Rengârenk balonlarla süslenmiş oyun alanına bakarken çocuk olmayı ne çok istediğini fark etti Ömür. Hiç düşünmeden anı yaşamayı, gökyüzüne korkmadan bakabilmeyi istedi. Tek derdi uçurtma uçurmak olsaydı keşke. Çocukluk nedir onu da bilmiyordu ki Ömür... Çocuk olmuş muydu sahi? Küçücük yaşında ‘anne’ olmanın ağır sorumluluğunu üstlenmişti. Baba sevgisi tatmadan, annesinin yaralı gururunun gölgesinde atmıştı ilk adımlarını. Sevilmişti belki de ama hiç hissedememişti babasının şefkatini.
“Al bakalım pamuk şekerini. Bu Gönül'ün bu da senin.”
Ömür, hocasına teşekkür ederek uzattığı pamuk şekerini aldı. Geldiklerinden beri etkinliğin sahibi olmasına rağmen hiç yalnız bırakmamıştı onları. Yerin bir lunapark olması gerçekten çok güzeldi. Çocukların neşesi fark edilmeyecek gibi değildi. Gönül'ün sevincini gördükçe iyi ki geldik demekten alıkoyamıyordu kendini. İnsanlar gelmeye başladıkça Gönül kalabalıktan biraz rahatsız olmuş ve imdadına Umut yetişmişti. Önce ördeklerle dolu havuzla sonra da pamuk şekerle dikkatini başka yöne çekmişti. Lunapark bir sürü engelli çocukla doluydu. Kimi fiziksel, kimi ruhsal. Çoğu Down Sendromlu olsa da Otistiklerde bulunuyordu. Saldırgan hareketlerinden fark etmişti Ömür. Yürüyemeyenler, göremeyenler, işitemeyenler hepsi kendi aralarında oynamaya çalışıyor, kendilerini ziyaret eden insanlara neşe saçıyorlardı. Her birinin yüzüne baktı Ömür. Umutsuzluk izini göremedi çoğunda. Hayatla barışmayı başarmış olanlardı gördükleri. Yarına ışık olacak sevda çiçekleriydi karşısında bir tebessümü bekleyen masumlar…
“Yanlarına gitmek ister misin?”
Ömür, gitmek istese de gidemeyeceğini bildiğinden başını iki yana salladı. Gönül'ü onların yanına götüremeyeceği için gitmeyi düşünmüyordu.
“Git hadi. Gönül'e ben bakarım.” Dediğinde Umut, bir an kararsız kalsa da başını salladı. Onlarla konuşmayı çok istiyordu. Ama önce Gönül'e sorması gerekiyordu.
“Ablacım ben bir yere gidip geleceğim. Ben gelene kadar Umut Hoca’mın yanında kalmak ister misin?”
“Olur. Hemen gel ama.”
“Tamam nefesim. Hemen dönerim.”
Umut 'a teşekkür ederek yanlarından ayrıldı. Hangi taraftan gideceğine karar veremedi bir süre. Sonra adımlarını Otistik rahatsızlığı bulunan çocukların olduğu bölüme doğru attı. Gözüne kestirdiği küçük bir oğlan çocuğuna yaklaştı ve önünde eğildi.
“Merhaba küçük adam.”
Çocuğun burnunu kendine yaklaştırmasıyla bir adım geri çekildi. Ne yaptığını anlamaya çalıştığı anda, çocuğun annesi olduğunu düşündüğü bir kadın yaklaştı yanına.
“Koku alma duyusu çok keskindir. Herkesi koklar böyle.”
Ömür anladım dercesine başını salladı. Gülümseyerek tekrar yaklaştı küçük çocuğa. “Beğendin mi kokumu?” diye sordu, çocuğun saçlarını okşarken.
“Evet, beğendim.”
“Benim adım Ömür. Senin adın ne?”
“Ahmet.”
