Sabahın ilk ışığında, Seo Eunseo otobüse binip cezaevine doğru yola çıktı. Yol boyunca zihninde bir sürü soru yankılanıyordu: "Acaba nasıl biri? Gerçekten cevapları alabilecek miyim?" Düşünceler zihninin her köşesini sarmıştı.
Bazı kapılar sessiz açılır; ama gölgelerin ardından gelen ses, zihinde bir ömür yankılanır.
Uzaktan cezaevine bakarken içinden konuşmaya başladı:
“Beton duvarların içine sıkışmış, nemli ve gri bir sessizlik…”
Cezaevi binasına adım attığında ilk hissettiği şey havanın yoğunluğuydu. Sanki bu duvarların arasında nefes almak bile bir bedeldi. Havanın tadı metalikti, boğazına oturuyordu.
“Buradayım,” dedi içinden.
“Kurgu yazıyorum, ama bu gerçek. İlk kez bir hikâyemin dışına adım atıyorum.”
Yazdığı hikâyeler sıradan değildi; belki kurgu olmaya adaylardı ama her biri yaşanmış gibiydi. Gerçeğe fazla yakındılar.
Etrafına bakındı. Görevlilerden biri ona doğru ilerliyordu. Üniformasındaki isim etiketi silinmişti — kimliğin anlamını yitirdiği bir yerdi burası. Adam gözlerinin içine baktı.
“Soğuk bir karşılama,” diye düşündü Eunseo.
“Hoş geldiniz. Size eşlik edeyim,” dedi görevli. Sesi soğuktu ama sözleri keskin ve netti.
Eunseo hafifçe gülümsedi. Gardiyan dönüp yürümeye başladı, Eunseo da onu takip etti. Avludan geçerken mahkûmları gördü. Aklına tek bir düşünce doluştu: "Kimi katil, kimi hırsız, kimi belki de hiç suç işlememişti. Belki birinin günahını parayla üstlenmişti…"
Hiçbirini tanımıyordu ama her bir bakışın ardında bir hikâye olduğunu biliyordu. Cezaevinin ürkütücü olduğunu sanmıştı, ama şimdi gördükleri bu düşüncesini değiştirmişti. Burası sadece korkunun değil, karanlık gerçeklerin barındığı yerdi. Ve bu karanlık ilk kez onu korkutmuyordu — aksine meraklandırıyordu.
Koridorlar bir bir geçildi. Kapılar açıldı. Sessizlik içinde yalnızca ayak sesleri ve anahtarların tıklamaları yankılanıyordu. Her adım onu daha derine, daha karanlık bir boşluğa çekiyordu.
Sonunda görüş odasına geldiler.
Gardiyan dönüp soğuk sesiyle uyardı:
“Yalnızca konuşun. Fiziksel temas yasak.”
Seo başını salladı. Ama yüzündeki tereddüt silinmemişti. Adam bir adım uzaklaştı, sonra dönüp ekledi:
“Duyduklarınızın hepsi yalan olabilir. Ama bazen... en gerçek olan, yalanın içinde gizlidir.”
Bu sözler zihnine çivilendi.
"Kurgu yazan biri olarak yalanın içindeki gerçeği seçmeye alışığım. Ama ya bu kez... yalanla gerçek yer değiştirdiyse?"
Ve sonra:
Sessiz bir kapı.
Ne gıcırdadı, ne yankı bıraktı. Sadece usulca açıldı.
“Burası,” dedi iç sesi, “kurgunun maskesiz hâliyle yüzleşeceğim yer.”
Gardiyan çekildi. Seo içeri adımını attı. Ziyaretçi odası küçüktü. Ne bir saat vardı ne de bir ses. Sanki bu odada zaman bile önemini yitirmişti. Sandalyeye yöneldi ve karşısında oturan adama baktı.
Hiç kıpırdamıyordu.
Baek Hyunseok.
Gözleri siyah değil, renksizdi. Bakışları karşısındakini değil, içinden geçip başka bir yeri izliyordu. Seo’nun boğazı kurudu.
"İlk kez bir psikopatı görmek için değil, onu anlamak için buradayım."
“Bunu kendime tekrar etmeliyim.”
Görevli içeriye son bir kez göz atıp:
“Sadece yarım saat,” dedi ve kapıyı sessizce kapattı.
