burada öldürüp ihraç da yiyebilirim ya da seni öldürmeden istifa da edebilirim. Hangisi olacağına sen karar vereceksin” Her ne kadar belli etmemeye çalışsa da ürkmeye başladığını gözlerinden görebiliyordum. Kendisinden bu kadar vazgeçilmiş olabileceğini düşünmüyordu sanırım. Ama benim almam gereken cevaplar vardı. “Şimdi… Sen eğer seni buradan çıkarmam gerektiğini ve bunun nedenini abimin bildiğini söyledin. Abim benimle bazı şeyleri paylaştı ölmeden pardon, öldürülmeden önce… Ama yeterli değil. Kafamı bulandıran şeyler var. Sen de eğer bana bazı cevaplar vermezsen emin ol, senin nefes alıp almaman o çok güvendiğini kişiler gibi benim de umurumda olmayacak. Hatta biraz içim soğur belki ne dersin?” Gözlerinden alev saçılırken dişlerinin arasından tıslarcasına konuştu. “Sen onlara ulaşamazsın… Onlar gerekirse sana ulaşır” “Nasıl yani? Sen bir şey olduğunda nasıl iletişim kuruyordun? Mutlaka senin de bağlı olduğun birileri vardı… Rapor vermek için mutlaka birilerini arıyordun…” “Her hafta bize üstlerimiz astlarımıza kriptolu bir telefondan haber uçurur. Kimse isim bilmez, sadece bir kod adı… Rütbelerde değişiklik olduğunda tüm numaralar ve kodlar değişir. Kimse üstünü arayamaz, bir üst aradığında ona rapor verir yeni görevimizi alırız” “Senin astların… Onlara ulaşmanın yolu?” diye sordum kaşlarımı çatarak. “O Akıncı timinin komutanı… Doğan… Gamze ve diğer adamlarımızın yaptığı işleri açık edip bizim işlerimizi baltaladığından tüm güvenilirliğimi zedeledi ve beni sıradan bir ast haline getirdiler. Yani ben ayak işlerini yapan biri haline geldim. Karısını kaçırıp onu kontrol altına almak istedim, böylece bize darbe veren komutana darbe vuracak ve tekrar göze girecektim ama… Sonuç ortada.” “Yani sen ne benim ne de Doğan’ın işine yaramazsın…” dediğimde gözlerini açtı. “Aslında benim işime yarayabilirsin…” “Nasıl? Ne istersen yaparım, yeter ki beni buradan kurtar… Tekrar onların arasına sızar size bilgi akışı sağlarım” dediğinde kimisi bunu kârlı bir anlaşma olarak düşünebilirdi, ancak bu adamın bizi tekrar gafil avlamaya çalışmayacağının da bir garantisi yoktu, sonuçta bu yapının içinde büyümüş ve yetiştirilmişti. Onların arasına tekrar katıldığında onu bir daha bulamamamız söz konusu olabilirdi. Bu yüzden benim daha iyi bir planım vardı. “Merak etme, seni buradan çıkaracağım ve bize çok büyük bir faydan dokunacak” dediğimde gözleri parladı. Gerçekten onun gitmesine izin vereceğimi sanıyordu. Ellerini çözdüm, ayaklarını çözdüm ve silahımı ona verip beni rehin almış gibi yapmasını sağladım. Birlikte dış kapıya geldiğimizde askerler hemen silahlarını bize doğrulttular. “Çekilin yoksa komutanınızı vururum” diyen sesi öfke doluydu. Sanki gerçekten bunu yapabilecekmiş gibi davranıyordu ama küçük bir güç uygulayarak bile onu alt edebileceğimden haberi yoktu. Erler bana bakıp emir vermemi bekliyorlardı. Onlara “sakin olun, geçmemize izin verin” dedim. Onlar da silahlarını indirip dediklerimi yaptıkları sırada Yakup rahatlayınca silahını onlara doğrulttu. Bileğini yakalayarak kolunu ters çevirdiğim sırada tetikteki parmağının üzerine küçük bir baskı uygulayarak tam da kalbine bir kurşun sıkmasını sağladım. Silah sesi ile çevreden de birkaç asker gelince ne olduğunu anlamaya çalışırlarken nöbetçi erlerden biri “komutanımız olmasa bizi vuracaktı” dediğinde planımın ilk aşamasının başarılı geçtiğini anlamıştım. Askerler cesetle ilgilenirken Tibet Binbaşı, Karargaha geldiğinde beni görmek istediğini söyleyince onun odasına geçtim. “Binbaşım” diyerek selam verdim. “Gel üsteğmenim, resmi ifadeni almadan önce bir konuşalım seninle” dediğinde aklımda inşallah sebepsiz oraya gidişimi sorgulamaz gibi bir düşünce vardı. “Öncelikle başın sağ olsun” dediğinde başımla ona onay vererek “Sağ olun komutanım” dedim. “Doğan, durumu haber aldı. Birazdan burada olur” dediğinde bunu beklemiyordum. “Benim sana sormak istediğim bir konu var… Abin öldürülüyor, göreve dönüyorsun hemen ardından ve gelir gelmez yaptığın