***
Anılar her zaman vardır. Onları kaydederiz düşüncelerimizin arasına, saklarız bir çekmecede. Kilitleriz kimse bulmasın diye. Buna rağmen bazen onları açmak gerekir. Eskileri hatırlamak için, gözyaşlarımızı serbest bırakmak için. Bazense hiç dokunmamak gerek; eski tazeliğinde bırakılması, hiç hatırlanmaması üzere onları daima kilitleriz aklımızın paslı çekmecelerine. Peki ben ne yapmalıyım? Onları açarak kanatlanıp uçmasına izin mi vermeliyim yoksa hiç dokunmadan paslanmasına müsade mi etmeliyim? Eskiler şerit misali tek tek canlanıyor kapalı göz kapaklarımda. Burnuma gelen kokuyu duyabiliyordum.
Bu küçüklüğümün kokusunuydu. Ormanın temiz oksijenini. Ellerimdeki papatyadan oluşan tacını hissedebiliyordum. Annemin gülümseyen yüzünü, mis gibi kokan mangalı ve başında pişmesini bekleyen babamı.
Onu...hatırlıyordum zira o çekikleri unutmam mümkün değildi.
Peki neden? Bu kadar zamandan sonra neden onu hatırlıyamıştım.
Yaramı öpmüştü! Evet, küçükken ben hep düşünce bunu yapardı. Geçene kadar yarayı öper, ağlamamı söylerdi. Biz onunla çok iyi arkadaştık. Ailelerimiz eskiden tanışlardı zaten. Küçüklüğümün her karesi onunla gülümseyen resimlerimizle süslüdür. Birlikte ormana piknik yapmaya gider, papatya taçları yaparak ona gösterirdim. Bunu ben de dahil o da biliyordu; uzun saçlarımın arasında kaybolan ve asil görünen o taçları severdim.
Hala da seviyorum.
Saçıma onu her takışımda, bana bir prenses olabileceğimi hissetdiriyordu. Herkes gibi altından yada gümüşten bir şeyden bir şeyleri sevmezdim. Onlar bana, ruhuma fazla ağır geliyordu ama en çok da hayallerimin omzuna yüklenerek onu mahvediyorlardı. Bu çöküşün olmaması için onlardan uzak durur, hayatımı daha sade bir şekilde sürdürürdüm. Fakat papatya taçlarının benim hayallerimde gerçeklik payı vardı. Onları taktığımda kendimi yaşayamadığım sarayımda, oturabilemeyeceğim büyük koltuklarda, beyaz tüyleri olan atım varmış gibi hissetdiriyordu.
Beyaz tüylü atım. Sahi, beyaza ait benim anılarım var mıydı ki?
Beyaz belkide kimisi için mutluluktur ancak kimisi içinse ucuz maskedir. Karanlığı koruyan beyaz maske. Bunların bir önemi var mı peki? Renklerin...
Boyalara batırılmış karakterlerimiz varken, gizlenmeye çalışdığımız renklerin.
Gerçekten bunların önemi var mıydı? Yoktu zira bizim kişiğimizin içinde barındırdığımız her renk bize bir şeyler katarken, neden bir renklerin arkasında sakılı kalıyor, ona tutsak kalıyorduk? Yoktu işte renklerin bir anlamı, olmayacaktı belki de.
Yaramı öpmüştü. Tekrar, tekrar ve yeniden. Peki, neden heyecanlanıyordum.? Onun tekrar karşıma çıkmasını mı istiyordum yoksa? Küçük ve çekik gözlerini kaç seneydi görmeyeli? 10 yoksa 11? Aklımın içindeki sorular beynimi allak bullak ediyordu.
