1.Bölüm
Bölüm 1 : Ateşin Çağrısı
Dersten çıkan , İzmir'in nemli ve tuzlu rüzgarıyla buluştu. Ateş, sırt çantasını omzuna atarken, ciğerlerine çektiği her nefeste özgürlüğün tadını alıyor gibiydi. Bu şehir onun için sadece bir üniversite değil, Mardin'in daracık, taş sokaklarından, ağır geleneklerin gölgesinden sıyrılıp kendi olabildiği bir kaçıştı. Mimarlık okumak bir bahaneydi aslında; kendini inşa etmekti amacı.
Kütüphanenin önündeki incir ağacının altında, onu bekliyordu. Mavi. Adı gibi, gözleri gibi, Ateş'in içinde yarattığı his gibi... Serin, ferah, uçsuz bucaksız. Saçları rüzgarda hafifçe dalgalanıyor, elindeki kitapları sıkıca tutarken dudaklarında beliren o küçük, tatlı gülümseme Ateş'in içini ısıtıyordu.
"Geç kaldım, biliyorum," dedi Ateş, yanına yaklaşarak. "Son ders bir türlü bitmek bilmedi."
"Önemli değil," diye fısıldadı Mavi. "Her zaman beklerim."
Birlikte kıyıya doğru yürümeye başladılar. Akşamüstü güneşi, Ege Denizi'nin üzerine altın tozları serpiştiriyordu. Ateş, Mavi'ye bakarken, bu manzaradan, bu şehirden, bu hayattan asla vazgeçemeyeceğini düşündü. Onunla kurduğu her anı, Mardin'de bıraktığı hayatın üzerine ördüğü yeni bir katmandı. Daha aydınlık, daha renkli, daha 'kendisi'.
"Biliyor musun Mavi," dedi, dalgaların sesine karışan sesiyle. "Seninle tanışmadan önce, hayatım siyah beyaz bir fotoğraf gibiydi. Kurallar, sorumluluklar, 'yapılması gerekenler'... Sonra sen geldin ve her şey renklendi."
Mavi, yüzüne vuran esintiye karşı gözlerini kıstı. "Fazla romantikleştiriyorsun beni, Ateş."
"Hayır," diye karşı çıktı kararlılıkla. "Sadece gerçeği söylüyorum. Sen... Sen benim için özgürlüğümün, seçimlerimin, kendi ateşimi kendimin yaktığı hayatın simgesisin."
Cebine attığı eli, küçük kadife kutuyu yokladı. İçinde, annesinden kalan, antika gümüş bir yüzük vardı. Mavi'ye, babasına sormadan, danışmadan, sadece kalbinin sesini dinleyerek bu soruyu sormak istiyordu. Bu, onun için bir evlilik teklifinden çok daha fazlasıydı. Bu, geçmişe atılmış bir çekiç, geleceğe dair bir manifestoydu.
Durdu. Mavi de durdu, ona anlamlı anlamlı baktı. Ateş, nefesini tuttu. Tam o sırada, cebindeki telefon deli gibi çalmaya başladı.
TRRRRNNN! TRRRRNNN!
Göz ucuyla ekrana baktı. 'Baba' yazıyordu. Görmezden gelmek, o anın büyüsünü bozmamak istedi. Ama telefon ısrarla çalmaya devam etti, bir, iki, üç kez... İçinde bir şey, bir sıkıntı, bir huzursuzluk kıpırdandı. Babası, bu saatte, bu ısrarla aramazdı.
"Önemli olmalı," dedi Mavi, endişeyle. "Açsana."
Ateş, bir anlık tereddütle telefonu açtı.
"Alo, baba?"
Telefonun diğer ucundaki ses, babasının gür ve otoriter sesi değildi. Titreyen, yaşlı, çaresiz bir kadın sesiydi. Halasıydı.
"Ateş! Ateş, oğlum! Koş! Baban... Baban çok kötü." Ses kesik kesik, hıçkırıklarla boğuluyordu. "Doktorlar, 'zamanı az' diyor. Seni görmek istiyor. Hemen gelmelisin! Hemen!"
Ateş'in dünyası, o birkaç saniyede allak bullak oldu. Ege'nin mavi suları, İzmir'in ışıltılı kordon boylu anıları siliniverdi. Yerini, Mardin'in sarı, sıcak, tozlu toprağı, taş evlerin loş koridorları ve babasının her zamanki gibi güçlü duran ama şimdi yatağa düşmüş halini hayal edişi aldı.
"Mavi... Ben..." diyebildi sadece. Yüzü kül gibi olmuştu.