“Sen çok güzel bir çocuksun biliyorsun değil mi?” Diye sordu hafifçe tebessüm ederek. Öylesine masum bakıyordu ki… Onunda tıpkı Gönül gibi bir hastalığı olduğu düşüncesi saçma geliyordu. Küçücüktü daha. Okula gidecek yaşta bile değildi. Kendisine neler olduğunu bile anlayamayacak bir yaştaydı. Normal bir okula gidemeyeceğini, arkadaşları olmayacağını söylemiş midir acaba annesi? Dolan gözlerini kapattı bir süre. Ağlamamalıydı.
Ömür, yanağına bırakılan öpücüğü hissettiğinde açtı gözlerini. Kalbini parçalara ayıran bir neşeyle bakıyordu küçük çocuk. Hep öyle olmasını diledi. Hep böyle mutlu olmalıydı… Umutlu olmalı. Hastalıkların, acıların olmadığı bir dünyada yaşasalardı ne olurdu sanki? İsyan etmiyordu ama keşke demeden de yapamıyordu. Küçüğün eli, hemen yanında duran rengârenk güllerle dolu sepete uzanmıştı. Sepette biraz oyalandıktan sonra beyaz bir gül seçip uzattı Ömür'e.
“Bu bana mı?” diye sordu, kendisine uzatılan güle bakarken.
“Evet. Sakla olur mu?”
“Tabi ki saklarım.” Dedi, küçük çocuğun sevinciyle mutlu olup. Aslında öyle kolaydı ki insanları mutlu etmek. Küçücük bir tebessüm bile yetiyordu bazen. Kimselerin anlayamayacağı bir şekilde eksik hissederken kendini, yanıldığını bu küçüklere baktığında anlayabiliyordu. Eksiklik diye bir şey yoktu. Engel denilen şey, insanın kalbi olmadığı müddetçe mutluluğa engel değildi. Kalp engelli ise yapılabilecek bir şey kalmıyordu ne yazık ki…
“Söz mü?”
“Ömür ablan verdiği sözleri tutar.”
Arkasında duyduğu tanıdık ses, şaşkınlığa uğratırken kendisini, ayağa kalkıp yüzünü Özgür'e çevirdi. Onun da buraya geleceğini tahmin etmeliydi. Engellilerle yakından ilgilenen biri böyle bir güne gelmezlik etmezdi tabi.
“Seni görmeyi bekliyordum. Yanılmadım.”
Özgür'ün kurduğu cümleden nasıl bir anlam çıkarmalıydı bilemiyordu.
“Sizi göreceğimi hiç düşünmemiştim.” Dedi adama biraz daha yaklaşarak. Kendilerine doğru yaklaşan kalabalığın gürültülü sesi birbirlerini duymalarını zorlaştırıyordu.
“Seni şaşırttığıma sevindim.”
Adamın gülümsemesini ilk defa yakından inceleme fırsatı buluyordu Ömür. Aralarındaki kısacık mesafe yüzünün tüm hatlarını gözleri önüne seriyordu. Hafif çıkan kirli sakalları ve üzerindeki kot gömlekle farklı bir görüntüsü vardı. Yeşilleri ben buradayım dercesine parlıyor, kendini belli ediyordu. Çenesinde küçük bir gamze çekti dikkatini. Gülüşünü tamamlıyordu sanki.
Özgür'ün yüzünü incelemeye daldığını, küçük adamın ellerini bacaklarında hissettiğinde fark etti. Bakışlarını doktordan çekip, kendisine bakan çocuğa çevirdi.
“Sana çiçek versem anneme götürür müsün?”
Ömür, çocuğun arkasında duran kadına baktı hemen. Annesi değil miydi? Az önce annesi olduğunu sanmıştı. Yanıldığını kadının üzgün bakışlarından anladı.
“Tabi götürürüm. Nerede annen?”
“Denizde.”
“Denizde mi?” diye sordu, şaşırarak.
“Evet, deniz almış annemi bir daha da vermemiş. Bu çiçekleri denize götür belki anneme verir. Hem belki annemi de görürsün orada.”
Ağlamayacaktı. Hayır, şu an, özellikle küçük çocuğun önünde ağlamayacaktı. Ağlayamazdı... Annesi ölen binlerce çocuktan biriydi sadece. Tıpkı kendisi gibi. Annesi yanında olmayanlar sorgusuz sualsiz sevilmeyi bilmezlerdi. Sonsuz şefkati, saf sevgiyi hissetmezlerdi. Bu yüzdendi umutsuzluğun gölgesinde büyümesinin sebebi.