Babam ile Yalçın amca çocukluktan beraberlermiş. Aynı okula gitmiş hatta aynı üniversiteyi bitirmişler, zaten bunun için arkadaşlıkları uzun sürmüş. Üniversitedeyken, babam annemle tanışmış, Yalçın amca ise Ecem teyzeyle. Sonralar babam ve Yalçın amca kendi şirketlerini kurmaya başlamışlardı. Ben doğduğumda Alginin 2 yaşı vardı. Evlerimiz yakın olduğu için onu sık sık görüyordum. Fakat ben liseye başladığımda onlar başka bir yere taşındılar. Babama neden taşındıklarını sorduğumda böyle olması gerektiğini söyler beni geçiştirirdi. Algin'e o kadar bağlanmıştım ki o gittikten sonra yapayalnız kalmıştım. Ondan başka arkadaşım olmadığı için eğitim hayatımı arkadaşsız bitirdim. Hoş pek arkadaş canlısı biri de değildim. Ta ki Yalız ile tanışana kadar. Yalız benim sahip olamadığım kız kardeşim gibidir. O, hayatımda belki de beni anlayan tek insandı. Onu çok özlesem bile arayamıyordum. Resimlerimize her baktığımda o lanetli gece aklıma geliyordu. Kendimi ne kadar suçlasam bile o gecenin dehşet verici kırıntılarını toparlayamıyordum. Yalız ise beni arayıp, sorsa bile onunla konuşmuyordum. Aslında ona kırgındım. Kendime ise kızgın. Onun hiç bir suçu yokken, onun beni aramalarına karşılık vermeyerek onu kırdığım içinse kendimden ayrıca nefret ediyordum.
Algin... harfler birbirlernin yanına dizilse de heyecenımı yok edemiyorlardı.
Çocukluk arkadaşım.
Tek dostum.
Yalnızlığımın tek düşüncesi. Ne kadar küçük ve çekik gözlerini özlesem bile onunla karşılaşmak istemiyordum. Ben uzun süredir her şeyden kaçıyor ve tekrar yüzleşmekten korkuyordum. Onu gördüğümde babamı özleyeceğimi, onun yanına gitmek isteyeceğimden çekindiğim için onu arayamıyordum. Peşimi bırakmayan kabuslar, savaşa hazır olan düşüncelerim beni bırakmıyorken onu görmek iyi olmayacaktı. Ama buna rağmen o benim canımdı, ne kadar görmemek için dirensem de bir gün onunla bulaşacaktım zira özlem etrafımı o kadar sarmıştı ki artık ben bile o özlemin içinde kayboluyordum.
Sabahın erken saatleri olmuştu. Dün okuduğum nottan sonra kendime zar zor gelebilmiştim. Bütün gün boyu nottaki yazılanları düşünmüş, bir neticeye varamamıştım. Annem dün eve geç geldiği için benim yüzümü görmemişti. Bana karşı her gün daha da soğuyordu. Onu anlıyorum aslında. Benim gibi suçu bende arıyordu. Fakat o beni anlamıyordu. Beni her gün yiyip bitiren içimdeki canavarı bilmiyor, gün geçtikce nasıl yok olduğumu görmüyordu. Anlamıyordu işte, tek göz ağrının nasıl bitip tükendiğini buna ne sebep olduğunu anlamıyordu. Düşüncelerinde sadece beni suçlamak vardı o kadar. Bakışlarım tavana yapıştırdığım fosfor yıldızları, rengarenk galaksilerilerde odaklıydı. Düşüncelerime o kadar derin dalmıştım ki gelen mesaj sesi ile yattığım yerden sıçradım. Yana dönerek, komodinin üzerinde telefonumu alıp, kilit ekranını açtım. Gördüğüm isimle sol gözümden damlayan yaş bir oldu.
Kardeşim yazısı insanın içini bu kadar acıtırmıydı? Sesini o kadar özlemiştim ki. Gelen mesajı açarak okumaya başladım.
"Uzamadı mı sence de? Seni çok özledim. Ne kadar arasam bile bana cevap vermiyorsun. Lütfen...Bu gün saat 14:30'da her zaman buluştuğumuz kafede olacağım. Seni bekleyeceğim. Gelmesen bile bekleyeceğim, kardeşim."
Uzun süre geçmesine rağmen bana neden saniyeler geçmiş gibi geliyordu? Belki de daima düşüncelerde boğulduğum için zaman soyutlaşmıştı. Benim için durmuştu. Zamana, saate ben karar vermiştim artık.
Her zaman olduğu gibi kasvetli odamın içindeki boğuk havayı içime çektim. Evin sessizliği ürkütücü olsa bile annemin evde olduğunu biliyordum. Bu gün cumartesiydi. Haftasonu olduğu için büyük ihtimalle evde dinlenmeyi tercih etmişti, buna rağmen yüzünü bir kez bile görmemiştim. Hoş beni göreceğini de düşünmüyordum. Artık bu düşüncelerimin kördüğmünden elimi çekerek, banyoya geçip üzerimdeki fazlalıkları çıkartarak çabucak soğuk duşun altına girdim.
Derimin üzerine damlayan küçük soğuk taneleri, gerçekliğin kıyısından savrulan bedenimi elleri arasına almıştı. Oysa ben o kıyıda savrulmayı daha çok yeğlerdim.
