Satılık: Kader
Yerleri ovuyordum yine. Dizlerim sızlıyor, ellerim çatlamıştı. Kovadaki su soğumuştu ama kimse sormazdı zaten “üşüyor musun” diye. Bu evde kimse kimseyi sormazdı. Herkes sadece kendi derdine bakardı. Benim derdim ise yer silmekti. Sabah akşam, gece gündüz…
Nermin Hanım —annem sayılmayan o kadın— yine arkamdan bağırdı:
“Kader! Kafanı kuma gömdün yine. Bitmedi mi o oda hâlâ?! Misafir gelecek dedim kaç kere! Ayak sesini duymak istemiyorum ha, yoksa…”
Yoksa ne? Ne fark eder ki? Bağırır, tokatlar, aç bırakır. Hiçbir şey değişmez.
“Bitiyor Nermin Hanım…” dedim yutkunarak.
Nefesimi tuttuğumda daha az canım yanıyor gibi geliyor bazen. Sesimi kıstığımda daha görünmez oluyorum. Bu evde görünmez olmak, yaşamak demek.
Tam çayı koymak için mutfağa geçtiğim anda, kapı gürültüyle çaldı. Ama öyle bir çalma ki… Ne komşu çalardı öyle, ne de borç isteyen biri. Üç kısa, net ve sert vuruş.
Nermin’in suratı bir anda değişti. O çatık kaşlı, sivri dilli kadın birden aynanın karşısında süslenen bir ev sahibine dönüştü. Hızlıca önlüğünü çıkardı, saçlarını düzeltti, dudaklarına yalandan bir gülümseme kondurdu.
“Kalk! Aç kapıyı.”
Kapıya yürürken içimde bir şey titredi. O tok ses, hâlâ kulağımdaydı. Kapıyı yavaşça araladım. Ve sonra… donup kaldım.
Karşımda bir kadın duruyordu.
Uzun boylu, dimdik, gözleri soğuk. Yüzünde bir parça bile sıcaklık yoktu. Üzerinde lacivert bir manto, başında siyah ipek bir yazma. Parmakları ince uzun, yüzükleri sade ama pahalıydı.
“Ben Berav Hanzade .” dedi, gözlerini üzerimde gezdirerek.
Boğazım düğümlendi. Ne diyeceğimi bilemedim. Sadece hafifçe başımı eğebildim. İçimden “Bu kadın kim?” diye geçirdim ama sesim çıkmadı.
Arkamdan Nermin koşarak geldi.
“Aaa! Buyurun efendim, buyurun… Şeref verdiniz, ne büyük onur…”
Kadının eline kapanacak sandım. Gerçekten eğildi, neredeyse eteklerine değecekti dudakları. Şaşkınlıkla izledim onu. Her gün beni hor gören, tokatlayan, azar işiten o kadın… şimdi bir başka kadının önünde ezilip bükülüyordu.
Berav Hanzade tek kelime etmeden içeri girdi. Oturma odasına geçti. Sanki her adımı evin sahibiymiş gibi… Sanki buradaki hava bile onun emriyle dolaşıyormuş gibi…
Nermin göz ucuyla bana baktı.
“Kader. Güzel bir kahve yap. Köpüklü olsun.” dedi dişlerinin arasından.
Hemen mutfağa döndüm. Kalbim deli gibi atıyordu. Nefesim daralmıştı. Elim titriyordu cezveyi tutarken. Kimdi bu kadın? Niye bu kadar korktu Nermin ondan? Neden böyle saygı gösterdi? Kim bu kadar güçlü olabilirdi?
Kahveyi yaptım, fincanları yerleştirdim. Tabağı aldım. Adımlarımı yavaşlattım. Odaya yaklaştıkça içim sıkıştı. Kapıya geldiğimde ayak sesimi bile duymasınlar diye parmak ucumla yürüdüm. Tam kahveyi içeri bırakıp çıkacakken… bir cümle donup kalmama yetti.
“Yani, hanım kız sizindir artık Berav Hanım . Ne derseniz desin, itiraz etmez. Eti sizin, kemiği sizin.”
Kendimi yere çakılmış gibi hissettim. Nefesim kesildi. Tabağı tutan ellerim titredi. Gözüm, odaya kaçamak bir bakış attı.
Berav Hanzade sırtını dikleştirmiş, zarif hareketlerle çantasını açtı. İçinden kalın bir zarf çıkardı. Masanın üzerine bıraktı.
Nermin hemen zarfı aldı. Saymadı bile. Gözleri parlıyordu.
