Aramızda sessizliğin buz gibi bir duvarı örüldü. Sonra Dante bir adım öne çıktı. Ayaklarının altındaki zemini titretiyordu. “Böyle mi yapacaksın?” dedi. Sesi bu sefer daha boğuktu, ama her kelime tehdit kadar keskindi. “Beni karşına mı alacaksın? Lisette’yi karşına alırsan, beni de karşına alırsın. Bunun farkında mısın?”
Bir gülümseme geçti yüzümden, ama bu sıcak bir gülümseme değildi. Dudak kenarlarımda acı bir kıvrım. İçimdeki kırgınlık, öfkeye evrilmişti artık. “Hah. Senden mi? Sizden korktuğumu mu sanıyorsun, Dante?” dedim. Sesimde öfkenin sertliği vardı, ama aynı zamanda çaresizliğin yankısı. Ona doğru bir adım attım. Şimdi aramızda nefes kadar kısa bir mesafe kalmıştı. Gözlerim gözlerine kenetlendi. “Sharon’ın bana vereceği bir bilgi var. O bilgiyi öğrenmeden, maalesef onun yerini size söyleyemem… eski patronum.”
Kelimenin sonunu bilerek bastırdım. Eski patronum. Geçmiş, Dante’nin suratına bir tokat gibi çarptı. Beden diliyle bana meydan okuyor, ama içindeki karmaşa yüzünden okunuyordu. Sadakat, öfke ve kırılmış güven… Hepsi gözlerinde birbirine karışmıştı. Ama artık oyun farklıydı. Artık bu, sadece bir kızın, bir annenin ya da bir mezarın meselesi değildi. Bu, hesaplaşmaydı. Kanlı bir hesaplaşma. Sharon’ı öldürmem gerekse bile Love’ın yerini öğrenecektim. Dante, kararımı çoktan verdiğim anın içinde donmuş bakışımı yakaladığında, kaşları çatıldı. Yüzündeki öfke dalgası yerini bir anda kontrolsüz bir tedirginliğe bıraktı. Sanki gözlerimden geçen gölgeyi okumuştu. Ne gördüğünü tam olarak bilmiyordum ama anladığı şeyin hoşuna gitmediği kesindi. Sessizliğe gömülen odanın içinde gözlerini gezdirdi. Bomboş görünen ama aslında her köşesi anılarla dolu bu dağınık oda, Emelie’nin ve benim geçmişimden geriye kalanlarla doluydu. Her yere saçılmış fotoğraflar, açılmış karton kutular, darmadağın giysiler ve yatak takımları vardı. Duvarın karşısında, biraz önce dokunduğum tuval hâlâ orada duruyordu. Emelie’nin elleriyle yarım bıraktığı çizim... Dante’nin bakışları yavaşça o tuvale kaydığında yüzündeki donuk ifade aniden kırıldı. Şaşkınlık. Gerçek, duru bir şaşkınlıkla bakıyordu. Onun gibi her zaman taş gibi sert, tepkisiz biri için bu kadar net bir duygu görmek başlı başına olağanüstüydü.
Sonra yere eğildi. Parmak uçlarıyla, yerdeki fotoğraflardan birini aldı. Bizim, yani Emelie ile lise çağlarımızda çekilmiş bir kareydi. O zamanlar yüzümüzde hâlâ birer çocuğa ait masumiyet vardı. Henüz dünya üzerimize çökmemişti. Henüz ihanet, ölüm ya da intikam yaramızı kazımamıştı. Fotoğrafı almak için eğildiğimde, Dante fotoğrafı el çabukluğuyla arkamdan kaçırdı. Elimde sadece boşluk kaldı.
“Lanet olası ergenlik zamanları, ha?” dedi küçümseyen bir ses tonuyla. Fotoğrafı iki parmağı arasında hafifçe salladı. Gözlerinde biraz kızgınlık, biraz da anlaşılmaz bir acı vardı. Ardından dudaklarını sıkarak ekledi: “Sana yaptıklarından sonra bu kadar aptal olamazsın. Nasıl hâlâ ona âşık kalabiliyorsun?”
