KINA GECESİ

1377 Words
Bir uğultunun içinden süzülerek açtım gözlerimi. Başım zonkluyordu. Gözkapaklarım ağırdı, göğsümün ortasında tarifsiz bir sıkışma vardı. Gözümün önünde önce tavanın kararmış tahtaları belirdi, sonra üvey annemin yüzü. Bir tas suyu dudaklarıma dayadı. “İç Zerya..” dedi. “Bayıldın.” Su boğazımdan yanarak geçerken, mideme ulaştığı anda boşluğun yankısıyla karıştı. Sanki bir kuyuya taş atılmıştı içimde. Ama her şeyden önce kulağımda hala yankılanan o cümle vardı: “Zerya evleniyorsun. Baban seni verdi. Ağa gelini oluyorsun.” Yavaşça doğruldum. Başım hala dönüyordu. Dudaklarım çatlamıştı, titriyordum. “Ne demek evleniyorum?” dedim kısık bir sesle. “Kiminle? Kim bu adam?” Üvey annem gözlerini kaçırdı. Dizlerinin üzerine çöktü, boş tasta kalan suyu karıştırır gibi yaparak konuştu: “Baban fazla bir şey sormadı. Adam köyün öbür yakasındaki büyük bir köyde ağa... onun oğlu için istemişler seni.” Dudaklarımı ısırdım. Gözlerim doldu. “Geldi mi? O... beni isteyen adam geldi mi buraya? Neye benziyor?” Başını sağa sola salladı, iç çekti. “Yok. Gelmedi. Adetleri öyle herhalde. Sadece babası geldi. Babanla konuşmuşlar. Hemen kabul etti. Seninle ilgili fazla bir şey sormamışlar. Babanda zaten konuşmaya pek meraklı değildir bilirsin.” Tavanı seyrettim. Sanki oradan üzerime koca bir kaya düşmüş gibiydi. “Kaç yaşında?” dedim. “Adı ne?” “Daha önce evlenmiş mi?” Her sorum biraz daha acıya dönüşüyordu. Üvey annem başını eğdi. “Bilmiyorum.” dedi. “Sadece ağa oğlu dediler. Babanda fazla bilgi istememiş. Zaten baban soru mu sorar Zerya? Onun umrunda mı?” Yutkundum. Boğazımda yumruk kadar bir öfke düğümlenmişti. “Ama... ama ben istemiyorum. Beni tanımıyorlar bile!” Babamın beni verdiği insandan korkuyordum. Kendine benzeyen birine vermiş olabilirdi. Üvey annem gözümün içine bakmadan konuştu: “Zerya… Sana başka kurtuluş yok. Ben de istemedim. İki kere evlendim… Ne değişti? Burada kalsan ne olacak? Açsın, zincirleniyorsun. En azından orada bir odan olur. Karnın doyar belki.” “Ama ben bir eşya değilim! İnsan eşya alırken bile bir görmek ister. ” diye bağırdım bu sefer. Üvey annem ilk kez bana doğru döndü. “Biliyorum. Ama bana da soran olmadı. Bazen büyükler karar verir. . Bu topraklarda baban gibi adamlar kadınlara ne zaman bir şey sordu?” Sesi kırıldı. Gözleri sulandı. “Keşke elimden gelen başka bir şey olsa. Ama yok, Zerya. Yok. Oğulları bile seni görmeden istedi. Ağa emretti, baban da verdi. Böyle işte bu dünya.” Battaniyenin ucunu sıktım. Tırnaklarım ete geçene kadar sıktım. Bu kurtuluş değildi. Bu, başka bir tutsaklıktı. Belki daha büyük bir kafesti sadece. İçimdeki sıkışma gitmiyordu. Aksine büyüyordu. Büyüdükçe nefes alamaz oluyordum. Kafamda aynı soru dönüyordu: “Peki ya ben? Ben ne istiyorum?” Ama kimse sormamıştı. Gerçi sorsalar bende buradan kurtulmayı isteyebilirdim. Üvey annem gitti. Bir köşeye çekildim. Ahırın taş duvarları çevremi örmüş, üzerime bastırıyordu. Ama ben gözlerimi kapattım ve onların içinden geçtim. Gözlerimin ardında başka bir dünya vardı. Kendi içimde bir pencere açtım. Ve oradan baktım… Hayata. Ya da hayat sandığıma. Benim için hayat