“Bu sadece peşinat,” dedi Berav Hanzade. “Kalanını düğün günü alırsın.”
“Elbette efendim.”
İçimde bir şey çatladı. Sanki boğazıma taş oturdu. Sesim çıkmadı ama gözlerim doldu. Bu evde susmayı öğrenmiştim, ama duymayı da öğrenmişim meğer… Ve şimdi duyduğum şey, bana ait olmayan bir hayatın satılışıydı.
Ben… satılmıştım.
Kahveyi içeri bıraktım. Ne onlar fark etti beni, ne de ben kendimi farkettim.
Geri dönerken koridorun duvarına yaslandım. Dizlerim titriyordu. Ellerimi yumruk yaptım. Ağlamadım. Ağlamak lüks olurdu şimdi. Ağlasam bile kim fark ederdi?
Kapının ardındaki sesler sürerken, ben içimde koca bir sessizliğe gömüldüm.
Kapı kapandı.
O ağır, tok ses hâlâ kulaklarımdaydı. Berav Hanzade çıkıp gitmişti ama varlığı evin içine sinmişti sanki. Koltuklara, halılara, hatta tenime.
Bir süre kıpırdayamadım. Ellerim hâlâ titriyordu. Tepsi elimde, ayakta öylece duruyordum. Kalbim öyle hızlı atıyordu ki sesimi bastırıyordu neredeyse. Ama içimde bir başka ses vardı. Boğuk, kırık, ama yükselmeye hazır bir ses…
Nermin hâlâ pencerenin önünde durmuş, perdeleri düzeltir gibi yapıyordu. Aslında korkuyordu. Onu ilk kez böyle gördüm: çaresiz.
Kendimi zorladım. Ayaklarım beni taşımıyordu ama yürüdüm. Yavaşça, ürkekçe, ama içimde alev gibi bir şey yanıyordu.
Durup bir adım gerisinde fısıltıyla sordum:
“Ben… satıldım mı?”
Nermin’in sırtı irkildi. Bunu duymamı beklemiyordu. Döndü, göz göze geldik.
“Kahveyi getirirken duydum,” dedim, sesim daha da titrek ama bu kez susmaya niyetim yoktu. “Ne demek satmak? Ben mal mıyım?”
Bir an sustu. Sonra yüzünde o tanıdık, sert ifade belirdi. Dudaklarını büzdü, kollarını göğsünde kavuşturdu.
“Kızım saçmalama,” dedi. “Ne satmasıymış? Konuşulan her şeye kulak mı kabarttın sen?”
“Duymamı istemediğin şeyleri hep duydum ben,” dedim. “Yıllardır bu evde görmezden gelindim ama kulaklarım hep açıktı. Sen bana hiç bir zaman ‘kızım’ bile demedin. Ama ben sana hep anne dedim. Neden? Neden şimdi böyle bir şey yapıyorsun?”
Gözlerimden yaşlar akmaya başlamıştı ama silmedim. Ağlamak zayıflık değil, artık içimde taşan nehir gibiydi.
Nermin başını çevirdi. Belki yüzüme bakamıyordu. Belki bakmak istemiyordu.
“Bir haftan var,” dedi sonunda. Soğuk, kırıcı, net.
“Ne için?”
“Düğünün için.”
Dilim tutuldu. Duydum ama inanamadım. Gözlerim kocaman açıldı.
“Düğün mü?” dedim. “Ben… ben kimseye varmak istemiyorum. Daha giydiğim gelinliği bile hayal etmedim! Ben kimseye… hele ki…”
“Yeter!” diye bağırdı aniden. Gözleri alev aldı. “Yeter Kader! Bu kadar şımarıklık fazla artık. Sana yıllarca baktım, doyurdum, üstünü örttüm. Borcun var! Şimdi sıra sende. Bu düğün olacak.”
Geri çekildim. Kalbim sanki yere düşüp paramparça oldu. Başımı eğdim. Dudaklarım titriyordu.
“Ne borcu ya” diye fısıldadım, neredeyse kendime. Ama duymuştu.
Nermin bir adım daha attı. Elini kaldırdı ama durdu. Sanki Berav Hanzade’nin gölgesi hâlâ üzerindeymiş gibi geri çekildi. Sonra yüzünü buruşturdu.
“Oğulları için seni istediler. Konağın hanımı olacaksın. Daha ne istiyorsun?”