“Götürürüm sen merak etme tamam mı? Anneni görürsem onu çok sevdiğini de söylerim.”
“Çok özlediğimi de söyle.”
Yanan gözlerini kapattı akmasın yaşlar diye. İçine akıttı irini, yüreğini kanattı. Kimsesizliğini kattı acısına, sevgisizliğine yandı bir kez daha. Ardından şükrünü getirdi diline. Şükretti her haline. Gönül vardı... Nefesi, canı, kanı... O olmadan kimsesizdi, yarımdı.
“İyi misin?”
Özgür'ün hüzün dolu bakışlarını görmek istemediğinden genç adama bakmadı. Bakışlarını çevresinde dolaştırarak dikkatini dağıtmaya çalıştı. Ağlama isteğini bu şekilde bastırabilirdi ancak.
“İyi misin Ömür?”
Kaçamayacağını anlayınca, gözlerini adama çevirdi. Beklediği gibi hüzünlü değildi bakışları. Evet, biraz burukluk vardı ama hüzünlü değildi. Daha çok endişe vardı gözbebeklerinde.
“İyiyim. Benim Gönül'ün yanına gitmem lazım.” Dedi adamın yanından gitmek için bir nedeni olduğuna sevinerek. Tüm çaresizliğini, tüm acısını görmüş olsa da yenilerini eklemek istemiyordu Ömür. Özelini elinden geldiği kadarıyla gizlemek istiyor, hissettiklerini bir tek kendine saklamak istiyordu. Kimse bilmemeliydi düşüncelerini. Niye bilmeleri gerekiyordu ki zaten? Bu adamda sadece işini yapsa olmaz mıydı?
“Çiçekleri almayacak mısın?”
Küçük bir masanın üzerinde duran çiçeklere baktı Ömür. Alıp almamak arasında kalsa da verdiği sözden dönemeyeceğini biliyordu. Elini sepete uzatıp aldı. Sarı güllerin ağırlıklı olduğu sepet, hüznü taşıyordu sanki. Öyle ağırlaşmıştı.
Özgür'e hiçbir şey söylemeden, arkasını dönerek uzaklaştı. İçinde gitgide büyüyen acıyı söküp atamıyordu. Anne özlemiydi belki de hissettiği. Ya da anne sevgisi görmediğindendi bilmiyordu. Sancılı bir çocukluk döneminden kendisine kalan üzerinde taşıdığı bu olgunluktu. Gözü yaşlı bir kadından, pervasız, uslanmaz bir adamdan aldığı yaralar yaratmıştı bugününü. Yarında geçmişinin gölgesini istemiyordu. Annesini daima özlemle anacak olsa da, ona olan kırgınlığını görmezden gelemiyordu.
Hocasının yanına yaklaştığında, Gönül'ü yanında göremedi. Nerede olduğunu anlamaya çalışır gibi bakındı etrafına. Yoktu. Korku yayılırken vücuduna, Umut'un yanına geldi hemen. Sinirle açılmış gözlerini dikti adama.
“Gönül nerede?”
“Orada. Dönme dolaba bindi.”
Başını yukarı kaldırıp kardeşini gördüğünde az önce hissettiği korku dağıldı yavaş yavaş. Gönül'ü kaybettiğini düşünmek kısacık bir an da olsa Ömür'ü tüketmeye yetmişti. Dizlerinin boşalması an meselesiydi. Tutunacak bir yer bulduğunda tüm gücüyle yaslandı. Üzerindeki sorumluluklar tüm gücünü çekip almıştı sanki. Daha fazla orada kalacak gücü bulamadı kendinde. Kalabalığın gürültülü sesini kaldıramıyordu.
“Biz artık gidelim.” Dedi, Umut'un kendisini izlediğini fark ettiğinde. Neyse ki biraz daha iyiydi.
“Biraz daha kalın. Sonra ben bırakırım sizi.”
“Hiç gerek yok hocam. Zahmet olmasın size. Hem biraz işlerim de var.” Dedi, ısrar etmesinden rahatsız olarak.