Soğuk suyun altında bu kesen soğuk düşüncelerim, en azından yaşlı, beyin çürüten kalabalıkları soğutup atardı kafamdan. Su damlaları sanki bütün isyanını ediyordu üzerimde. Bu damlalar gibi ne çok çabalıyoruz bir şeylere varmak için. Çalışıyoruz, gülüyoruz, yoruluyoruz. Hep bir şeylere yeniliyoruz. Zaman geçse de, süreler kısalsa da bedenimiz yoruluyor. Ruhumuz yaşlanıp, buharlaşıyor. Geriye bahsedilen sözcükler kalıyor. Birbirlerine yaslansalar da, dik durmaya çalışsalar da, içlerindeki acılar onların ruhlarını, zerreciklerini emiyor. Bırakmıyor, zincirlerini kırmaya çalışsak da kaçamıyoruz.
Neyese hapis oluyoruz.
Kimese tutsak kalıyoruz.
Beyazlar siyaha dönüşse de, maviler turuncu olsa da biz yine biziz. Umutsuz, mutsuz ve çaresiz bizleriz yine.
Banyonun buharlı aynasının elimin içi ile yana doğru sildim. Siyah gözlerimin kenarlarında kendi hakimiyetini süren kırmızı elastik borular vardı. Uzun süre bakışlarıma mahsur kaldım. Değişmiştim. Artık kendimi eskisi kadar güzel bulmuyordum kendimi keza zayıflamış, göz altlarım çökmüştü, saçlarımın uçlarındaki kırıklar bile uzamıştı. Onları seviyordum aslında. Bazen saatlerce oturup onları parmaklarımla koptukları yerden kırardım. Ama yine de iyi bir görünüm vermiyordu. Kahverengi saçlarımın arasındaki mavilikler bile rengini yavaştan kaybediyordu. Mavilikleri yaptırdığım gün aklıma gelince gülümsemeden edemiyordum.
"Yalız, ben emin değilim." dedim gözlerimi kaçırarak. Biliyordum sinirlenecek fakat kendimi buna hazır hissetmiyordum.
"Meliş, sanki saçlarının hepsini boyat diyorum sana." diyerek gözlerini devirdi. O, alışık olabilirdi ama ben ilk defa böyle bir şey yapacağım için hem korkuyor hem de heyecanlanıyorum.
"Bak anlamıyorsun, ben yani kendimi hazır hissetmiyorum. Yalız, ben saçlarıma kıyamam ki. Sanki onlara ihanet ediyormuşum gibiyim." diyerek onu ikna etmeye çalıştım. Ama tabii ki işe yaramadı. Kendisi inatçı olduğu için ona laf işlemezdi. Ne derse oydu.
"Meliş, Allah aşkına neye ihanet ediyorsun? Sanki saçın sana gelip 'bunu bana nasıl yaparsın?' deyip seni terk edecek!" diyerek alayla güldü. Gerçekten de bazen çekilmez oluyordu. Tamam, bir azcık saçma olabilirdi ama her zaman doğallıktan yana olduğum için bu bana ihanet gibi geliyordu. Ayağa kalkıp, üzerine mavi ceketini giydi.
"Hadi ama bu yavaşlık? 2 gün sonra senin mezuniyet balon var ve sen hala oturuyorsun?" deyip beyaz ayakkabılarını ayağına geçirdi. Bense üzerimdeki uyuşukluğu bir tarafa atıp, ayağa kalktım. Boyamak fikri aklına nerden geldiyse artık buna bir son diyemiyordum. Neymiş internette iki en iyi arkadaş yaptırmış, biz neden yapmayalım? Benim için asıl soru ise biz neden yaptırdıyoruzdu.
"Ben dışarıda seni bekliyorum. Acele et!"diyerek kapının ağzından bağırdı. Oysa benim kulaklarım bağırmamasına rağmen çok iyi duyardı! Kendi kendime gülümseyip odamdan telefonumu alarak dışarı çıktım. Güneş bizlere inat yakıcı ışınlarını tenimize gönderiyordu. Kapının ağzında beni bekleyen Yalız'ı görüp, ona taraf yürümeye başladım. Güneş gözlüğünü takmış, ayağını sabırsızca sallıyordu. Beni görünce "Ay Meliş, nerede kaldın? Güneşin altında kızartmaya döndüm resmen!" diyerek sitem etmeye başladı. Anlamıyorum sana ben mi söyledim git dışarıda bekle beni diye. Hiç yani. Gülümsememi bastırarak "Geldim işte. Hem sana ben söylemedim beni burada bekle diye. Sabırsız olan sensin." deyip omuzlarından yürümesi için itekledim. Az önce geç kalıyoruz diyerek başımın etini yiyen kız değildi sanki. Yavaş adımlarla evden uzaklaşmaya başladık. Belki de yolu yarılamıştık fakat Yalız, anlamadığım şekilde dilinin altında bir şeylere sitem ediyordu.