Derin bir nefes alarak sırtımı doğrulttum. Gözlerimi yere indirmeden, yüzüne baktım. “Bu aşkla ilgili değil,” dedim. Sesim biraz boğuktu ama kararlıydı. “Bu sefer değil.”
Dante tek kaşını kaldırdı, sesi alaycıydı ama içinde ciddi bir sorgu gizliydi. “Sharon’ı kaçırıp bir yere hapsetmen, Emelie ile ilgili değilse... o zaman neyle ilgili?” Gözlerini kısmış, adeta beynimin içine girmeye çalışırcasına dik dik bakıyordu.
Yavaşça kollarımı göğsümde kavuşturdum. Dizlerimdeki gerginlik, ellerime doğru yayılan bir gerilim hâlindeydi. “Dediğim gibi... seni ilgilendirmiyor.” dedim. Her kelime, dudaklarımdan keskin birer cam kırığı gibi döküldü. “Şimdi git buradan, Dante.”
Bir sessizlik oldu. Dante, birkaç saniye boyunca bakışlarını benden ayırmadan öylece durdu. Sonra sahte bir üzgünlük ifadesiyle başını yana eğdi. Gülümsedi. Ama o gülümsemenin içinde hiçbir sıcaklık yoktu.
“Üzgünüm,” dedi yavaş ve ölçülü bir tonda. “Ama gerekirse seni bayıltana kadar dövüp, Sharon’ın yerini öğrenmem gerekiyor.” Gözleri kararmıştı. Yumrukları cebindeki silaha değil, artık bana ait bir sırrın kapısına vuruyordu. “Liset’e söz verdim.”
O an ikimiz de yerimizde kıpırdamadık. Odayı dolduran nefes seslerimiz ağır, kesik ve dengesizdi. Aramızda belki yalnızca üç adımlık bir mesafe vardı ama sanki yer çatlamış, aramıza karanlık bir uçurum dolmuş gibiydi. Birbirimize öylesine gergin, öylesine tetikte bakıyorduk ki, havadaki gerilim sanki tenimize ince bir bıçak gibi değiyordu. Ne o konuştu, ne ben. Zaman adeta esnedi, ağırlaştı, içimize çöktü. Saniyeler dakikalar gibi geçti. Göz göze gelmiş iki vahşi hayvan gibiydik—yaralı ama dişlerini göstermeye hazır. Dante'nin omuzları her zamankinden daha gergindi. Yumruk yapmış elleri yanlarında kıpırdıyor, parmak kemikleri beyazlamıştı. Gözlerinin içinde bastırmaya çalıştığı bir öfke kıvılcımları çakıyordu. Dişlerinin arasından nefes verirken yüzündeki damarlar belirginleşmişti. Gözleri beni delip geçiyordu, ama o gözlerin ardında yorgunlukla karışık hayal kırıklığını da görebiliyordum. Bana değil, belki duruma, belki kendisine kızgındı. Bense ayaklarımı yere sabitlemiş, çenemi sıkarak ona karşılık veriyordum. Göğsüm inip kalkıyor, kan beynime vuruyordu. İçimde, henüz bastırmayı başardığım öfke, kabına sığmayan bir kurşun gibiydi. Ama patlamıyordum. Henüz değil. Zihnimde yalnızca tek bir cümle yankılanıyordu: Bu, bir güç gösterisi değil... Bu, bir dönüm noktası. Aramızda konuşulmayan bir şey vardı.