Seo oturdu. Çantasından kalemini ve defterini çıkardı. Eli titriyordu. Kalemi daha sıkı tuttu.
Hyunseok bakıyordu. Sadece izliyordu. Belki bir yazar gibi... belki de bir avcı gibi.
Dakikalar geçti. Ne Seo konuştu ne de Hyunseok. Sonunda Hyunseok sessizliği bozdu. Sesi bomboştu, duygudan yoksundu:
“Yazmak için mi geldin, yoksa anlamak için mi?”
Seo kalemini çevirdi. Kendi sesine bile yabancıydı:
“Her hikâyenin bir başlangıcı vardır. Ama bazıları, sonunu başından fısıldar.”
Hyunseok ilgilenmişti. Başını hafifçe eğdi. Ama gözlerinde yine de bir ifade yoktu.
“Senin hikâyen hangisi?” diye sordu.
Seo’nun içinden bir ses yükseldi: "Ben hikâyelerin yazarıyım. Kahramanı değil."
Masaya çantasından çıkardığı dosyayı koydu. Kağıtları açınca eski belgelerin tozu havaya karıştı. Cinayet dosyasından bir sayfa masanın ucundan sarkıyordu. Hyunseok’un gözleri o sayfada takılı kaldı.
“Bu dosya... geçmişin kırıntılarını taşıyor,” dedi.
“Ama sen geleceği yazmak istiyorsun, değil mi?”
Seo’nun kalbi hızlandı. “Bu adam her kelimeyi tartıyor. Sanki zihnimi okuyormuş gibi. Cümleleri birer ip... ya bana bir yol gösteriyorsa, ya da o iple beni boğmaya çalışıyorsa?”
Hyunseok’un gözlerine baktı. Bir şey eksikti. Duygu yoktu. Sanki boş bir duvara bakıyordu. Normal görünüyordu. Oturuşu bile sakindi. Gözleri lacivertimsi bir renkteydi; o olmasa, tamamen renksiz sanılırdı. Gerçekten bir psikopata mı bakıyordu?
Tam bu sırada Hyunseok sırıtarak konuştu:
“Yoksa... psikopata benzemediğimi mi düşünüyorsun?”
Eunseo şaşırdı. Düşüncelerini nasıl tahmin edebilmişti?
Hyunseok hafifçe güldü.
“Yüzünde derin bir yara, iri yapılı biri mi bekliyordun? Gözlerin söylüyor her şeyi.”
Seo toparlandı, derin bir nefes alıp sordu:
“Bir hikâyede, bir karakter neden öldürür?”
Hyunseok anında yanıtladı:
“Çünkü yaşam, onun için yalnızca bir deneydir. Ölümse sonuç.”
“Peki ya empati?”
Hyunseok sustu. Sonra alaycı bir ifadeyle:
“Empati, insanlık denen hatanın duygusal yaması. Sökülebilir.”
Seo içinden geçirdi: "Bu bir cevap değil, bu bir doktrin."
Yavaşça, dikkatle sordu:
“Hiç suçluluk hissetmedin mi?”
Hyunseok’un gözleri boştu.
“Suç, yalnızca yakalananlar içindir. Diğerleri... sadece tanrı rolü oynar.”
Eunseo irkildi. Boğazı düğümlendi.
"Benim yazdığım karakterler bile bu kadar keskin değil. Sen nasıl bu kadar soğukkanlısın?"
“Ben senin gibi değilim,” dedi Hyunseok, buz gibi bir sesle.
Ama sesinde saklanmayan bir kibir vardı.
Hyunseok eğildi. Gözlerini onun gözlerine dikti.
Ve oyun yeni başlıyordu…
Hyunseok eğildi, gözlerini ona dikti.
“Senin gibi değilim,” demişti az önce. Ama şimdi, kelimelerinden çok daha fazla şey söylüyordu bakışları.
“Sen kelimelerle öldürüyorsun. Ben eylemle. Farkımız bu,” dedi usulca.
Bir uğultu geçti Seo’nun kulaklarının arasından. Kalbi hızlandı, ama kalemi bırakmadı. Bu cümle… başka bir yazarın ağzından duysa, sahte ve teatral bulurdu. Ama şimdi, bir psikopatın ağzından dökülen o cümle, tüylerini diken diken etti.
