Bölüm 4: Kağıt Evlilik
Suna'nın parmak uçlarının yanağımda bıraktığı hayali yanma hissi, sabaha kadar geçmedi. O temas etmemişti bile, ama izi, bir sabah sisinin serin nemi gibi tenime sinmişti. "İyi geceler... Ateş." O ses, o fısıltı, zihnimde bir ninni gibi dönüp durdu. Mavi'ye olan suçluluğum, bu yeni, keskin ve yasak çekimin yanında sönük kalmaya başlıyordu. Bu bir ihanetti. Hem Mavi'ye, hem de kendime karşı.
Sabah, gözlerimi, avludan gelen araba seslerine açtım. Babamın avukatı gelmişti. Suna'nın dediği gibi, gösteri başlıyordu.
Aşağı indiğimde, onu salonda, avukat Cemal Bey ve babamla birlikte beklerken buldum. Sade, şık bir siyah elbise giymişti. Saçları, her zamanki gibi mükemmel toplanmıştı. Gözlerimiz buluştu. O geceki kırılgan, rakıyla yumuşamış kadın gitmiş, yerine yeniden çelikten bir prenses gelmişti. Sadece benden başka kimsenin fark edemeyeceği, gözlerinin derinliklerinde bir yorgunluk vardı.
"Günaydın, canım," dedi, sesi tatlı ve sevecen. Rol yapıyordu, evet. Ama bu 'canım' hitabı, bir önceki geceki samimiyetin gölgesiyle birlikte, içimde bir şeyi titreştirdi.
"Günaydın," diye karşılık verdim, sesimdeki pütürleri gizlemeye çalışarak.
Cemal Bey, resmi bir ifadeyle vasiyetnameyi okumaya başladı. Kelimeler, odanın ağır havasında ağır ağır süzülüyordu. Her şey netti: Nikah kıyılmadan, babamın hisseleri ve serveti dondurulacak, borçların teminatı olarak kalacaktı. Nikahın ardından, hisseler üzerindeki şeriat kalkacak, ancak nakit mirasın büyük bir kısmı, borçların ödenmesine ayrılacaktı. Süleyman Amca'nın borçları, bir gölge gibi, her kelimenin üzerine düşüyordu.
"Anlaşıldı," dedim, sesim soğuk ve mesafeli. Babam, yatağında, zayıf bir onay işareti yaptı. Zaferi tamdı.
Toplantı bittiğinde, Cemal Bey ayrılırken, dönüp bize baktı. "Sizi tebrik ederim. Umarım ömrünüz beraber geçer." Sözler iyi niyetliydi, ama bizim için bir yüz karası, bir şakaydı.
Kapı kapandığı anda, Suna'nın omurgasındaki gerginlik biraz azaldı. Bana döndü.
"Gördün mü? Tuzağın mekanizması işliyor."
"Evet," diye mırıldandım. "Kaçış için tek yol, tuzağın içinden geçiyor."
Düğün hazırlıkları, bir fırtına gibi esti. Suna, dediği gibi, mümkün olan en sade töreni ayarlamıştı. Ama 'sade', bu aileler için bile, lüks bir düğündü, yüzlerce davetli ve pahalı bir ziyafet demekti. Her an, bir fotoğraf makinesi lensi gibiydi. Gülümsememiz, bakışlarımız, birbirimize olan 'aşkımız', sürekli kayıt altındaydı.
Mavi'ye, ailevi baskılar yüzünden Mardin'den ayrılamayacağımı, düğünün bir formalite olduğunu, kalbimin onda olduğunu söyledim. Her telefon konuşmamız, beni biraz daha eritiyordu. O, sesindeki endişeyi gizlemeye çalışıyor, "Anlıyorum, Ateş. Sana güveniyorum," diyordu. Her 'güveniyorum' sözü, yüreğime saplanan bir bıçak gibiydi.
Düğün günü geldiğinde, kendimi bir film setindeki başrol oyuncusu gibi hissettim. Takım elbisem, bir zırh gibi ağırdı. Salona girdiğimde, Suna'yı gördüm. Beyaz, sade, ama mükemmel bir elbise giymişti. Yüzü, bir duvar gibi kapalıydı. Ama o an, onun da en az benim kadar korktuğunu, en az benim kadar bu saçmalıktan tiksinmiş olduğunu anladım. İki mahkum, idamımıza gider gibi ilerliyorduk.
Nikah anı, bir rüyanın içinde gibiydi. "Evet" derken sesim, odanın diğer ucundan geliyor gibiydi. Suna'nın "Evet"i ise, net, keskin ve soğuk bir çelik parçası gibiydi. Yüzükleri taktığımızda, parmağımda hissettiğim metalin soğukluğu, içime işledi. Bu bir sevgi yüzüğü değil, bir mülkiyet, bir anlaşma yüzüğüydü.
Babam, tekerlekli sandalyesiyle oradaydı. Gözlerinde, zaferle karışık bir hüzün vardı. Son arzusu yerine gelmişti. Süleyman Amca'nın yüzünde ise, borçların kapanacağına dair saf bir rahatlama okunuyordu.
Ziyafet ve kutlamalar, bitmek bilmez bir işkenceydi. İnsanların tebriklerini kabul ettik, dans ettik. Suna'yla ilk dansımızda, bedenlerimiz birbirine değdiğinde, her ikimiz de aynı anda hafifçe irkildik. Eli, avucumda hafif ve güçsüzdü, ama teması, derimin altında bir elektrik akımı başlatmıştı. Gözlerine baktım. Lacivert fırtına, o an için sakinleşmiş, derin, anlaşılmaz bir durgunluğa bürünmüştü.