"Yani anlamıyorum, bu ne sıcaklık? Burası ağaçlık alan hiç bir zaman güneşin bu kadar yakıcılığı görünmemişti. Neyse hadi gidelim daha çok işimiz var."diyerek sinsice sırıtmaya başladı. Çok dengezdi. Bir anı, bir anı ile tutmamazdı. Daha az önce sitem etmiyormuydu? Ama alışmıştım bu hallerine. Bir birbirimizin dengesiz hallerine artık katlanıyorduk işte. Gülümseyerek koluma girdi. Ben ise içimden 'hadi hayırlısı' demekle yetindim. Başımıza daha ne gelecek merak ediyordum doğrusu.
"Meliş, bak bence bunu da yapabiliriz sana." deyip elindeki kataloğu bana uzattı. Gözlerimi pörtlederek ona bakmadım. Tabii ki saçımı tamamen kırmızıya boyatacak değildim.
"Ayrıca Meliş ne?" deyip gözlerimi devirdim. Yavrum,kuzum, kuşum anlardım da Meliş bayağı garip çıkıyordu. Aslında kulağa farklı gelse de hoştu sanki.
"Ne var bence çok güzel. Meliş, meliş. Hem çok hoş sesleniyor. İsmin çok uzun olduğu için bence kısaltmak gerek." deyip omzunu silkti. Bu halleri çok komikti. Başıma sallayıp, güldüm.
"Hem bir kere ismim sadece altı harf seninki ise beş, farkı ne acaba?" diyerek ona meydan okuyucu gülümsememi sundum. Başını katalogdan kaldırıp, beyaz dişlerini göstererek gülümseyip "Ama tatlım, seninki sanki 1on altı harf gibi. Söyleyince üşeniyorum ne yapayım?" diyerek kahkaha attı. Gerçekten zor bir insandı. Onun kahkahasına karşılık ben de kahkaha attım. Salondaki kadınlar bize deliymişiz gibi bakıyorlardı. Kendimiz bile neye güldüyümüzü bilmiyorduk. Ama gülüyorduk işte. Galiba ikimizde deliydik, fakat bunu umursuyor gibi de değildik.
"Ay! Bence çok güzel olacak Meliş!" direk ellerini çırpmaya başladı. Sadece saçlarımın altını boyatmıştım. Bu kadar heyecanlı olması beni mutlu ediyordu. Ben bile merak ediyorum nasıl olacak diye. Bize yaklaşan kadınla bakışlarımı ona doğru çevirdim."Evet hanımlar, hazır mıyız?"dedi ve Yalız ile kafamıza sarılı havluları çözmeye başladı. Onları havluları açmaya başladığında Yalız'a yaklaşıp, kulağına fısıldadım,
"Bu kadar heyecanlanma eminim seninki daha güzel olacaktır." dediğimde heyecandan parlayan gözlerine gözlerime dikti. Küçük şeylere bile heyecanlanan birisi olarak bu hali bile sakindi aslında. Ne kadar da hoştu değil mi, küçük şeylerle mutlu olması.
Kafamızdan açılan havlular ile kadın bize gülümseyerek baktı. Bakışlarımı karşımdaki aynaya çevirdiğimde gerçekten çok şaşırmıştım. Saçlarımın arkasında mavi tutamlar beni gerçekten mutlu etmişti. Sanki bana özgürlüğümü kılmak için cesaret veriyorlardı. Kendimi daha da güçlü hissediyordum. Yan tarafımdan gelen çığlıkla başımı hemen o tarafa çevirdim.
"Hayır, bana aynada gördüğüm saçların bana ait olduklarını söylemeyin! Lütfen!"diyerek oturduğu yerden sertçe kalktı. Gülmemek için yanaklarımın içini dişliyordum. Kırmızı saçlı ve siyah kaşlı Yalız gerçekten de fazla komikti.
