1.BÖLÜM
1. BÖLÜM
Üniversitenin hazırlamış olduğu tanışma pikniğine gitmek gibi büyük ve gereksiz bir aptallık yaptığım için kendimi bir süre affetmeyi kesinlikle düşünmüyordum. Yürüyerek şehir merkezine dönmeye karar verdiğimde, içimde büyük bir heyecan ve merakla yollara düşmüştüm.
Bilmiyorum, siz bilir misiniz ama Giresun’un Görele ilçesinde köyler şehir merkezine yürüyerek ulaşılabilecek kadar yakın mesafededir. Hatta bir sürü üniversiteli genç, bu doğa harikası köyleri görmek için hiç ücret ödemeden, sadece yürüyerek keyifli bir şekilde gezebilir. Yeşilin ve mavinin buluştuğu, birbirine karıştığı güzel noktalardan biridir Görele. Henüz benim de buraya geleli sadece bir ay olmuştu ve insanların sıcakkanlılığına, samimiyetine hemen ısınmış olmam da bunun etkisi olabilir. Küçük, kendine özgü, tatlı bir ilçeydi burası.
Neyse, ben Manasur Yaylası’ndan yürüyerek okula gidiyordum, hem de kendime saydırarak, bir yandan da nefes nefese kalıyordum. Sınıfta tanıştığım tek arkadaşım, aslında arkadaşım da sayılmaz, tek konuştuğum, hatta okulun ilk günü kavga ettiğim çocuk beni pikniğe davet etmişti. Ben de aptal gibi ona uyup, belki sosyalleşebilirim diye o davete gelmiştim.
Aslında çok asosyal biri değildim ama çok sevgili abim, “Üniversiteye erken gidilmez” deyip beni iki hafta geç göndermişti. Ben de ilk üç gün sabah derslere uyanamadığım için o haftayı kendime alışma haftası yapıp, ilçe içinde bol bol gezdim. Diğer hafta başlayabildim okula, ama okulda herkes kendi arkadaş grubunu çoktan belirlemişti, ben ise ortada sap gibi kalmıştım.
Sınıfa ilk girdiğimde, çok fark edilmemiş olmamın mutluluğuyla, en arkada, cam önüne geçip kafamı koyduğum gibi uyumaya başlamıştım. Ta ki biri omzumdan tutup beni itene kadar. “Orası benim yerim” diyordu. Uykulu gözlerle saçlarımı geriye itip bakmaya çalıştım ama tam seçemiyordum.
“Çocuk musun, git başka bir yere otur” dedim ve geri uykuma döndüm. Ama çocuk başımdan gitmedi, tekrar omzumu dürttü. Oflayarak baktım, “Ne istiyorsun?” dedim bu sefer sinirle, gözlerimi açıp onun gözlerine bakarak. Fena sayılmazdı, az tipi vardı ama bir kıza nasıl davranacağını bilmeyen bir hödüktü. “Orası benim yerim!” Tam ağzımı açıp bir şey söyleyecekken, hoca içeri girdi. Goz kırpıp, pis pis sırıttım ve oturdum yerime.
Sonrasında da bir daha konuşmadık, sadece yer savaşı yapıp, kim önde gelirse en arkaya oturup diğerine pis pis bakmaktan başka. En son işte dün yanıma geldi, “Yarın pikniğe gel” dedi ve çekip gitti. Gitmezdim de aslında ama belki arkadaşım olur, biriyle tanışırım diye kabul ettim işte. Umut fakirin ekmeği hesabı.
Bugün ise serviste yine en sona oturup beklerken uyuya kalmışım, sabah erken saate piknik koydukları için. Pek sevgili arkadaş bozuntusu da yanıma oturmuş, kafamı omzuna dayamış, yanına da sınıftan kankisi dediği kızı oturtmuş. İkimizde omzunda uyur gibi foto çekip okul gazetesine atmış. Üstüne de “Exler yarışıyor” diye yazmışlar.