“Peki. Pazartesi görüşürüz o zaman.”
“Görüşürüz.” Diyerek ayrıldı hocasının yanından. Dönme dolapların olduğu alana geldiğinde, durmasını bekledi bir süre. Kardeşinin eğlendiği attığı kahkahalardan belli oluyordu. İçindeki tüm karamsarlık, Gönül'ün bir gülüşüyle dağılmıştı. Bir nefesti Gönül… Nefesi yerine koymuştu onu. Nefesim demişti, nefessiz yaşayamayacağını bildiğinden. Hayattı o, hayatıydı…
Gönül'ü alıp eve geldiğinden beri çiçeklerle ne yapacağını düşünüyordu. Mezarı olsaydı en azından toprağına götürebilirdi. Verdiği söz vicdanını zorluyordu. İş bulamadığı gibi, elindeki de tükenmek üzereyken, aklını başka şeylerle meşgul ediyordu. Ne yaparsa yapsın o küçük çocuğun bakışlarını silemiyordu hafızasından.
Önceliği kardeşi olduğundan daha sonra düşünmek üzere kaldırdı sepeti. İş bulmalıydı her şeyden önce. Gönül'ün ilaçları için ayırdığı paraya dokunmak istemese de çalışacak bir iş bulamazsa onlarla idare edebilirlerdi ancak.
Gelirken marketten aldığı gazeteyi aldı eline. İş ilanlarının olduğu sayfayı açtı. Kendisine uygun işlere bakındı bir süre. Part-time alan bir yer yok denecek kadar azdı. Olanlar da hiç bilmediği sektörlerdi. Mesleğine uygun bir iş yapmak istese de okulun koyduğu yasaklar elini kolunu bağlıyordu. En azından enstrüman çalabileceği bir yer bulabilseydi okuldan yazılı izin belgesi alabilirdi bir ihtimal. Yemek yapmayı sevse de aşçı olarak bir yere girebileceğini sanmıyordu. Çalışacak bir yer bulamazsa ne yapardı bundan sonra hiç bilmiyordu. Böyle devam edemezdi. Okul çalışmasında en büyük engeldi. Bırakabilir miydi tek hayalini? Bir ömür uzak durabilir miydi notalardan? Yaşamak için insan her şeyden vazgeçebiliyormuş diye düşündü bir zaman sonra. Hayallerinden, sevdiklerinden... Yaşam kavgası varmış her şeyden önce. Bunu anlayalı çok olsa da ağırlığını yeni yeni hissediyordu.
Yatağına uzanıp tavana dikti gözlerini. Rahatsız bir uykuya yatacağının bilincinde, huzursuzca kıpırdandı. Yatamayacağını anlayınca kalktı yataktan. Pencereyi açıp gökyüzünü izledi bir süre. Sayısız yıldıza baktı. Baktığı sonsuzluktu aslında. Sonsuzluğun ardında bir yıldızın kaydığını görünce yumdu gözlerini. Bir dokunuş diledi hayatına. Acılarını, yaralarını saracak bir merhem... Yaşamını iyileştirecek bir esinti diledi tüm kalbiyle.
**
Ömür, odadan hiç çıkmayan kardeşinin yanına gitmek için oturduğu sedirden kalktı. Başka zaman evde olduğunda yanından ayrılmazdı. Kriz mi geçiriyor acaba diye düşünse de seslerin gelmeyişi bu ihtimali çürüttü. Kapıyı çalıp odaya girdiğinde, Gönül'ü ağlarken buldu. Ne olduğunu sormaya korkuyordu. Dili varmıyordu artık. Duyacaklarının korkusuydu belki de böyle hissetmesinin sebebi. Ama biliyordu ki şimdi korku zamanı değildi.
Kardeşine yaklaşıp yanına oturdu. Onu kendisine bakmaya zorladı. Kızarmış gözlerini gördüğünde içinin oyulduğunu hissetti. Sanki bir bıçak saplanmıştı ciğerlerine. Nefesini kesiyordu geçen saniyeler.
“Ne oldu? Niye ağlıyorsun?” Diye sordu konuşacak gücü kendinde bulabildiğinde.