"Yalız, tatlım bir sakin olur musun? Bence gayet güzel olmuşsun. Hem dediğin gibi kırmızı sana çok yakışıyor." diyerek kahkahalarımı dışarıya saldım. Çatmış olduğu kaşları yavaşça gevşerken o da benimle birlikte gülmeye başladı. Bu halimiz salondaki kadınları bile gülümsetmeye yetmişti. Kendimize geldiğimizde karnım gülmekten ağrıyordu. Hayatımda unutabilmeyeceğim sahnelerden biri idi. Kuaförcü kadın ,Yalız'ın saçları için bir kaç güne kırmızı boyanın bir azcık açılacağını ve daha güzel görünüme sahip olacağını söyledi. Rahatlayan bir Yalız ile eve dönerken hayatının sözünü vermiş oldu; bir daha asla saçlarını boyatmayacağına ve en kısa sürede kendi rengine dönüştüreceğine. Umarım verdiği sözü tutardı çünkü ben Yalız'ı tanıdığımdan şu güne kadar saçlarını hep boyatıyordu. Şimdi nasıl ducak diye aslında çok merak ediyordum. İkimizde kuaförden çıkana dek birbirimizin saçlarına yorum yapmış, akabinde aklımıza gelen anı ile kahkahalarımı yaz gecesinin soğuk yollarında yankılandırmıştık.
Onu gerçekten özlemiştim. Birlikte geçirdiğimiz her anıyı özlemiştim. Şu an sahip olduğum tek varlıktı o benim. Onunla aramıza mesafeler girse bile, onu sevmediğim anlamına gelmiyordu. Aldığım her kararda yanımda olmuş ve beni desteklemişti aynı şekilde ben de onun yanındaydım fakat şimdi ona sırtımı çeviremezdim. Benim ona ihtiyacım olduğu kadar onun da bana vardı.
Saatin bir az ilerlemesi ile saçlarımı kurutup, üzerime siyah pantolon ve ona uyum sağlamak için siyah bluz giydim. Saçlarımı gelişi güzel olan ev topuzu yapıp, ayakkabılarımı ayağıma geçirdim. Annemin odasında olduğunu düşündüğüm için onu rahatsız etmeden kapıyı kendi anahtarlarım ile dışarıdan kilitledim. Aylarca görmediğim için heyecanlansam da artık ayaklarım beni kafeye getirmişti. Yol boyu bir kaç defa geri dönmek istesem de bunu yapamadım. Onun bana ihtiyacı olduğunu hissediyorum. Bu defaki mesajında her harfinde hüznün kokusunu duyabiliyordum.
Kafenin girişine ayak baştığımda kan çanağına dönmüş gözlerle karşılaştım. Ne olmuştu kardeşime? Neden böyle solgun ve kopuk bakıyordu hareleri. Saçlarını yanda toplamış, üzerine sıradan bir tişört geçirmiş, pantolonu ise kırışmıştı. Yüzü ise...göz altları morarmış, dudakları çatlamış kiprikleri ise ağlamaktan birbirine yapışmıştı. Beni gördüğü an koşarak boynuma sarıldı. Her zaman böyleydi. Bir günde 2-3 defa görse bile her sarılışında sanki yıllardır görmüyormuş gibi sarmalardı. Kollarımı kaldırıp sarılışına karşılık vermek istesem bile bunu yapamıyordum. Boynumu daha sıkarak hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladı. Şu an ona doğru kalkan kollarımı engellemedim. Dedim ya onun bana ihtiyacı vardı, tıpkı benim gibi.
"Seni çok özledim." Ne kadar bende demek istesem bile sustum. Neyi bekliyordum ki? Bu kadar içten ağlaması beni yaralıyordu. Ne olmuştu? O hiç bir zaman küçük şeylere ağlamazdı, soğuk kanlı ve biraz temkinliydi. Şimdi ise bu mahvolmuş hali beni bitirmeye yetmişti. Kollarını boynumda çekerek, başını göğsüme yasladı. Elimi yavaşça kaldırıp sırtını sıvazlamaya başladım. Onu yaralayan neydi hiç bilmiyordum fakat suskunluğumu koruyarak, olanları bir bir anlatmasını bekledim. Biliyordum eğer onun üzerine solar yağdırırsam, daha fena olacaktı. Üzerine yüklenen mesuliyetin altında bir harabeye dönüşecekti. Kulaklarımda çınlanan kısık sesiyle önce Yalız'ın dünyası ardından da, benim dünyam başıma yıkılmıştı.
"O, öldü"
***