Bir kararın eşiğindeydik. Birimizin geri adım atması ya da ilk yumruğu savurması gerekiyordu. Ama ikimiz de bunu yapmıyorduk. Çünkü her ikimiz de biliyorduk; ilk hareketi yapan kaybedecek. Dante'nin boğazından bir homurtu çıktı, sanki kelimeler boğazında düğümlenmişti. Dudakları aralanacak gibi oldu ama sonra yeniden kapandı. Bir şey söylemek üzereydi ama sustu. Sessizlik boğazımıza çöküyordu. Ve ben… içimdeki her fırtınaya rağmen hâlâ onun gözlerine karşı sabit duruyordum. Gerginlik o kadar yoğunlaşmıştı ki, odadaki hava sanki donmuştu. Tek bir hareket, tek bir nefes alış, her şeyi başlatacak bir kıvılcıma dönüşebilirdi. Ama henüz olmadı. Sadece dikildik. Taş kesilmiş iki beden, çelik gibi gerilmiş kaslar, gözlerden taşan nefretiyle karşı karşıya iki adam… Ve geçmişin gölgesi, geleceğin belirsizliği arasında titreyen bir an. Dante’nin ağzından sessiz küfürler döküldü.
Ve sessizlik... Yalnızca nefeslerimiz, çatlayan tahtaların iniltisi ve duvarda hâlâ sallanan tuvalin hışırtısı vardı.
Yumruklarımı çözmüştüm ama avuç içlerim hâlâ taş gibi sıkıydı. Parmaklarım titremiyor, ama içimden geçenler sanki kaslarımı bile kesiyordu. Boğazımda yanan o şey… öfke miydi, pişmanlık mı, yoksa ikisinin küllenmiş bir bileşimi mi, bilmiyordum. İçimden sadece bir cümle geçiyordu, basit, kısa ama zehirli: “Lanet olsun.” Dişlerimi sıktım. Gözlerimi yere, sonra tekrar Dante’ye çevirdim. Sonunda sadece hareket ettim. Dizlerim kırıldı, bedenim öne atıldı. Aramızdaki o tek adımlık mesafe, sanki buhar olup yok olmuştu.
Göz göze geldiğimizde, Dante’nin gözlerinde bir kıvılcım çaktı. O da bekliyordu. Hazırdı. O da patlamaya hazır bir fırtınaydı, tam da benim gibi.
“Yeter artık,” dedim. Sesim dişlerimin arasından sızan bir tıslamaydı. Sertti, zehirliydi. “Artık gitmelisin, Dante.”
Ama kelimelerle anlatamayacağım bir şey vardı içimde. Sabrımın son damlası çoktan dökülmüştü. Ve sonra... Yumruğum, Dante’nin çenesine bir taş gibi indi. Temas ettiğim anda çıkan tok ses odada yankılandı. Kemiklerim, etin altında şiddetle sarsıldı. Dante’nin kafası yana savruldu, sendeledi ama diz çökmedi. Gözleri bana geri döndüğünde, içlerinde öfke değil artık delilik vardı. Gerginliği aşıp içgüdüye ulaşan bir tür savaş çılgınlığı...
“İşte bu!” diye bağırdı, sesi boğuk bir kükreme gibiydi. “Görmek istediğim Leon!”
Sözünü bitirdiği anda karşılık verdi. Yumruğu göğsüme çarptığında içimdeki hava hızla dışarı kaçtı. Ciğerlerim yangın yerine döndü. Ardından kaşımın üstüne yediğim ikinci yumruk, görüşümü bulanıklaştırdı. Geriye sendeledim ama dengesizlik beni durdurmadı—tam aksine, öfkemin alevine körük oldu. Kükreyerek yeniden üstüne atıldım. Gövdesine daldım, karnına doğru savurduğum diz darbesini son anda dirseğiyle karşıladı. Sert kemik kemiğe çarpınca her şey acıyla çınladı. Odayı devrilen bir sandalye sesi, yere saçılan fotoğrafların çıtırtısı ve boğuk nefes alışlarımız doldurdu. İçimizdeki yangın artık dışa taşmıştı. Dante beni omuzlarımdan tutarak geri ittirdi. Sırtım odanın en kutsal yerine—Emelie’nin yarım bıraktığı tuvale çarptı. Tuval yerinden oynadı, hafifçe gıcırdadı ama yere düşmedi. Gözüm bir an o çizime takıldı. Karnında ışığı barındıran, silueti neredeyse meleği andıran o kadına… Emelie’ye. Gözlerim doldu, ama yaş değil, öfkeyle. O an içimdeki her acı, tek bir duyguya dönüştü: Yıkım.
