Bölüm 3: Barut ve İpek
Gecenin son dilimi, şafağın ilk ışıklarına karışırken, odamın taş duvarları arasında sıkışıp kalmıştım. Uyku, ihanet ve arzuyla zehirlenmiş zihnime uğramamıştı. Her göz yummamda iki çift göz beliriyordu: Mavi'nin, bana sonsuz güvenle bakan, masmavi ve berrak gözleri... ve Suna'nın, loş avlu ışığında parıldayan, lacivert bir fırtınayı andıran, meydan okuyan gözleri. Biri affediciliğin, diğeri yasak cazibenin temsiliydi. Ve ben, ikisinin arasında parçalanmış, babamın ölüm döşeğinde kurduğu çürümüş dünyanın ortasında kalmıştım.
Suna'nın teklifi, zehirli bir mantar gibi zihnime kök salmıştı. Mantıklıydı. Lanet olası kadar mantıklıydı. Bu labirentten kaçış için tek gerçekçi yol gibi görünüyordu. Ama her mantıklı plan, ahlakın sınırlarını zorladığında, içinde bir parça çürüme taşır. Bu plan, Mavi'ye olan her şeyi mahvedecek, büyük bir yalanın üzerine inşa edilecekti. Ona "Evliyim ama sadece kâğıt üzerinde" demek... O saf güveni sarsmak, belki de paramparça etmek. Ama sonunda onu kazanacaktım, değil mi? Bu, nihai iyilik için gerekli bir kötülük müydü?
Bu düşüncelerle boğuşurken, güneş nihayet doğdu. Penceremden, avluda hareketliliğin başladığını görebiliyordum. Babamın durumunun ağırlaştığı, evin içine bir karanlık gibi çökmüştü. Gerginlik, taşların arasından sızıp nefes aldığım havayı zehirliyordu.
Aşağı indiğimde, kahvaltı sofrasında onu buldum. Suna. Siyah, işlemeli bir sabahlığın içinde, bir fincan Türk kahvesinin buharına bürünmüş, dışarıdaki bahçeyi izliyor gibi yapıyordu. Ama her zerresi, benim gelişimi bekliyor gibi gergindi. Yanına yaklaştım, sandalye gıcırdadı.
"Günaydın," dedim, sesim uykusuzluktan pütürlü.
Bana baktı. Gözlerinde, dün geceki o amansız meydan okuma yerine, soğuk, hesaplayıcı bir ifade vardı. Bir satranç oyuncusunun, hamlesini beklerkenki tavrıyla.
"Günaydın," diye karşılık verdi sesi, kahve fincanından yükselen buhar kadar kaygısız. "Uyuyabildin mi?"
"Pek sayılmaz," diye mırıldandım, bir dilim ekmeği boğazımdan aşağı itmeye çalışarak. "Sen?"
"Ben," diye hafifçe omuz silkti, "artık alışkınım buraların uyutmayan gecelerine."
Bir süre öylece, ağır bir sessizliğin içinde oturduk. Havada söylenmemiş bir anlaşma, dün gece nar ağacının altında fısıldaştığımız plan vardı. Sonunda dayanamadım.
"Bu... stratejik ittifak," diye başladım, sesimi alçaltarak. "Nasıl işleyecek?"
Suna, fincanını masaya bıraktı, hafif bir 'tik' sesi çıkararak. "Basit," dedi. "Oyuna devam edeceğiz. Nişan, düğün, her şey... Görünüşte kusursuz olacak. Miras ve borç meselesi çözüldükten ve yeterince zaman geçtikten sonra, sessizce ayrılacağız. Boşanma, anlaşmalı ve sakin olacak. Sen Mavi'ne kavuşacaksın, ben de..." Duraksadı, bir anlık, gözlerinde tanımlayamadığım bir şey, belki de özlem parlıyordu. "...ben de bu şehirden, bu taş hapishaneden uzaklaşacağım."
"Peki ya aileler? Bu büyük yalanı nasıl sürdüreceğiz?"
"Onlar," diye cevapladı, dudaklarında acı bir gülümsemeyle, "görmek istediklerini görecekler zaten. Bizim mutlu bir çift olduğumuza inanmak istiyorlar. Onlara bu imajı vereceğiz. Birlikte vakit geçirecekmişiz gibi yapacağız, toplum içinde uygun davranacağız. Özel hayatımız ise... özel kalacak."
O 'özel' kelimesi, aramızda elektrik yüklü bir sözcük gibi havada asılı kaldı. Dün geceki karanlık, onun sıcak nefesi, o istemsiz yakınlık... Hepsi zihnimde canlandı. Yutkundum.
"Anlaştık," diye fısıldadım, içimde Mavi'ye karşı büyüyen bir suçluluk dalgasıyla. "Bir iş anlaşması."
"Elbette," diye onayladı, ama gözleri, 'elbette' kelimesinin altında başka anlamlar gizliyormuş gibiydi.