“Dışarı çıkmak istemiyorum. Kimse beni görsün istemiyorum.”
Gönül'ün sesi içini parçalayacak derecede titrerken, ağlamamak için sıktı kendini Ömür. Gönül'ün önünde asla ağlamayacaktı.
“Neden?” Diye sordu. Neden istemiyordu küçüğü? Neden böyle davranıyordu?
“Bana deli diyorlar. Her gördükleri yerde alay ediyorlar. Bana deli demelerini istemiyorum abla. Ne olur hiç dışarı çıkarma beni.”
Düğüm düğüm olmuş boğazını açmak için yutkundu önce. Mahalledeki diğer çocukların böyle düşüncesizce davranışlarıymış meğer küçüğünün ağlama sebebi. Nasıl söyleyebilmişlerdi o lafları? Nasıl kurabilmişlerdi nefesinin içini yakan o cümleleri? Bakmaya kıyamadığı kardeşini nasıl böylesine üzebilmişlerdi?
“Sen deli değilsin… Sen sadece hastasın ve iyileşeceksin. Söz veriyorum iyileşeceksin nefesim.”
Gönül'ün konuşmak istemediğini, yatağına uzanmasından anlamıştı Ömür. Odadan sessizce çıkarken kapı çaldı. Kimin geldiğini biliyordu. Arayıp haber vermişti Özgür. Belki de ilk defa bu kadar çok istemişti gelmesini. Gönül'ü bir tek o bu saçma düşüncelerden kurtarabilirdi biliyordu.
Özgür'ü eve alıp kapıyı kapattıktan sonra karşılıklı koltuklara oturdular.
“Ne oldu?”
Hiçbir şey söylememesine rağmen nasıl anlamıştı bu adam? Sadece bir bakıştan anlar mıydı insan bir başkasının derdini? Bir bakış yeter miydi kalplere köprü olmaya? Peki ya hissettirdikleri? Bir insan gelişiyle bile mutlu edebilir miydi bir başkasını? ‘yabancı’ sıfatını taşırken üzerinde, bu kadar tanıdık olabilir miydi?
“Gönül'e deli demiş mahalleden birkaç çocuk. Bir daha dışarı çıkmam diyor. İş bulamadım çaresizim zaten bir de bu çıktı. Çok üzüyor kendini. Ne yapacağımı hiç bilmiyorum.”
“Onun yanına gidebilir miyim?”
“Tabi.”
Özgür'e odayı gösterdikten sonra kapıyı açıp kenara çekildi. İlk Özgür girdi odaya. Bir süre yanlarına gitmek istemedi. Yalnız bırakmalıydı. Yalnız kalmaları Gönül için daha iyiydi. Aslında terapilerde bile yalnız olması gerekiyordu ama Özgür'e göre bu yanlıştı. Varlığını, sevgisini hissetmesi, iyileşmesi için gereken gücü verirmiş. Sevgi tek ilaçtı ona göre. Sevgisizlikten bu haldeydi belki de Gönül. Sevgisizliğindendi ruhunun hastalığı…
Mutfağa geçip ocağa çay koydu. Tüpün bitmek üzere olduğunu anlayınca dolabın üstündeki küçük piknik tüpünü çıkardı. Bu tüp bir süre idare ederdi onları. Çaydanlığı tüpe koyduktan sonra mutfaktan çıktı. Önce salona geçip bir süre orada durdu. Daha fazla duramayacağını anlayınca odaya girip kendi yatağının üzerine oturdu. Kardeşinin biraz da olsa kendine geldiğini, yüzünün gülmesinden anladı. Özgür'ün nasıl böylesine şifalı olabiliyordu sözleri bilmiyordu. İnsanın üzerinde inanılmaz bir etki bırakıyordu. Bakışları bile yetiyordu insanın içini titretmeye.
“Şemsettin ve Mevlana’nın hikâyesini biliyor musun? Şems Arapçada Güneş demek. Asıl adı Şemsettin. Yani dinin güneşi. Tebriz'li olduğu için Şems-i Tebrizi adı verilmiş. Çok büyük İslam âlimlerinden olmasının yanında, Mevlana'nın aydınlığı olmuş. Manevi yönden pişirmiş, olgunluğa eriştirmiş. Şu an okuduğumuz mesnevilerde onun meyvesi.”
