Gece yarısı çökmüş, sessizlik ağır bir sis gibi her yanı sarmıştı. Sığınakta kısa süreli bir huzur vardı ama dışarıda ölüm sessizliğiyle bekleyen bir fırtına olduğunu herkes biliyordu. Cem, harita üzerine eğilmiş, operasyonun sonraki adımlarını planlıyordu. Elif ise köşede, not defterine satırlar düşüyordu. Kalemi titriyordu, ama yazmaya devam etti.
“Bir gün buradan sağ çıkarsak, bu satırları ilk sana okutacağım,” dedi Elif, defterini kapatıp Cem’e yaklaştığında.
Cem başını kaldırdı, gözleri karanlığın içinde bile parlıyordu. “Bunu duyunca, buradan çıkmak için bir sebebim daha oldu,” diye karşılık verdi. İçten gelen bir tebessüm yüzüne yayıldı.
O an, sanki çatışmanın kan ve barut kokusu yok olmuş, sadece ikisinin dünyası kalmıştı. Elif, kalbinin atışını bastıramazken, Cem ona fazla yaklaşmamak için kendini zorluyordu. Askerliğin, disiplinin ve sorumluluğun çizdiği sınırlarla, kalbinin atışlarını bastırmaya çalışıyordu.
Tam o sırada telsizden boğuk bir ses yükseldi:
“Komutan, kuzey cephesinden yaklaşan birlikler var. Sayıları fazla!”
Herkes anında harekete geçti. Sessizlik, birden ölümcül bir hazırlığa dönüştü. Cem, bir yandan taktik veriyor, bir yandan Elif’in yanında kalmasına rağmen gözlerini ondan ayıramıyordu. Onu koruma isteği, askerî sorumluluğunun önüne geçiyordu.
Çatışma başladığında gökyüzü yeniden alev alev parladı. Mermilerin izleri karanlığı yırtıyor, havan sesleri kulakları sağır ediyordu. Elif, kamerasını kaldırdı. Titreyen ellerine rağmen, gördüklerini kayda aldı. Çünkü biliyordu ki bu görüntüler sadece savaşın dehşetini değil, insanlığın direnişini de gösterecekti.
Cem, öne atıldığında bir kurşun yanı başından geçti. Elif’in boğazından istemsiz bir çığlık koptu. Ama Cem arkasına bakmadı; düşman hattına doğru ilerlerken tek bir şey düşündü: Onu korumak.
Patlamaların ortasında, iki yürek birbirine görünmez iplerle bağlıydı. Savaş giderek sertleşiyor, ama aynı anda aralarındaki bağ da güçleniyordu.
Düşman yoğun ateşe başlamış, siperin önündeki toprak parçalanarak havaya fırlıyordu. Patlayan bombaların ardından her şey anlık bir sessizliğe gömülüyor, ardından kulakları sağır eden bir uğultu tekrar ortalığı dolduruyordu.
Elif, bir kayanın arkasına çömelmişti, ama gözleri Cem’den bir an bile ayrılmıyordu. O sırada, düşman tarafından fırlatılan bir el bombası tam da Elif’in birkaç metre önüne düştü. Zaman, Elif için ağır çekimde akmaya başladı; göz bebekleri büyüdü, nefesi kesildi, elleri refleksle başını siperlemek için havaya kalktı.
Birdenbire Cem, yıldırım hızıyla üzerine atladı. Sert bir şekilde yere yuvarlandılar, Cem vücudunu Elif’in üzerine siper etti. Ardından kulakları sağır eden patlama gerçekleşti. Kaya parçaları ve şarapnel etrafa saçıldı. Cem’in omzuna bir parça isabet etti, derin bir acıyla yüzünü buruşturdu ama dişini sıktı.
Elif, gözlerini açtığında Cem’in kanayan omzunu fark etti. Panikle fısıldadı:
“Cem! Yaralandın!”
Cem, yüzüne yakın bir gülümsemeyle karşılık verdi. “Sen iyisin ya… önemli olan bu.”
Elif’in kalbi hızla çarpıyordu. Bu kadar ölümün arasında, Cem’in kendi canını hiçe sayarak onu koruması içindeki duyguları daha da büyüttü. Gözlerinden yaşlar süzülürken elleri titreyerek Cem’in yarasını kapatmaya çalıştı.
“Ben böyle izleyemem seni… bir daha sakın kendini feda etme!” dedi, sesi titreyerek.
Cem, gözlerini kısa bir an kapattı, sonra yeniden ona baktı. “Söz veremem, Elif. Çünkü senin için gerekirse bin kere daha yaparım.”
O an etraflarındaki çatışmanın gürültüsü kaybolmuş gibiydi. Sanki savaş durmuş, sadece ikisinin nefes alışları duyuluyordu. Elif’in içi paramparça olurken kalbinde geri dönülmez bir bağ oluştu.
Ama gerçekler acımasızdı. Düşman saldırısı hâlâ devam ediyordu ve Cem ayağa kalkmak zorundaydı. Silahını kavrayıp tekrar mevzisine geçti. Elif ise onun arkasından bakarken, kalbinde hem korkunun hem de hayranlığın en yoğun haliyle çarpıyordu.
O gece, sadece kanla değil, duygularıyla da sınandılar. Ve ikisi de fark etmeden savaşın en büyük kırılma noktası, aslında kalplerinin derinliklerinde yaşanıyordu.
Cem, yarasının acısını belli etmemeye çalışsa da hareketleri ağırlaşmıştı. Her ne kadar dik durmaya çabalasa da, omzundan akan kan kamuflajını koyu kırmızıya boyuyordu. Onu dikkatle izleyen Elif, panik içinde yanına koştu.
“Böyle devam edemezsin, kan kaybediyorsun!” dedi titreyen sesiyle.