Dişlerimi sıktım, hırsla Dante’ye bir kez daha atıldım. Bu kez yere birlikte yuvarlandık. Vücutlarımız odaya çarpan bir fırtına gibi dövüşüyordu. Yumruklarımız rastgele değildi ama acımasızdı. Dirsekler, dizler, omuzlar, neremiz denk gelirse. Dante’nin burnunun üstü kanla kaplanmıştı, benimse sol kaşım yarılmıştı. Zemin, bizim kargaşamızla inliyordu. Odanın havası ter ve adrenalinle yoğundu. Nefeslerimiz kısaydı. Sıcak, hızlı ve boğuk. Bir an Dante ellerini boğazıma sardı. Nefesim kesildi. Gözlerim karardı. Boğazımdan çıkan hırıltılar içimde biriken yılların, suskunlukların çığlığıydı. Dizimle karnına bastım, ellerinin gevşediğini hissettiğim anda onu devirdim. Üstüne çıktım. Yumruklarım peş peşe indi. Ama her darbemle birlikte, içimdeki acı da artıyordu. Sanki onu değil, kendimi dövüyordum. Dante sonunda beni itti. İkimiz de birbirimizden birkaç metre uzağa yuvarlandık. Nefes alıyorduk ama artık konuşmuyorduk. Yerde, kanlı ve yorgun bir şekilde birbirimize bakıyorduk. Yumruklarımız konuşmuştu. Sessizlik, dövüşün ardından gelen ölümcül bir huzur gibiydi.
Dante soluk soluğaydı. Ağzının kenarından kan sızıyordu. Yere tükürdü, sonra boğuk bir sesle konuştu. “Sana hâlâ yardım etmek istiyorum... ama böyle değil. O kadın, sevdiğin kadının annesi.”
Ben ise yarılmış kaşımdan akan kanı silmedim bile. Gözlerim hâlâ onun gözlerinde sabitlenmişti. Ve yalnızca bir cümle kurabildim.
“Yardımına ihtiyacım yok, Dante. Sadece... mahremiyet istiyorum.”
Dante bir süre daha kıpırdamadı. Omuzları ağır ağır kalkıp iniyordu, tıpkı benimki gibi. Gözlerimiz hâlâ birbirine çakılıydı. Her nefes bir yangındı. İçimizde biriken kelimeler sustu, sadece vücutlarımızın yorgunluğu konuşuyordu artık. Göğsümde bir ağırlık vardı—kanın, terin ve pişmanlığın oluşturduğu o kesif baskı. Kaşımın kenarından süzülen sıcak kan, yanağıma ulaşmıştı. Yine de elimle silmedim. Çünkü bu acı bana aitti. Çünkü bu kavga, belki de en dürüst karşılaşmamızdı. Dante gözlerini kaçırdı. Bakışlarını yere indirdi, sonra başını yana çevirdi. Derin bir nefes aldı. Ve sanki içindeki bir zinciri kırıyormuş gibi, kısık bir sesle konuştu:
“Sen hâlâ... Emelie’yi arıyorsun,” dedi Dante, küçümser bir gülümsemeyle. Bu kez sesi daha yumuşaktı ama ironiyle karışıktı. “Sana ne yaptıysa, içinde kalan şey o kadar büyük ki... Sharon’ı bile gözünü kırpmadan esir aldın.”
Yutkundum. Boğazımdaki düğüm, Emelie’nin adıyla biraz daha sıkılaştı. Kulaklarımda yankılanan o hece… *Emelie.* Sanki biri içime paslı bir bıçak saplamış da, her tekrarda o bıçağı biraz daha döndürüyordu. Sessiz kaldım. Sessizliğim, her şeyin cevabıydı aslında. O kadar doluydu ki bu sessizlik, kelimelere ihtiyaç bırakmıyordu. Dante ne söylemek istediyse o sessizlikte boğuldu. Yutkundu. Ben de.