“Peki ya vicdan?” dedi Seo.
Hyunseok gülümsedi. O gülümseme öyle soğuktu ki, bir buzdağının kıyısından sarkar gibiydi.
“Vicdan… İyi yazılmış bir karakterde bulunması gereken zayıflık.”
Seo kalemiyle not aldı. Ama elleri hâlâ titriyordu. Bu adam sıradan biri değildi. Onun zihni bir labirentti—ve her çıkış, başka bir tuzağa açılıyordu.
“Sana yazmak için geldim,” dedi Seo. “Ama şimdi anlıyorum… yazmak yetmez. Hissetmem gerek.”
Hyunseok başını yana eğdi, meraklı bir çocuk gibi.
“Ne hissedeceksin peki? Korku mu? Merhamet mi? Yoksa... bana benzeme korkusu mu?”
Seo cevap veremedi. Gerçekten de, içinde bir korku yükseliyordu. Ama bu korku ondan değil, kendinden geliyordu. Bu karanlığı anlamak için içine bakmak zorundaydı ve belki de o karanlığın bir kısmı onda da vardı.
Hyunseok sanki bunu hissetmiş gibi, hafifçe arkasına yaslandı. Gözlerini tavana çevirdi.
“Beni anlamak istiyorsan... kelimeler yetmez. Bir gün, benim gibi kararlar vermek zorunda kalacaksın. O zaman gel, yeniden konuşalım.”
Seo'nun boğazı düğümlendi.
“Senin gibi olmaktan korkuyorum,” dedi fısıltıyla.
“Zaten bir kısmın oldun bile,” diye karşılık verdi Hyunseok.
“Çünkü beni yazıyorsun.”
Kapı arkasından iki kez tıklandı. Gardiyanın işaretiydi. Süre dolmuştu.
Seo, son bir kez Hyunseok’a baktı. Ama onun bakışları başka bir yerdeydi artık. Zihninin duvarlarının ardında kaybolmuştu.
Yavaşça ayağa kalktı. Defterini kapattı, kalemini çantasına koydu. Kapıya yöneldiğinde, Hyunseok’un sesi arkasından geldi:
“Gerçeğin karanlığında kaybolmamayı başarırsan… belki bir gün, beni gerçekten yazabilirsin.”
Seo durdu. Ama arkasına bakmadı.
Ve sonra, sessiz kapı bir kez daha açıldı.
Seo Eunseo'nun adımları koridorda yankılandı. Her biri ağır, kararsız ve düşünceyle yüklüydü. Gardiyanın yanına geldiğinde, kapı arkasından kapanmadan önce bir an durdu. Bir kez daha dönüp bakmadı. Çünkü biliyordu… bir kez daha bakarsa, o gözlerden çıkamayacaktı.
Gözetleme aynasının yansımasında kendini gördü. Solgun, yorgun ve... değişmiş. Cezaevine girerkenki hâliyle şimdi arasında bir fark vardı. Gözlerinde artık sadece gözlemci bir yazar yoktu. İçine karışan bir başka gölge vardı: Tanıklık eden.
Sessizce dış kapıya ilerledi.
Koridorun sonunda, metal bir kapı daha. Gardiyan kartını okuttu. Ana kapı açıldığında, içerideki soğuk hava yerini dış dünyanın ılık rüzgarına bıraktı. Gün batımı kırmızıyla sarı arasında bir çizgi çizmişti gökyüzüne. Sanki gök bile kanla mürekkep arasında bir sınırdaydı.
Seo durdu, gökyüzüne baktı.
Derin bir nefes aldı.
Gözlerini kapattı.
Ne gördü?
Hyunseok’un gözleri.
Öldürülen genç kadının hikâyesi.
Kendi yazdığı o ilk cümle.
Ve… yazmaya yeniden başlaması gerektiğini.
Ama bu sefer başka türlü yazacaktı.
Katilin zihninden, masumun sessizliğinden ve kendi karanlığının derinliğinden yazacaktı.
İçindeki korkuya rağmen adım attı.
Çünkü artık biliyordu… gerçeklerle yüzleşmeden kurgu yazılamazdı.
Çıkış kapısından geçti.
---
“Bazı kapılar sadece dışarı değil, içindeki en karanlık odaya açılır.”