“Ama buradaki kitapta Şemsettin'in Mevlana'yı sürekli sınadığı yazıyor.”
“Evet. Bu şekilde olgunluğa erişmiş zaten. Bir gün Şems Mevlana'ya diyor ki; bana meyhaneden bir testi şarap getir. Mevlana şaşırıyor tabi. Allah'a yakın bir insanın ne işi olur şarapla diye düşünüyor. Vazgeçirmeye çalışıyor Şems'i. Ama Şems bu hiç dinler mi? Ya getirirsin ya giderim diyor. Mevlana o kadar bağlıymış ki Şems'e gitmesinden korkarak isteğini yerine getireceğini söylüyor. Gece getireyim bari diyor. Kimse görmesin meyhaneye gittiğimi, âlimken hakir olmayayım. Ama kabul etmiyor Şems. Gündüz vakti cemaate görünerek alıp geleceksin diyor. Mecbur kabul ediyor Mevlana. Utana sıkıla gidip alıp geliyor bir testi şarabı. Görenler durur mu yayıyorlar herkese. Koskoca Mevlana şarap taşıyor diye ahlanıp vahlanıyorlar. Kimi yazık diyor, kimi yakışmadı. Küçücük taşlar kaya olup çıkıyor önüne. Evine gidene kadar ömründen ömür gidiyor. Sonunda eve geldiğinde testiyi Şems'in önüne bırakıp diyor ki; rezil olsam da yuhlansam da sana istediğin şarabı getirdim. Söyle bu yaptığının hikmeti nedir? Şems gülüyor Mevlana'nın bu haline. Önüne bırakılan şarabı alıp döküyor. İçmek istediğinden istememişti o şarabı. İçmeyeceğini Mevlana'da biliyordu. Mevlana'ya dönüp diyor ki; senden gündüz vakti şarap getirmeni istedim çünkü seni ancak o vakitte görebilirlerdi. Şarap isteme sebebim ise, seni başkalarının düşünce ağından kurtarmaktı. Başkaları ne düşünür, ne söyler diye düşünüp duracaktın hep. Hakikatin görünen gibi olmadığını bilmez insanlar. Konuşup konuşup dururlar. Tıpkı seni de olmadığın bir şeyle suçladıkları gibi.”
Ömür, daha fazla şaşıramam dediği her an çok daha fazla şaşırıyordu. Söyledikleri öylesine kazınıyordu ki insanın aklına, inanmamak, yok saymak mümkün değildi. Doğrudan değil de dolaylı yoldan anlatmıştı deli olmadığını. İnsanların boş konuştuklarını. Belki normal bir şekilde sen deli değilsin dese inanmazdı ama bu şekilde kardeşinin tüm korkularının geçtiğini biliyordu. Kurak topraklara can veren adama baktı Ömür. Hayat oldu yeşilleri, Ömür'ün kalbinde. Bir kez daha minnetle dolup taştı yüreği...
Özgür'ün ayağa kalkmasıyla, Ömür'de kalktı oturduğu yerden. Kapıya doğru ilerliyorlardı ki, Özgür durarak arkasını döndü.
“Sana getirdiğim kitapları oku tamam mı? Soru sorarım bak.”
“Tamam okuyacağım.”
Odadan çıktıklarında, Ömür mutfağa koştu hemen. Tüpe koyduğu çayı tamamen unutmuştu. Çaydanlığın içinde kaynamaktan su kalmamıştı. Çıkan buharları eliyle uzaklaştırıp musluğa tuttu. Yanan çaydanlığı soğuk suyla yıkadıktan sonra tezgâhın üzerine bırakıp odaya geri dönerek kapının yanındaki koltuğa oturdu.
“Teşekkür ederim.” Dedi az önce olanları kastederek. “Kardeşim için yaptıklarınızı ne yapsam ödeyemem.”
“Bu benim işim. Elimden gelen her şeyi yaparım.”