Ayağa kalkmaya çalıştı. Dizinde hâlâ kavgadan kalma bir acı vardı. Sol dizini yere bastı, dudaklarını sıktı. Yüzü bir anlığına acıdan buruştu. Ama sonra, dizindeki ağrıyı bastıran bir iradeyle doğruldu. Üzerindeki tozu silkeledi. Sanki bedeninden değil de ruhunun katmanlarından bir şeyleri kazıyordu. Geçmişten, Emelie’den, Lisette’den, benden... hepimizden geriye kalan ne varsa, üzerinden sıyırmak ister gibiydi. Bakışları tekrar tabloya kaydı. Emelie’nin yarım bıraktığı, ama bizim asla tamamlayamayacağımız o tuvale. Uzun uzun baktı. Gözlerinde artık öfke yoktu. Yerini bir boşluk almıştı. Yorgunlukla sarılmış, pişmanlıkla kenarları çatlamış bir boşluk. İçinde kaybolduğu ama dışarıya göstermemeye çalıştığı bir karmaşa. Ben de doğruldum.
Bedenim hâlâ dövüşten sızlıyordu ama artık sadece fiziksel bir sızı değildi bu. İçimde taşıdığım şey daha fazlaydı. Bu kavga sadece yumruklarımızla değil, yılların biriktirdiği yüklerle olmuştu. Ve şimdi, yerde bıraktığımız terle karışmış kan damlaları gibi, aramızda öylece duruyordu. Bir süre sadece sessizlik vardı. İkimizin de nefesi hâlâ düzensizdi. Odayı ağır bir hava dolduruyordu; kırgınlık, öfke, özlem ve hâlâ çözülememiş bir bağ… Uğruna savaştığımız kadınların gölgeleri etrafımızda dönüp duruyordu. Emelie ve Lisette. Dante ağır adımlarla bir adım attı bana doğru. Adımı atmadan önce duraksadı. Sanki içinden geçenleri tartıyor, söyleyip söylememek arasında gidip geliyordu. Gözleri hâlâ doluydu, ama ağlamaktan değil—tutamadığı hayal kırıklığından, anlayamadığı bir sadakatten. Sonra başını hafifçe eğdi. Ne bir tehdit vardı artık yüzünde, ne de kin. Sadece yorgun bir kabullenmişlik.
“Beni boş ver. Lisette’yi umursama. Her şeyi siktir et.” Parmağını bana sallarken Dante’nin sesi çatallıydı. Öfkeyle karışık bir çaresizlik vardı tonunda. Gözleri kızarmış, alnından ter damlıyordu. Yumruklarımızın izleri yüzümüzde hâlâ tazeydi. “Ama Emelie… Senin lanet olası kırmızı çizgin Leon. Onun annesini öldüremezsin.”
Gözlerim hâlâ tabloya takılıydı. Emelie’nin yarım bıraktığı, o karanlıkta parlayan siluet gözlerimin önünde donmuş gibiydi. İçimde bir sızı kıpırdandı, tuvalin renklerine sinmiş bir anı gibi. Dalgın ama net konuştum.
“Öldüremem zaten.” Alay da yoktu sesimde tehdit de. Sadece karanlık, kabullenmiş bir yorgunluk vardı. Sönmüş ama hâlâ sıcak bir öfkenin yankısıydı bu. “Önce öğrenmem gerekeni öğrenmeliyim. Ve bunu bilen tek kişi Sharon Queen.”
Tam o anda, evin giriş kapısı yine açıldı. Ardından tiz ama kararlı bir ses duyuldu.
“Neymiş o?!”