Mavi, olanları anlamıştı. Elini uzatıp onunkine dokundu. "Git," dedi yumuşak ama kararlı bir sesle. "Ailenin sana ihtiyacı var. Ben buradayım. Her zaman."
Uçak, Mardin Havalimanı'na inerken, pencereden baktığı manzara Ateş'e bir yabancı gibi gelmiyordu; daha çok, uzun süredir görmediği, biraz hırçın, biraz sert mizaçlı bir akrabasının yüzü gibiydi. Uçsuz bucaksız düzlükler, devasa kayalıklar ve tarihin her katmanını üzerinde taşıyan şehir... Bu topraklar, atalarının kanıyla, teriyle, onuruyla yoğrulmuştu. Ve o, bu toprakların 'Küçük Ağa'sı, halefiydi.
Ev, şehrin dokusuna işlemişti. Kalın taş duvarlar, yüksek tavanlar, avludaki nar ağacı... Her şey aynıydı ama hava ağır, sessizlik ise çığlık atarcasına yüksekti. Babasının odasına girdiğinde, yatağa uzanmış, bir zamanların güçlü, korkulan ağası olan adamın ne kadar küçülmüş, ne kadar kırılgan göründüğünü fark etti. Yüzü solgundu, nefes alışverişi sığ ve hırıltılıydı.
"Ateş..." diye inledi baba, elini uzatarak. Eli, bir deri bir kemik kalmıştı. "Geldin mi oğul?"
"Buradayım baba," diye fısıldadı Ateş, adamın yanına diz çökerek. Yüreği sızlıyordu.
"İyi... İyi..." Baba, konuşmakta zorlanıyordu. "Dinle beni Ateş. Vaktim az. Sana bir vasiyetim var."
Ateş, başını eğdi. İçgüdüleri ona bağırmasını, "Hayır, sen iyileşeceksin!" demesini söylüyordu ama babasının gözlerindeki acı gerçeği görmezden gelmesine izin vermiyordu.
"Bizim aile... Bu topraklarda, asırlardır söz sahibi oldu. Bu sözün devam etmesi lazım. Ben gidince, sen ağa olacaksın. Benim halefim ... Ama tek başına ağa olunmaz. Gücün, ittifaklarınla ölçülür."
Ateş'in içine bir korku düştü. Mavi'yi, İzmir'i, o renkli hayatı düşündü.
"Baba, ben..."
"Sus!" diye kesti baba, son bir güçle sesini yükselterek. "Dinle! Okulunu bitir, tamam. Ama bu topraklara döneceksin. Ve... ve Süleyman Ağa'nın kızı, Suna ile evleneceksin."
Ateş'in yüreği ağzına geldi. "Baba, yapamam! Ben... Ben birisini seviyorum. İzmir'de..."
"O şehirdeki hayatın bir rüyaydı oğul!" diye hırladı baba, öksürük nöbetleri arasında. "Gerçek hayat burada! Senin sorumlulukların burada! Suna, iyi bir kızdır. Güçlü, onurlu, bizdendir. Bu evlilik, iki aşireti birleştirecek, barışı sağlayacak. Senin kişisel mutluluğundan daha önemlidir bu!"
Ateş, donup kaldı. Kadife kutu, cebinde anlamsız bir ağırlığa dönüşmüştü. Babasının sözleri, birer kurşun gibi saplanıyordu beynine.
Aynı anda, odanın kapısında, loş koridorda bir gölge gördü. Orada, sade ve kara bir entari giymiş, upuzun, simsiyah saçları omuzlarına dökülen, yüzü zayıf ama dikduruşuyla gücünü belli eden genç bir kadın duruyordu. Suna.
Gözleri, Ateş'in gözlerine kenetlendi. O gözlerde bir umut, bir yalvarış, belki de bir çaresizlik vardı. Ama aynı zamanda, tıpkı Ateş gibi, bir isyanın da kıvılcımını taşıyor gibiydiler. Bu bakış, Ateş'e bir şeyi fısıldıyordu: O da bu evliliği istemiyordu. O da bu ağır geleneğin bir kurbanıydı. Ve belki de, o da bu topraklardan kaçmanın bir yolunu arıyordu.
Ateş, iki ateş arasında kalmış bir çakıl taşı gibi hissediyordu kendini. Bir yanda, alevleri Mavi'nin maviliğinde yükselen özgürlük ateşi. Diğer yanda, babasının sönmekte olan ocağının küllerinden yükselen, kadim, sıcak, yakıcı sorumluluk ateşi.
Ve şimdi, bu ateşlerin arasında, gözlerinde kendi kurtuluş planını gizleyen, adı 'Suna' olan yeni bir alev belirmişti.