Ömür, tekrar teşekkür etmek için ağzını açmıştı ki, adamın gözlerine baktığında bunu yapmaması gerektiğini anlayarak sustu.
“İş bulamadığını söyledin. Ne yapmayı düşünüyorsun?”
“Bilmiyorum. Okulum olduğu için çoğu iş yeri kabul etmiyor.”
“Konservatuar okuyorsun. Neden mesleğine uygun bir iş seçmiyorsun?”
“Okul bitene kadar müzikle ilgili bir işte çalışmam yasak. Bende yapabileceğim işlere bakıyorum.” Diyerek durumunu açıkladı Ömür.
“Sana bir iş teklifi yapsam ne dersin?” Dediğinde adam, Ömür ne diyeceğini bilemeden öylece baktı. Ne işinden bahsediyordu?
“9 yaşında bir yeğenim var. Piyano çalmayı çok istiyor. Ona hocalık yapmanı istiyorum. Kabul eder misin?”
Ömür, şaşkınlığını üzerinden atmayı başaramıyordu. Hiç beklemiyordu böyle bir şeyi. Yapabilir miydi ki? Kafası karışmıştı.
“Ben bilmiyorum.” Dedi doğruca. Ne yapacağını bilemediği gibi, adamın da neden böyle bir şey yaptığını da merak ediyordu. Çok daha iyi hocalar tutmak varken neden kendisini seçmişti? Acıdığı için mi?
“Neden seni seçtiğimi düşünüyorsun büyük ihtimalle. Şöyle söyleyeyim size yardımcı olmak için bu teklifi yaptığım doğru ama sırf sizin için yeğenimi ortaya atmam. Zaten birini bulacaktım. Bu işi yapabileceğine inancım tam olduğu için bu teklifi yaptım.”
“Bazı şartlarınız vardır mutlaka. Neler yapmam gerekiyor?” Diye sordu.
“Ders saatlerinle çatışmayacak bir program hazırlayalım sana. Evimde, günde 3 saatlik bir çalışma olacak. Çarşamba günleri ve hafta sonları tatil günün. Ne diyorsun kabul edecek misin?”
Nasıl kabul etmezdi ki… Mumla arasa bulamayacağı bu fırsatı nasıl tepebilirdi? Güven konusunda da sorunu yoktu. Şansının döndüğüne her geçen gün daha fazla inanırken, umut olan bu adama bir kez daha borçlandı. Melek diye tabir edeceği bu adam, en güzel şansı olmuştu.
“Kabul ediyorum.” Dedi heyecanını sesine yansıtmamaya çalışarak. Sevdiği hatta âşık olduğu işi yapacak olma düşüncesi kalbini kanatlandırıyordu. İçinde uçan binlerce kelebeğin kanat çırpışlarını duyabiliyordu.
“Her ders saatin 100 lira olacak. Günde 300 lira. 4 gün çalıştığına göre haftada 1200 lira oluyor. Yeterli mi?”
Ömür, miktarı duyunca neye uğradığını şaşırdı. Dalga mı geçiyordu bu adam? 1200 lira. Aylık da değil haftalık. Bir de yeterli mi diye soruyor kesin alay ediyor diye düşünse de Özgür'ün tavrının netliği kafasını karıştırıyordu.
“Çok… Çok fazla bu.”
“Değil Ömür. Başkasını tutsam emin ol söylediğim miktarı az bulurdu.”
“Yarısını da kabul ederdim ben.”
“Biliyorum. Ama ne yazık ki söylediğim miktarın ne aşağısını veririm ne de yukarısını. Olanla yetinmelisin.”
Ömür, adamın son sözlerine gülerken, mutlu olmanın artık daha kolay olduğunu biliyordu. Yüreğinde hissettiği belirsiz duyguların yoğunluğu her geçen gün artarken yapabildiği tek şey anlamaya çalışmaktı. Bir de şu heyecanının sebebini çözebilse…
“Yarın başlıyorsun o zaman. Boş saatlerini bana bildirirsin bende ona göre ablamla konuşur sana haber veririm.”
“Tamam.”
“Ben kalkayım artık. Yarın görüşürüz.”