ilk iş rehinin yanına gitmek oluyor. Bunun için bir açıklaman var mı?” dediğinde tam da düşündüğüm gibi dedim içimden. “Abim, öldürülmeden birkaç saat önce bana bu yapının şirketimize sızdığından ve temizlemek için uğraştığından bahsetmişti. Daha üzerinden iki saat geçmeden suikaste kurban gitmesi üzerine onu öldürenlerin bu yapı olduğundan şüphelenmekte haklıydım takdir edersiniz ki. Kendisi ile görüşüp abimin neden öldürülmüş olabileceğine dair bilgi alabilir miyim diye konuşmak istedim ama ben gittiğimde önceden edindiği kesici bir cisimle ellerini ve ayaklarını çözüp hâlâ bağlı olduğu izlenimini yaratmış. Ben biraz yaklaşınca da belimden silahımı alıp beni rehin aldı. Gerisini biliyorsunuzdur…” “Üsteğmenim… Bu sizin anlattığınız hikâyeye inanmamı beklemiyorsunuz umarım… Ne ben dünkü askerim ne de siz usta bir yalancı…” dediği sırada kapı çalındı ve Doğan geldi. “Binbaşım” diyerek selam verdikten sonra Tibet Binbaşı ona da karşımdaki koltuğu gösterdi. “Geç Doğan, ben de Yıldız’ın uydurma hikâyesini dinliyordum, sen geldiğine göre gerçeğini anlatabilir” dediğinde Doğan ateş püsküren mavilerini dikmişti yüzüme. “Sen, nasıl böyle bir şey yaparsın Yıldız? O adamdan edinmemiz gereken bilgiler vardı” dediğinde omuzlarımı düşürüp derin bir nefes alıp bıraktım. “Ondan alabileceğimiz tüm bilgileri aldım. Daha fazla bilgi alamazdınız. Ancak bu sayede beni ihraç edebilirsiniz” dediğimde ikisi de kaşlarını bana çatarak baktı. Yakup Kara ile ilk görüşmemizde öğrendiklerimi, abimle görüşmemi, vasiyeti, mektubu, sonra tekrar Yakup Kara’yı öldürmeden önce bana söylediklerini tek tek onlara anlattım. Doğan “Onur sen ve ailen hakkında araştırma yaparken bazı bilgiler elde etmişti. Abinin bu işlere bulaşmayacağını bildiğimden abinle durumların bağlantısı var mı yok mu öğrenmesi için daha derinlikli bir araştırma yapmasını istemiştim” dediğinde başımla onu anladığımı belirterek başımı aşağı yukarı salladım. “Peki, neden bu adamı öldürmek için ta oralardan buralara geldin… Hem de daha abinin toprağı kurumadan.” “Çünkü beni askerlikten ihraç etmenize ihtiyacım var” dediğimde ikisi de anlamaz gözlerle bana bakıyordu. “Kendim istifa edersem holdinge dönüşüm planlı ve özellikle abimin intikamı için görünecekti. Böyle görünmemesi için ihraç edilmiş olmam ve zorunluluktan holdingin başına geçmiş olacaktım” “Peki ya Yakup?” diyen Tibet Binbaşı’ya çevirdim gözlerimi. “Abimin kanını yerde bırakmamış olmam gerekiyordu. Yani bir nevi zaten intikamımı almış olacaktım. Çünkü beni abimin canıyla tehdit etmişti, ben de abimi öldürten adamı öldürmüş, intikamımı almış sayılacaktım. Böylece abimi gerçekte öldürenler rahatlayacaklar. Özellikle şirket içine sızanların bunu öğrenmesini sağlayarak onların kendi ayaklarıyla bana gelmesini sağlayacaktım” diyerek aklımdaki planı açıkladım. “Ordunun adı da Türk askeri kimliğin de bu işe karışmadan kendi intikamını kendin alacak, kendi temizliğini kendin yapacaktın yani” diyen Doğan’ın başımla onayladım. “İhraç edileceksin” diyen Tibet Binbaşı’ya döndü ikimizin de bakışları bu kez. Doğan “Binbaşım-“ diye itiraz edecekken Tibet Binbaşı eliyle onu durdurdu. “Yıldız haklı, ailesi üzerinde bu kadar şüphe varken asker olarak kalması Türk askerinin adına leke sürer. Yıldız, kimliğini ve silahını bırakıyorsun… Savunmanı da yazıyorsun. Bu gece burada göz altında olacaksın. Yarın da “ihmal yüzünden iki askerin hayatını tehlikeye atmaktan ihraç edileceksin!” dediğinde her ne kadar tüm planım bu yönde olsa da boğazımda bir yumru oluştu. Sanki hayatımın büyük bir bölümünü geride bırakıyormuşum da beni ben yaptığını düşündüğüm her şeyden koparılıyor gibiydim. Her ne kadar bilinçli bir tercih de olsa sanki etimden et koparılıyormuş gibi bir sızı vardı kalbimde… Şimdi benim için yeni bir hayat başlayacaktı ve ben yeni bir Yıldız yaratmak zorundaydım…
Free reading for new users
Scan code to download app
Facebookexpand_more
  • author-avatar
    Writer
  • chap_listContents
  • likeADD