3. Bölüm / ÜNİVERSİTE

800 Words
Esma, 19. yaşındayken o senenin yaz başında üniversite sınavına girdi. Çok çalışmıştı, çok istemişti, çok yorulmuştu. Uzun bir süredir kazandığı okuldan, bölümden, doktorluktan başka hiçbir şey düşünememişti. Bir ay gibi bir zaman sonra sonuçlar açıklandı. İstediği bölüme puanı yetiyordu ama istediği şehir için yetmiyordu. Bir müddet üzüldükten sonra önemli olanın doktor olmak olduğuna karar verdi. Nerede okuyacağı önemli değildi sonuçta. En önemli olan şey onun ileride doktor olmasıydı. Hem dershanesiz, kurssuz ve kimsesiz hazırlanmıştı o. Bu kadarına bile şükretmeliydi belki. Erzurum Atatürk Üniversitesi Tıp Fakültesi’ne yerleşti. Gözleri eskisi gibi hüzünlü, cansız değildi. Artık mutluydu. Işıl ışıl, cam gibi parlıyordu göz bebekleri bundan sonraki hayatını her düşündüğünde. Ailesi gidecek olmasına sevindi. Yani en azından evden uzaklaşacak hayallerindeki gibi bir hayat yaşayacaklardı. Okul bitince de dönmez zaten diye düşündükleri için sevinçleri 10 katına çıkıyordu. Babası şehir otogarına götürdü kızını. Uzun bir yolculuğun ardından yurdun önüne gidene kadar ailesinin olmamasını garipsememişti. Ancak yurdun önünde herkesin ailesiyle geldiğini görünce yine “hayat 1ben sıfır yine” diye geçirdi içinden. Esma yine her zaman olduğu gibi üniversitede de her şeyi kendisi yaşayarak öğrenecekti. İlk ve en zor gecesi sabah olduğunda yurttaki oda arkadaşlarından bir tanesi annesini aramıştı. İstemsiz kulak misafiri oldu. Hayır hayır aslında gayet isteyerek dinledi onları. Bu yaşta bir genç kız annesiyle nasıl konuşuyor ne söylüyor bilmek istiyordu. “Merak etme anne iyiyim uyuyabildim şimdi okula gideceğim” gibi bir şeyler söyledi sarı saçlı oda arkadaşı. Gözlerinin dolduğunu hissetti ki koşarak kendini banyoya attı. İlk günden kimsenin onun ağladığını görmesini, zayıf bir karakter zannedilmesini hiç istemezdi. Onu kimse aramamıştı buna ağladı önce. Geldi mi, vardı mı, okulu, yurdu bulabildi mi kimse merak etmemişti. İnsan komşunun çocuğunu bile merak ederdi ama onu hiç kimse merak etmemişti. Kimsesizliğine ağladı. Çaresizliğine ağladı. Orada ne kadar süre ağladı bilmiyordu ama kendine bir söz verip çıktı banyodan. “Dünyadaki annesiz tek insan sen değilsin kendine gel ne mızmızlandın be.” diye yine kendi düştüğü yerden kendi kaldırdı kendini. Sonra; “Bundan sonra ağlamayacaksın, yasak” dedi kalbine söz geçirmeyi ümit ederek. Oda arkadaşları da onu çok beğenmiş, tatlı birer kıskançlıklar yaşamışlardı. Ama Esma sevdi diğer üç kızı. Samimi ve sıcak kanlı buldu. Belki evinde sevginin kırıntısını görmediği için ufacık bir gülümsemeyi bile sevgi kırıntısı zannediyordu. Oda arkadaşlarına sıcak, samimi, sevecen davrandı. Bu durum onun için de bir ilkti. Kendi topraklarında sert, katı, kuralcı olmalıydı yoksa çok daha fazla ezilirdi ama burada onu ezecek bir üvey annesi, kardeşleri ve babası, dahası tanıdığı hiç kimse yoktu. Somurtmaktan, sert bakmaktan o da yorulmuştu yıllardır. Burada gülümseyince fark etti yorulduğunu. Arkadaşlarından ikisi onun gibi tıp öğrencisi diğer biri diş hekimliği öğrencisiydi. Aynı sınıfta olduğu arkadaşları ile çıktı ve derse gitti. Böylece yeni hayatının ilk günü başlamış oldu. O hazırdı. En kötüsü ile sınanmıştı şimdiye kadar en nihayetinde. Yani en azından o zamanlar öyle düşünüyordu. Sınıf kalabalıktı. Sınıftaki çoğu kişi üst sınıflardandı. Herkes yeni gelenlere akıl veriyor girecekleri dersin en zor ders olduğunu ve geçmenin neredeyse imkansız olduğundan yakınıyordu. “Burası lise mi? “Hoca bana taktı” hala devam mı ediyor mu ya?” diye içinden düşünüp gülümsedi. Tam o alaycı bir tavırla gülümserken uzun boylu, esmer, kapak fotoğraflarından fırlamış bir oğlan omuzuna çarpıp arkalara doğru ilerledi. Esma, kimsenin dış görünüşünden etkilenecek biri değildi. Yani en azından şimdiye kadar öyle olmamıştı ama o çocukta farklı bir şey sezdi. Kimse gibi lakayt konuşmamış, tanımadığı insanlara gülümsememişti. Ağır başlıydı ve kalbi buna ufak bir takılmıştı. Büyük görünüyordu zaten. Kim bilir kaçıncı sınıftı da ama hala birinci sınıf dersini verememişti. Zeki ya da çalışkan biri değil o zaman diye geçirdi içindeki dedikoduda. Zeki olmaması da aramızda olabilecekleri başlamadan bitirdi diye düşünürken utandı. Sanki çocuk ona sevdiğini söylemişti. Tavşan dağa aşık olmuş diye içinden geçirirken yine gülümsedi. O sırada çocuğun ayağa kalktığını gördü silüet halinde. Onun olduğu tarafa doğru geldiğini fark etti yüzü kızarmıştı kesin. “Çok güzel gülüyor olman insanlara gözlerini dikip gülebileceğin anlamına gelmiyor farkındasın umarım” dedi bir çırpıda. Güzel mi gülüyordu? Ona mı bakıyordu? Bir dakika bir dakika güzel gülüyorsun mu dedi ya o? Cümleyi kafasında toparlayıp anlayamadı ki cevap verebilsin. “Ba..baa.. bana mı diyorsunuz?” diyebildi kekeleyerek. Bu sefer çocuk gülümsüyordu. “Gözlerini diktin bakıyorsun. Hadi beğendi herhalde dedik bakmana laf söylemedik ama alaycı alaycı gülüyorsun bir de yüzüme.” dedi açıklama bekliyor gibiydi. Yakışıklı dalyan gibi çocuğa neden alaycı bir tavırla gülünürdü ki? “Beğenmişim mi dedi? Ben mi beğendim? Ben ona alaycı mı gülümsedim? Ben içimdeki dedikoduları ona bakıp gülerken mi yapıyormuşum?” diye yine içinden düşünürken dünyası bir gitti geldi resmen ani bir elektrik kesintisi gibi. Tam o esnada sert mi sert duruşlu, iri yarı bir adam girdi içeriye. O da Esma gibi ya hiç gülümsemiyor ya da çok az gülümsüyordu. Öyle diyordu yüz çizgileri. “Merhabalar arkadaşlar” dedi sert kalın bir ses tonu. “Bunu konuşacağız” dedi yakışıklı çocuk ve kendi sırasına doğru ilerledi.
Free reading for new users
Scan code to download app
Facebookexpand_more
  • author-avatar
    Writer
  • chap_listContents
  • likeADD