hayallerimdi. “Zerya evleniyorsun. Baban seni verdi. Ağa gelini oluyorsun.” O cümle hala beynimin içinde yankılanıyordu. Normalde korkmam gerekirdi. Normalde kaçmak, bağırmak, isyan etmek isterdim. Ama o kadar aç, o kadar yorgundum ki… Bir anlığına, bir anlığına sadece, o cümlede kurtuluş gibi bir şey duydum. Boğazıma kadar batmışken, uzatılmış çamurlu bir el bile insanın sarılmak isteyeceği bir şey oluyor. İşte bu yüzden, ben de o bilinmeyen adamı hayal etmeye başladım. Belki iyi biridir… Belki sesi yüksek değildir. Belki beni dövmez. Belki gözüme bakınca orada kendini değil, beni de görür biraz. Belki de… bir sabah ben çay koyarken, arkamdan usulca gelip: “Zerya, okuma yazma biliyor musun?” diye sorar. Ben başımı eğerim, utanırım, az bildiğimi söylerim. Ama sonra o bir kitap verir elime. “Bu sana. Okumayı seviyorsan, devam et.” der. İşte o an… İşte sadece o an için bile bütün bu eziyete değer gibi hissederim. Belki bana bir defter alır. İncecik kenar çizgileri olan bir okul defteri. Ben de içine yazmaya başlarım. İlk satıra adımı yazarım: Zerya. Sonra hayallerimi, sonra annemi, sonra kayıp ablamı… Sonra özgürlük kokusunu bilmeden anlatmaya çalışırım. Kelime kelime büyürüm o defterin içinde. Ve… Belki dışarı çıkarım. Bu köyün dışına. Bu ahırdan, bu taş duvarlardan öteye geçerim. Hayalimde bir minibüs yolculuğu başladı. Cam kenarında oturuyorum. Yollar uzuyor. Dağlar geride kalıyor. Bir yerde duruyoruz. İlk kez başka insanlara bakıyorum. Başka kadınlara, başka çocuklara… Korkmuyorlar. Tiksinmiyorlar benden. Yürürken adımlarını hızlı atıyorlar. Ben onları izliyorum. Ve içimden geçiyor: “Ben de onların arasına karışacağım. Sıradan bir kız olacağım. Ne zincir ne çığlık olacak boynumda.” Belki... Belki ağa oğlu dediğimiz adam kötü biridir. Ama belki de kötülüğü umursamayacak kadar güçlü olurum bir gün. Belki o, bana duvar olmaz da, pencere olur farkında olmadan. Ben de o pencereden atlar giderim bir gün. Yalınayak. Ama özgür. Belki bir gün kaçarım. Ama önce biraz doymam gerek. Önce biraz yaşamam gerek. Biraz büyümem gerek. Ve belki... Belki beni sevmese de, bana izin verir. Ben de gerisini hallederim. Çünkü içimde annemin sesi var: “Sen yaşa kızım… Sen yaşa…” Eğer okumama izin verirse, bir gün para kazanacak, hayatımı devam ettirebilecek biri olurum belki. Annem gibi yanına sığınacak birini aramak zorunda kalmadan, nereye gideceğimi kimse bilmeden gidebilirim belki. Şimdi kelepçeli olan ayaklarım bir gün üzerlerinde durmama yarar belki. .... Bugün kına gecesi vardı üvey annem beni eve aldı banyo yaptım. Babam yağlı kapı bulmanın etkisiyle sesini çıkarmıyordu. Ama beni görmeye bile tahammül edemiyordu. Kına evimizin küçük avlusunda yapılacaktı. Damat evinden kıyafetler geldi. Yöresel kıyafet giyecektim. Kadınları konuşurken duydum geleneklere uygun düğün olacakmış. Damat evinden büyük büyük kazanlarla yemekler geldi, gelin evinin misafirleri için adet böyleydi. Hoş babam zaten yemek vermezdi misafire ama böylesi işine geldi. Ortada havalı havalı geziyor ama yüzüme bakmıyordu. Yemeklerden bana da getirdi üvey annem. “Ye de biraz kendine gel.” dedi. Yemeğe