Özgür'e bahçe kapısına kadar eşlik ettikten sonra arabasına binip uzaklaşmasını izledi. Havanın soğuk olmasını önemsemeden durdu kapının yanında. Şu an kapıyı kapatıp eve girmesi gerekirken orada öylece durup gidişini izliyordu. Yokluğu nasıl hemen belli etmişti kendini? Daha yeni gitmiş olmasına rağmen nasıl olur da hemen gelmesini isteyebilirdi? Neler oluyordu böyle? Hissettiği bu duygu... Korktu Ömür. Düşünmeye bile korktu. Olmazdı. Aşk değildi hissettiği. Aşk olamazdı hayatında. Bir yabancıya teslim edemezdi yüreğini. Enkaza dönmüş kalbini daha fazla hırpalamak mıydı istediği? Sevemezdi... Kardeşinden başka hiç kimseyi sevemezdi. Ne olmuştu kendisine verdiği sözlere? Ya hain kalbi? Nasıl hiç hissettirmeden kapılıp gitmişti? Annesinden de mi hiç ders almamıştı? Onun her ağlayışında yanında değil miydi? Aşka inancını o zamanlar kaybetmişken, neden kazımıştı adamın adını yüreğine? Hissettiği bu mutluluk yalancı baharken, güzü mü bekleyecekti her bir gününde? Hayır. Yapamazdı, sevemezdi... Yabancıydı o…Kalbinin tanıması önemli değildi. Doktor olmasının dışında hakkında ne biliyordu ki? Belki evliydi adam. Belki evde bekleyen bir karısı, bir çocuğu vardı. Nasıl bu kadar düşüncesiz olabilmişti?
“Ooo kimler varmış burada. Aşığının yolunu mu gözlüyorsun?”
Ömür, kapının hemen yanında duran adama tiksintiyle baktı. Akşam akşam yine bir rezalet çıkmasın diye arkasını dönerek eve doğru yürümeye başladı. Bu pisliğin etrafında olmasından rahatsız olsa da yapabileceği hiçbir şey yoktu. Annesinin hatırına bir şey de yapamıyordu.
“Nereye bakalım? Kaçmak yok hemen.”
Kolundan tutulup çekildiğinde neye uğradığını şaşırdı. Çığlık atmak için ağzını açtığı sırada adamın eli ağzını kapatmıştı. Korku tüm bedenine yayılırken, hissettiği keskin acıyla inledi. Adamın güçlü kolları sıklaşırken, nefes almakta güçlük çekiyordu. Tüm gücüyle çırpınmaya başladığı sırada duyulan araba sesi ve ardından Özgür'ün yumruğu kurtarıcısı olmuştu genç kızın. İkinci defa kurtarmıştı hayatını. Hissettiği korkunun yerini rahatlamaya bırakmasıyla gözyaşlarını akıttı. Deli gibi korkmasına rağmen ağlamamışken şimdi neden ağladığını kendisi de bilmiyordu.
Adamın sarhoş olması kolaylıkla yere serilmesine sebep olmuştu. Özgür'ün adamın üzerinden kalkıp yanına gelmesiyle, ıslak gözlerini adamın yeşillerine çevirdi. O an yapmak istediği tek şeyi yaptı. Belki pişman olacaktı bunu yaptığı için ama pişmanlığına değeceğini biliyordu. Sığınabildiği tek kişiye sığındı Ömür. Kollarını adamın boynuna dolayıp, başını omzuna yasladı. Kokusu burnuna dolduğunda kapattı gözlerini. Yabancı değildi bu adam. Bahar'ı getirecek olandı... Kollarında olduğu adamı tanımak istedi tüm kalbiyle. Ve yer edinmek istedi ruhunda, bir ömür…
“Söylesene bahar bize de gelir mi bir gün?” Bahara yüklemişti Ömür tüm umudunu. Yarına bahar demişti çiçek açsın, güneş olup ısıtsın, aşk olup hep sevilsin diye…
“Bahar sensin... İlk’i yaşarken sende, son'unda takılı kalır insan. Bahar olur adın, sonu olan sonsuzlukta. Sonbahar'la döksen de yapraklarını İlkbahar'da açacak tüm renklerin. Bahar olacak adın, güz'den sonra…”