O gün, ilk perdenin açıldığı gündü. Babamın odasına, Suna'nın da yanımda olduğunu göstermek için birlikte çıktık. Kapıdan girerken, kolumu hafifçe tuttu. Dokunuşu, ipek gibi yumuşak ama altında çelik gibi bir irade vardı. Babam, yastıklara gömülmüş, gözleri bulanık, bizi görünce zayıf bir gülümsemeyle karşıladı. O bakışta, bir zafer, bir rahatlama vardı.
"Görüyor musun Ateş?" diye fısıldadı, sesi bir rüzgar hışırtısı kadar zayıf. "Bu... doğru olan."
Suna, yatağın diğer tarafına geçip, babamın alnına serinletici bir havlu koymak gibi sahnelemesi kusursuz bir hareket yaptı. "Merak etme baba," dedi, sesi bal gibi yumuşak ve şefkatli. "Biz... halledeceğiz."
'O biz' kelimesi, odada yankılandı. Ben, orada, bir kukla gibi duruyor, bu oyuna nasıl bu kadar çabuk adapte olduğuma şaşırıyordum. Suna doğal bir aktristi. Ben ise, tahta bir oyuncak asker gibi hissediyordum kendimi.
O günün ilerleyen saatlerinde, Suna'nın babası, Süleyman Amca geldi. Sert, heybetli, bakışlarında sürekli bir hesap kitap olan bir adam. Ofise oturduk. Havada, eski defterlerin tozlu kokusu vardı.
"Vasiyet açık," diye başladı Süleyman Amca, babama saygılı ama bana karşı üstünlük kurmaya çalışan bir tonla. "Nikah kıyılmadan, miras paylaşımı olmayacak. Borçlar..." Gözlerini bana dikti, "...ödenmeden, senin payın dondurulacak."
İçimde bir öfke kaynadı. Hayatım, bu adamların kredi defterlerindeki rakamlara bağlıydı. Suna, yanımdaki koltukta, sakin, neredeyse kayıtsız görünüyordu. Ama dizlerinin hafifçe sıkıldığını, o porselen ellerinin kenarlarının beyazlaştığını fark ettim. O da bu oyundan nefret ediyordu. Sadece benden daha iyi saklıyordu.
Toplantı bittiğinde, Süleyman Amca ayrılırken, Suna'ya döndü. "Kızım," dedi, sesinde nadir bir sıcaklıkla. "Ateş'i... mutlu et. O, senin geleceğin."
Suna, başını hafifçe eğdi, utangaç, masum bir gelin edasıyla. "Elbette baba."
Kapı kapandığında, yüz ifadesi anında değişti. O masumiyet, yerini soğuk, metalik bir donukluğa bıraktı. Bana döndü.
"Gördün mü?" diye fısıldadı, sesi keskin bir bıçak gibi. "Ne kadar da kolay inanıyorlar."
"Sen..." diye söze girdim, hayretle, "inanılmaz bir oyuncusun."
Bir anlığına, gözlerinde bir şey kıvılcımlandı. Gurur mu, yoksa utanç mı, emin olamadım. "Hayatta kalmak için," diye cevapladı kısaca.
Ertesi birkaç gün, bu göstermelik ilişkinin provalarıyla geçti. Birlikte yemek yedik, bahçede dolaştık, aile dostlarının ziyaretlerini birlikte karşıladık. Her an, Suna'nın yanında, onun 'nişanlısı' rolünü oynarken, Mavi'yi düşünüyordum. Ona her gece, "İşler yoluna girecek, sana döneceğim," diye mesaj atıyordum. Her mesaj, bir yük daha ekliyordu omuzlarıma. Yalan, katlanarak büyüyordu.
Ve Suna... Onunla geçirdiğim her an, onun çelişkilerle dolu dünyasına bir pencere açıyordu. Bir an soğuk ve mesafeliydi, ertesi an, bir şaka yaptığımda, dudakları istemsizce kıvrılıyor, gerçek bir gülümseme parıltısı gösteriyordu. Bazen, uzaklara dalıp gidiyor, gözlerinde derin bir yalnızlık okunuyordu. Bu labirentin sadece benim hapishanem olmadığını anladım. O da, kendi ailesinin, toplumun beklentilerinin zincirleriyle bağlıydı. Planımız, onun da kaçışıydı.
Bir akşam, yine avluda, nar ağacının altındaydık. Bu sefer, bir strateji toplantısı havası vardı aramızda.
"Düğün," dedi Suna, bir yaprağı parmakları arasında öğüterek. "Mümkün olduğunca sade olsun istiyorum. Ama aileler büyük bir şov bekliyor."
"Ben de öyle," diye onayladım. Sonra, aklıma bir şey takıldı. "Peki ya... balayı?"
Bu soru, aramızdaki havayı aniden değiştirdi. Elektriklenmiş, tehlikeli bir sessizlik çöktü. Balayı... Göstermelik bir evlilikte, en büyük sınav bu olacaktı.
Suna, bana baktı. Gözleri, ay ışığında parıldayan iki karanlık havuz gibiydi.