baktım. Kavurma, pilav, bol etli türlü yemeği, tatlı, yeşil soğan, salata, turşu derken koca bir sofra dolusu yemekti. Ömrüm boyunca bu kadar yemeği görmemiştim ki ben. Yedim. Bol bol yedim. Çok lezzetliydiler. Etin gerçekten güzelmiş tadı. Sanırım en son babam evlenirken küçük bir parça yiyebilmiştim. Eti bilmeyen mideme ağır gelmiş olacak ki midem bulandı ama sesimi çıkarmadım. Köyün bütün kadınları gelmişti. Herkeste bir merak vardı. Öyle ya onlara da dedikodu malzemesi çıkmıştı. Beni kimse pek görmediği için sırf meraktan bile gelenler oluyordu. Yemeğimi yedikten sonra hazırlanmam için gönderilen iki kadının yardımıyla Yöresel kıyafeti giydim. Değerli taşlarla işli, bordo rengi, ağır ve çok gösterişli bir kaftandı. Zayıf bedenime ağır geldi ama bir şey diyemedim. Saçıma gösterişli bir topuz ve yüzüme de ağır bir makyaj yaptılar. Aynaya zaten çok bakamayan biri olarak bu halim iyice yabancı gelmişti. Eğlence için de cömert davranıştı erkek tarafı. Çalgı ekibi gelmis halay müzikleri çalarken müziğe dahil olan davul zurna sesleri, kadınların zılgıt sesleri bütün köyü dolduruyordu. Erkek tarafı büyük kalabalık bir konvoy halinde gelip avluyu doldurdu. O esnada üvey annem gelip duvağımı örtüp avluya gelin için ayrılan yere götürdü. Kapıdan, ortadaki yere gidene kadar erkek tarafından gelen kadınlar iki yanımda ellerinde büyük mendiller sallayip hem oynuyor hem zılgıt çekiyordu. Ben oturunca da hepsi halaya durdu. Epey bir süre türlü türlü halay çektikten sonra biri elinde kına tepkisiyle oynaya oynaya geldi yine zılgıtlar göğe çıktı. Etrafımda dönüp duygusal ve yanık kına türküleri söylemeye başladılar. Anne ile ilgili türkülerde gözyaşım sel oldu aktı. Annem. Keşke yanımda olsaydı. Yanık sesli bir kadın çıplak sesle türküyü söylüyor sonra kalabalık da aynı sözleri tekrar ediyordu. Müzik susmustu. Kadının sesi, içten doğal ve pürüzsüzdü. Türkünün sözleri zaten yüreğe işliyordu. Sonra bir kadın önümde diz çöküp kınayı avucuma koymadan önce her iki elime de küçük avucumu komple kaplayacak büyüklükte altın koydu. Sonra duvağımı açıp beni halaya kaldırdılar. Ama ben oynamayı bilmiyordum ki. Bir iki tur ayak uydurmaya çalıştım neyse ki fazla uzatmadan tekrar oturttular. O kadar halsizdim ki biraz daha zorlasalar düşüp kalacaktım. Bir süre daha oynadıktan sonra biri diğerine burada bu kadar yeter haydi gidelim daha damat evinde de damada kına yapacağız dedi. Herkes yapması gerekeni yapmış gibiydi. Kimse yüzüme bakmıyor benimle konuşmuyordu. Küçükken bir kere annemle yakın komşumuzun düğününde görmüştüm gelin evinden dönenler damat evinde damada da kına yakıp halay çekip zılgıt çekiyordu. Epey süre oynamışlardı türlü türlü halaylar çekmişlerdi. İzlemesi çok güzeldi ben de öğrenmek isterdim ama babam asla izin vermezdi zaten annemden sonrası da malum. Herkes gittikten sonra üvey annem beni eve aldı. Kınayı sabaha kadar yıkamamam konusunda tembihledi. Damat tarafından iki kadın daha kalmıştı. Onlar da beni sabah yine düğüne hazırlanacaktı.
Free reading for new users
Scan code to download app
Facebookexpand_more
  • author-avatar
    Writer
  • chap_listContents
  • likeADD