"Birazdan biter," diye fısıldadı, dudakları hiç kıpırdamadan, mükemmel bir gülümsemeyle.
"Sadece başlangıç," diye karşılık verdim aynı şekilde.
Nihayet, otelin lüks suitine çekildiğimizde, kapıyı kapattığımız an, ikimiz de aynı anda derin bir nefes aldık. Sanki saatlerdir suyun altındaymışız da, nihayet yüzeye çıkmıştık gibi. Sessizlik, dolapta duran iki bavul gibi ağır ve hantaldı.
Suna, topuklu ayakkabılarını çıkardı ve halının üzerinde yalınayak yürüdü. Pencereye yöneldi, şehrin ışıklarına bakarak.
"İşte," dedi, sırtı bana dönük. "Kağıt üzerinde evliyiz."
Oda genişti. Ama tek bir yatak vardı. Kocaman ve beyaz. Ağzım kurudu.
"Sınırlar net," diye tekrarladım, dün gece nar ağacının altındaki konuşmamızı hatırlatarak.
Bana döndü, kaşları hafifçe kalkıktı. "Elbette." Sonra, yatağı işaret etti. "Sen yatakta uyuyabilirsin. Ben kanepede uyurum."
"Hayır," diye itiraz ettim, bir anlık centilmence bir dürtüyle. "Ben kanepede uyurum. Sen yatakta uyu."
Bir an, direnecek gibi oldu, sonra omuz silkti. "Peki. Senin bu kadar ince olmana gerek yoktu ama."
Bir süre, sessizce, eşyalarımızı yerleştirdik. Birbirimizin alanına girmemeye özen göstererek. Bir askeri operasyon planlarcasına, banyoyu kimin ne zaman kullanacağını bile konuştuk. Her an, aramızdaki gerginlik, elle tutulur bir şekilde büyüyordu.
Nihayet, hazırlanma telaşesi bitti. O, yatak odasına çekilmiş, ben de kanepeye uzanmıştım. Işıklar sönmüştü. Sadece şehrin ışıkları, perdelerin arasından süzülüyor, odanın içinde loş bir aydınlık yaratıyordu.
Uyumak imkansızdı. Onun nefes alış verişini, yatakta hafifçe dönüşünü duyabiliyordum. O da uyanıktı. Her ses, bir soru işareti gibi asılı kalıyordu havada.
"Uyuyor musun?" diye fısıldadım, sesim karanlıkta çatallanarak.
"Hayır," diye cevap geldi, yatağın diğer tarafından. Sesi yorgun ve kırılgandı.
Bir süre daha sessizlik.
"Bugün... iyi oynadın," dedim, sözcükleri seçerek.
"Sen de," diye karşılık verdi. "Özellikle 'evet' derken. Çok inandırıcıydı."
Sesindeki ince alayı duydum. "Seninki de öyle. Neredeyse gerçekten 'evet' diyormuşsun gibiydin."
Bu kez bir cevap gelmedi. Sadece derin bir nefes sesi duyuldu.
Sonra, yatakta kıpırdandığını duydum. Gölgesi, duvarda büyüdü. Kanepeye doğru ilerliyordu. Kalbim, göğüs kafesimde çırpınan bir kuş gibiydi. Yanıma, halının üzerine, dizlerini karnına çekerek oturdu. Karanlıkta, yüzünün hatları belli belirsiz seçiliyordu.
"Biliyor musun," diye başladı, sesi alçak ve düşünceli, "hayatım boyunca hep bir rol oynadım. İyi kız, itaatkar kız, gururlu kız... Ama hiç 'gerçek' Suna olamadım. Bugün, 'gelin' rolünü oynarken, diğerlerinden hiç de farklı hissetmedim."
İçim acıdı. Ona bakmak, karanlıkta bile, bir çekim gücüne dönüşüyordu.
"Belki de," diye fısıldadım, "bu anlaşma sayesinde, bir gün 'gerçek' Suna'yı bulma şansın olacak."
Bana baktı. Gözleri, karanlıkta iki yıldız gibi parlıyordu.
"Ya sen, Ateş? 'Gerçek' Ateş kim? İzmir'deki özgür adam mı? Yoksa burada, babasının gölgesinde kalmış çocuk mu?"
Bu soru, beni yakaladı. Cevabım yoktu.
"Bilmiyorum," diye itiraf ettim. "Belki de ikisi de değil."
Uzandı, elini çok yavaşça kanepenin kenarına, yanıma koydu. Parmak uçları, koluma bir santim mesafede duruyordu. Tıpkı odamda, yanağıma yaptığı gibi. Dokunmadan, sadece varlığını hissettirerek.
"Belki de," diye fısıldadı, "ikimiz de, bu kağıt evliliğin içinde, kendimizi aramaya başlayacağız."
Orada, karanlıkta, bir gelinin ve bir damadın, bir suç ortağının ve bir düşmanın, bir erkeğin ve bir kadının arasındaki ince çizgide oturduk. Sınırlar netti, evet. Ama o gece, o karanlık odada, o sınırların ilk çatırtısını duyduğumu fark ettim. Ve bu sefer, heyecandan çok daha derin, daha korkutucu ve daha kaçınılmaz bir şey vardı içimde: bir merak. Bu kağıttan evlilik, gerçek bir evliliğe dönüşebilir miydi?