“Sevgi,” dedim. Gözlerinin içine baktım. Baktı. Hiçbir şey demedi. Arkamı döndüm. Ağlamamak için dudaklarımı ısırdım. Ama gözyaşlarım susturulamıyordu artık. O an anladım…
Bu ev bana asla ait olmamıştı. Ben bu evin içinde sadece bir bekleyendim. Sırası gelen, zamanı geldiğinde verilen bir eşya gibi…
Her gün biri geliyor artık.
Kimi kumaş getiriyor, kimi dantel örneği, kimi “Hanzade Konağı’na gelin gidene bu yeter mi?” diyerek bir başka gümüş tepsi bırakıyor.
Evimiz eskisi gibi değil. Küçücük mutfağımıza, geniş geniş koku doluyor şimdi; cevizin, incirin, gül suyunun kokusu. Sanki burası hâlâ bizimmiş gibi değil de bir dükkânın arka odasıymış gibi. Gelen gideni sayamıyorum. Her gelenin gözü üzerimde. Ölçüyorlar, tartıyorlar, ne eksik diye bakıyorlar. Ama kimse bana “İyi misin?” demiyor.
Nermin Hanım her geleni kapıda karşılıyor artık. “Buyurun, hoş geldiniz,” diyor. Eskiden oturduğu minderi bana vermezdi, şimdi gelenlerin önüne o minderleri seriyor. Elinde bir bez, sürekli cam siliyor. Her an tetikte.
Çünkü ben artık sadece Kader değilim.
Ben “Hanzade Konağı’na gelin giden kız” olmuşum.
Ben onların ağzındaki şeker, ama yüreğindeki sır olmuşum.
O sabah, özel bir araba geldi. İçinden ince, uzun boylu, yüzünde durmadan gülümseyen ama gözleri ölü gibi bakan bir kadın indi. Elinde büyük bir çanta, yanında iki yardımcısıyla geldi.
Nermin hemen eğildi, kucak dolusu ilgiyle karşıladı. “Hoş geldiniz Hacer Hanım, sefalar getirdiniz,” deyip ellerine yapıştı. Meğer Hanzade Konağı’nın özel terzisiymiş.
Beni çağırdılar. Odamdan çıktım. Gözler üzerimdeydi.
“İşte,” dedi Hacer Hanım, beni baştan aşağı süzüp Nermin’e bakarak. “Ten rengi açık, gözleri buğulu. Krem tonları yakışır. Danteli fazla abartmayın. Sadeliğin içinde asaleti var bunun.”
Konuştukları kişi bendim ama içlerinde yoktum. Sanki mankenmişim. Sanki ben değil, üzerime geçirilecek kumaş konuşuluyordu.
Terzi elini belime doladı, “Biraz ince, bu iyi. Kumaş oturur. Ama omuzdan taşırırız ki küçük görünmesin konakta.”
Sonra beni odaya çektiler. Önce bir içlik giydirdiler, ardından o gelinliği.
Krem rengi. İncecik bir işçilik. Belime kadar saten, ondan sonrası dantel dantel.
Aynaya baktım.
Ve tanıyamadım.
O aynadaki kız bendim ama gözleri bana ait değildi.Dudaklarımda bir tebessüm yoktu. Kalbimde bir kıpırtı yoktu. Gelin oluyordum ama sevinmiyordum. Sevgi yoktu. Korku da kalmamıştı. Sadece… boşluk.
Terzi fısıldadı:
“Hanım kızım… Hanzade Konağı kolay gelin almaz. Kısmetin büyük.”
———-
O gün öğleye doğru arabaya bindirildik. Çarşıya gittik. Alışverişti sözde. Gelinlik ayakkabısı, takı bohçası, o bu şu…
Birileri koluma girdi, dükkânlara soktu. Her baktığım vitrine yansımam düğümlenmiş gibiydi.
Vitrin camına bakarken bile içimde hep o soru vardı:”
Bu düğüne giden ben miyim? Yoksa satılan o küçük kız mıyım hâlâ?”
Nermin Hanım artık yüzüme daha çok bakıyor.
Bana “kızım” diyor. Sabah kahvaltıya bile sıcak simit alıyor.
Kahvemi özenle yapıyor.Ama ne zaman gözlerimize bakışsak…Onun içindeki sevinç benim içimdeki boşlukla çarpışıyor.Ve ben kaybediyorum.Çünkü ben… bu evde hiç kazanmamıştım zaten.O gece döndüğümüzde Nermin, bohçayı açıp gösterdi.” Bak,” dedi. “İnci kolyeyi kendileri seçmiş. Güler Hanzade hanımın hediyesi. Demek seni gerçekten beğendiler. Artık yüzümüz yere eğilmez Kader. Benim de alnım ak olacak sonunda.”