"Kağıt üzerinde evliyiz," diye fısıldadı. "Aynı odada kalmak zorunda kalabiliriz. Görüntü için." Duraksadı. "Ama sınırlar... net olmalı."
"Net," diye tekrarladım, ama kalbim güm güm atıyordu. Onunla aynı odada, aynı havayı solumak... O yasak çekim, bir canavar gibi büyüyordu içimde.
Tam o sırada, cep telefonum titredi. Mavi'den bir mesaj: "Seni özledim. Her şey yolunda mı? Biraz tuhaf sesin geliyodu son görüşmemizde."
Yüreğime bir hançer saplanmış gibi oldu. Suçluluk, boğazımı düğümledi. Suna, tepkimi görmüştü. Kaşları hafifçe çatıldı.
"O mu?" diye sordu, sesi nötr, ama altında bir şeyler kıpırdanıyor gibiydi.
Evet anlamında başımı salladım, cevap yazmak için telefonumu açamadım.
"Yaz ona," dedi Suna, beklenmedik bir tavsiyeyle. "Onu sevdiğini söyle. Yalan söyleme işinde tutarlı olmalısın. Kendine bile."
Sözleri, bir tokat gibi geldi. Ama haklıydı. Bu yolu seçmiştim. Şimdi, oyunu oynamak zorundaydım.
O gece, odama çekildiğimde, Mavi'ye uzun, karmaşık bir mesaj yazdım. Onu sevdiğimi, işlerin zor olduğunu, ama yakında döneceğimi yazdım. Her kelime, ruhuma ağır bir taş gibi oturuyordu. Mesajı gönderdim ve telefonumu kenara fırlattım.
Bir süre sonra, kapıma hafif bir vuruş geldi. Açtım. Suna'ydı. Elinde iki bardak ve bir şise rakı vardı.
"İçmeye ihtiyacın var gibi görünüyorsun," dedi, odadan içeri süzülerek.
Şaşkınlıkla onu izledim. Bardakları pencere kenarındaki küçük masaya koydu, rakıyı doldurdu. Bir bardağı bana uzattı.
"İş anlaşmasının bir parçası mı bu?" diye sordum, alaycı bir tonla, bardağı alırken.
"Hayır," diye içti bir yudum. "Bu, iki mahkumun, hücreler arasındaki duvarda yaptığı sohbet."
Birlikte içtik. İlk yudum, boğazımı yaktı, ama sonrasında gelen sersemlik, gerginliğimi biraz olsun dağıttı. Konuştuk. Gerçekten konuştuk. İlk defa, rollerimizi oynamıyor, sadece kendimizdik. O, annesini küçük yaşta kaybetmiş, duvarları yüksek evde, soğuk ve mesafeli bir babayla büyümüştü. Ben, İzmir'deki özgürlüğümü, Mavi ile tanıştığım günü anlattım. İçtikçe, aramızdaki duvarlar da erimeye başladı. Onun dikenli kabuğunun altında, kırılgan, zeki ve son derece yalnız bir kadın olduğunu gördüm.
"Biliyor musun," dedi, bir anlık güvensizlikle, "ben de resim yapmayı seviyordum. Bir zamanlar."
"Niye bıraktın?" diye sordum.
"Babam, 'hanım kız işi değil' dedi," diye cevapladı, bardağındaki rakıya bakarak. "Onun yerine, aile şerefini öğrenmem gerekiyordu."
İçimde ona karşı bir şey, belki de acıma değil, ama bir anlayış filizlendi. O da bir kurbanmış. Farklı bir kafeste, ama aynı zincirlerle bağlı.
Rakı bitmişti. Kafam bulanık, vücudum sıcak ve gevşemişti. Suna ayağa kalktı, kapıya doğru yürüdü. Eşiğe geldiğinde durdu. Bana döndü. Gözleri, alkol ve duygusal ifşanın etkisiyle parıldıyordu.
"Yarın," dedi, sesi kalın, "babanın avukatı geliyor. Vasiyetin detaylarını konuşacağız. Hazır ol."
"Olacağım," diye mırıldandım.
Bir an, öylece durduk. Kapının eşiğinde, iki dünya arasında. Sonra, çok yavaşça, elini kaldırdı. Parmak uçları, neredeyse havada, yanağıma bir santim mesafede durdu. Dokunmadan. Ama tenimde, bir yanma hissi bıraktı.
"İyi geceler... Ateş," diye fısıldadı ve son söylediğim ismimle, geceye karışıp gitti.
Orada, yanan yanağım ve bulanık zihnimle öylece kaldım. Bu artık sadece bir strateji değildi. Sınırlar bulanıklaşıyordu. Ve en korkuncu, bu bulanıklıktan, bu tehlikeli oyundan... korkmuyordum. Lanet olasıca, heyecan duyuyordum. Ateşe bir adım daha yaklaşmıştım. Ve artık, sadece barut kokusunu almıyor, alevlerin sıcaklığını da hissediyordum.