Cem, gözlerini düşman hattından ayırmadan mırıldandı:
“Duramam Elif. Eğer burada düşersek, arkadakiler de düşer. Sen anla işte… bu sadece benim değil, hepimizin nefesi.”
Sözleri sertti ama içinde taşıdığı yük büyüktü. Elif, onun bu inadına karşı bir şey diyemedi. Savaş muhabiri olarak gelmişti, ama kalbi her geçen gün onu bir görev ortağından fazlası yapıyordu. İçinde sönmeyen bir ses vardı: Onu kaybedemezsin.
Tam o sırada telsizden panik dolu bir ses yükseldi:
“Karşı tepeye sızma girişimi var! Bir ekip kuzeye kaymalı!”
Cem gözleriyle adamlarına işaret etti, ama kendi ayağa kalktığında sendeledi. Elif hemen koluna girdi.
“Ben de geliyorum,” dedi kararlılıkla.
“Olmaz!” Cem hırıltıyla karşılık verdi. “Burası senin yerin değil.”
Elif ilk kez sesini bu kadar yükseltti:
“Ben de buradayım Cem! Çekim yapmaya değil… yaşadıklarını, kayıplarını, fedakârlıklarını dünyaya göstermeye geldim. Eğer şimdi geri durursam, buraya gelişimin hiçbir anlamı kalmaz. Hem… seni yalnız bırakmam!”
Cem, onun gözlerine baktığında tartışamayacağını anladı. Kısık bir gülümseme belirdi dudaklarında, sonra ağır ağır başını salladı.
Birlikte kuzeye yöneldiler. Mevziye vardıklarında düşman ateşi yoğunlaşmıştı. Cem’in omzundan kan sızmasına rağmen nişan alışı hâlâ kusursuzdu. Yanındaki askerlerle birlikte karşılık verirken, Elif onun yanında yere çömelip yarasını sardı. Elleri titriyordu ama kalbinde inanılmaz bir kararlılık vardı.
“Artık sen de bu savaşın bir parçasısın,” dedi Cem, göz ucuyla ona bakarak.
Elif başını salladı. “Benim için çoktan öyleydi.”
Patlamalar, silah sesleri, bağırışlar arasında ikisinin bu kısa anı bile siperin içinde farklı bir sıcaklık doğurdu. Birbirine yaslanan iki kalp, savaşın ortasında bile birbirini bulmuştu.
Ama tepeyi geri almak kolay olmayacaktı. Düşman beklenenden fazlaydı ve her kayıp, kalplerinde daha ağır bir iz bırakıyordu. Cem, son mermisini doldururken kendi kendine fısıldadı:
“Bu gece hepimiz için dönüm noktası olacak.”
Elif ise onun yanında, ilk kez bir savaşçı gibi nefes aldığını fark etti.
Gece, toprağın üzerinde alevden bir perde gibi titriyordu. Mermiler havayı yırtıyor, el bombalarının sesi göğsü sarsıyordu. Cem, omzundaki acıya rağmen ateş etmeye devam ediyordu. Ama bir anlık dikkatsizlik, yan taraftaki askeri ölümle burun buruna getirdi.
Genç bir er, siperden kafasını kaldırdığı anda bir şarapnel parçası başının hemen yanına saplandı. Dengesini kaybedip yere düştü. Kan yüzünü boyarken yardım çığlığı atacak hâli bile yoktu.
“Elif, sakın!” diye bağırdı Cem, ama çok geçti.
Elif dizlerinin üstünde sürünerek askerin yanına koşmuştu. Ellerinin titremesine aldırmadan çantasından çıkardığı bez parçasıyla yaralıyı bastırdı. Kan parmaklarının arasından akıyordu ama vazgeçmedi.
“Dayan! Beni duyuyor musun? Dayan, seni bırakmayacağım!” diye sesleniyordu, gözlerinden yaşlar süzülürken.
Kurşunlar başının birkaç santim ötesinden geçiyordu. Toprak parçaları saçlarına karışıyor, duman ciğerlerini yakıyordu. Ama geri adım atmadı.
Cem, dişlerini sıkarak onu korumak için ateşe yüklendi. Her mermisini bilinçli ve öfkeyle sıktı. Onun gözünde Elif artık sadece yanında duran kadın değildi; aynı zamanda savaşın en büyük gerçeğini göze alan, ölümün karşısında dimdik duran bir yoldaştı.
Ömer Çavuş yanlarına ulaştığında Elif hâlâ kanamayı durdurmaya çalışıyordu.
“Bunu güvenli bölgeye taşımamız lazım!” dedi.
Cem hemen yerden fırladı, yaralının omuzlarından tuttu. Elif de ayaklarını kavradı. İkisi birlikte sürünerek askeri güvenli siperin arkasına taşıdılar. Yaralı nefes alıyordu, zayıf ama hâlâ hayattaydı.
O an Asım Yüzbaşı bağırdı:
“Sağ kanat toparlandı! Saldırıyı püskürtüyoruz, devam edin!”
Mevzide yankılanan sesler, savaşın hâlâ bitmediğini hatırlatıyordu. Ama Cem, bir anlığına Elif’e baktığında, içinde farklı bir şey kıpırdadı. Onun gözlerinde korkunun yanı sıra tarifsiz bir güç vardı.
Cem fısıldadı:
“Senin cesaretin… bir tabura bedel Elif.”
Elif gözyaşlarını silmeden başını kaldırdı. Dudaklarından çıkan kelimeler barut kokusunu bile bastırdı:
“Burası senin savaşın değil, bizim savaşımız artık.”
Ve o anda, siperlerdeki bütün gürültünün içinde iki kalp aynı anda bir yemin etmişti: Ya hep beraber döneceklerdi ya da hiç.