Lisette Allard, Dante’nin hemen arkasında sessizce belirdiğinde, odadaki hava bir anda yoğunlaştı. Varoluşu fırtınadan önceki basınç gibi çöktü üzerimize. Açık kumral saçları omuzlarına dağılmış, birkaç tutamı alnına yapışmıştı; yüzü yorgun ama dirayetliydi. Ela gözleri bir o yana, bir bu yana hareket ediyor; önce Dante’ye, sonra bana takılı kalıyordu. Çatılmış kaşlarının arasında beliren çizgiler öfkesini ve hayal kırıklığını açığa vuruyordu. Dudakları gerilmişti, dişlerini sıktığı belli oluyordu. İnce yüz hatları, buğdaylaşmış tenine yayılmış çillerle birlikte onu daha itici gösteriyordu... En azından bence. Bedeni dimdikti ama parmakları, bastırılmış bir öfkenin ritminde kıpırdıyordu. Ellerini iki yanına salmıştı ama parmakları gerginlikle hafifçe kıvrılıyordu. Haki rengi elbisesinin içinde titreyen göğsü, nefes alışlarının hızlandığını ele veriyordu. Konuşmadan önce içini çekti; sanki her kelime, zihninde kırılgan bir terazide tartılıyordu. Emelie’ye dair taşıdığı derin bağlılığı takdire şayandı ama şimdi sadece ayak bağı olacağa benziyordu.
“Bu haliniz ne?” diye sordu. Ses tonu fısıltıya yakındı ama keskinliği iliklere kadar işliyordu.
Dante hemen dönüp ona yaklaştı. Vücudunu koruyucu bir refleksle Lisette’nin önüne set gibi dikti. “Bir şey yok,” dedi, sesi çatlak ama kontrolünü yitirmemeye çalışarak. “Sadece biraz birbirimizi hırpaladık. Sana tekne de beklemeni söylemiştim, Liset. Sözümü bir kez dinlensen…”
Ama Lisette’nin bakışları buz gibiydi. O bakışlar, Emelie’nin soğuk ama delici gözlerini andırıyordu. Göz göze geldiklerinde Dante susmak zorunda kaldı. O tek bakış, tüm cümlelerini boğazına dizmişti. Emelie ile kuzen olmalarına şaşırmamalıydım.
Lisette sonra bana döndü. Ellerini beline koydu, başını dik tuttu. Olduğu yerde duruyordu ama sesi olduğundan daha çok yer kaplıyordu. “Halam Sharon’ı nerede tutuyorsun, Leon?” dedi. “Onu görmek istiyorum.”
Omuzlarımı silktim. O anın ağırlığı üzerime çökmüştü. Yorulmuştum. Kelimeler artık silah gibiydi. “Göremezsin,” dedim kısa ama net bir şekilde. “Gidin.”
Lisette'nin gözleri kısıldı. Bir adım ileri çıktı. Cümlemi tamamlamadan sözümü kesti, keskin ve hesaplı bir sesle:
“Eledon Peruggia’nın bu işe karışmasını istemezsin, değil mi?”
Sözleri içime saplandı. Derin, keskin, kasıtlı. Eledon’un adını duymak bile sinirlerimi geriyordu. Lisette’nin gözleri ateş gibi yanıyordu. “Sharon, yani Eleonore… Eledon’un ikiz kardeşi. Sence kız kardeşine yapılanları öğrenirse seni yaşatır mı? Babamı bu işe karıştırmak istemiyorum. O yüzden beni buna zorlama Edward Leon Shawn.”
Yüzümde belirsiz bir sırıtış belirdi. Başımı iki yana salladım. Bu kadar açık konuşması beni şaşırtmıyordu ama hâlâ tedirgin ediyordu. Dudaklarımı bükerek konuştum. “Lütfen. Devam et. Lisette Allard.”
Lisette gözlerini kısarak nefesini tuttu. Öfkesi neredeyse cilt altından hissediliyordu. “Derdin ne senin? O Emelie’nin yerini bilmiyor, biliyor olsa senden önce giderdi.” dedi, bir adım daha yaklaşarak. “Halamdan bu kadar önemli olan neyi öğrenmen gerekiyor?”
Derin, titreyen bir nefes aldım… ve ilk kez, kanla dolu gözlerimin yaşlarla bulanmasına izin verdim. “Kızımı… kızımı bulmam gerek. Yerini sadece Sharon biliyor,” dedim, sesim çatladı. “Love’ın nerede olduğunu bulmak zorundayım.” Dudaklarım titreyerek bir kez daha aralandı. “Onu… onu bulmak zorundayım. Kızım Love’ı.”