Hayır, anlamadığım benim IQ 115 çıkıp bu pislik mahlukatın yaptığını nasıl anlayamamış olmam. Zaten pek de faydasını görmedim bu zekanın. Nasıl böyle çıktı onu da bilmiyorum. Bir matematik sorusu sorsan boş boş bakarım. Öyle bir şeyden anladığım da yok, şu anda gördüğünüz gibi.. Ama potansiyelim varmış, ortaya çıkacakmış, inanıyorum bir gün başarabilirim.
Bildirim tabii ki bana da geldiğinde, sinirden adeta kriz geçirecek gibi olmuştum. Ama o pis mahlukattan hıncımı sonra alacaktım. "Ex"miş... Gerizekalı! diyerek terk ettim orayı, sonucu da tabanlara kuvvet.
Yol ama... ah o yol! Gerçekten çok güzeldi. İnsan yürüdükçe yorulacağına daha bir canlanıyordu sanki. Hatta öyle ki, ciğerlerimi oksijenle dolduruyor, içimde bir ferahlık bırakıyordu. Bir yanımda şırıl şırıl akan minik bir dere, diğer yanımda yemyeşil bir köy manzarası... Gözümde o anda rakamlar belirmeye başladı: okula 7 dakika, okuldan yurda 4 dakika, toplamda 11 dakika. Resmen beynim kendi kendine "yurttasın" bildirimi gibi çalışıyordu.
Ama hayret edilecek bir durumdu bu da... Bu kadar gereksiz bilgi gözümün önüne şıp diye geliyordu da, hayatım için asıl önemli olanları beynim nasıl arka plana atıyordu, hâlâ çözebilmiş değilim. Neyse, kendime içimden saydırmayı bitirip doğanın tadını çıkararak yürümeye devam ettim.
Derken, ileride bir köşe dönüşünden bir kadın belirdi. Sırtına bağladığı koca çalı demetleriyle iyice öne eğilmişti. Yükü belki de biraz hafifletmek için öyle yürüyordu. Ayağında lastik ayakkabı, başında yeşil çiçekli yemeni... Tam bir Karadeniz kadınıydı. Gerçi Giresunlular Trabzonlular gibi konuşmaz tam olarak ama kendi şiveleri de az değil, epey güldürüyor insanı."
Adımlarımı biraz hızlandırıp teyzeye yaklaştım.
"Teyze, yardım edeyim mi sana?" dedim gülümseyerek.
Teyze bir durdu, şöyle bir süzdü beni baştan aşağı. Belli ki pek beğenmemişti.
"Sen taşıyamazsun yavrum... Ne yorgun edeyrum seni !" dedi hafifçe başını sallayarak.
Ben ısrarla,
"Olsun teyze, yarısını bana ver. Taşırım ben," deyip çalıların bir kısmını sırtından almaya çalıştım. Ama kadını yerinden sarsmaktan başka pek bir şey yapamadım.
Teyze yine şöyle bir baktı bana, bu sefer gözleri biraz yumuşamıştı.
"Bana bak hele, kimsun sen bacım? Yaban degilsen, yardım sever çıktun da!" dedi kaşlarını hafifçe kaldırarak.
Gülümsedim.
"Ben üniversite öğrencisiyim teyze. Piknikten çıkıp okula gidiyorum da," dedim.
"Hee tamam kızum... Al bakayum şunlari," dedi ve beklediğim gibi sadece bir kısmını değil, elinde avucunda ne varsa bütün çalıları kendi sırtından çözüp benim sırtıma yükledi!
Gülsem mi, ağlasam mı bilemedim. Dengesiz bir şekilde yürümeye çalışırken sordum:
"Teyze, adın ne senin?"
"Eminedur kızum, Emine. Giresunlu Emine Teyzen olurum ben!" dedi göğsünü gere gere.
"Ben de Doğa," dedim nefes nefese. Yürümeye çalışıyor ama pertim çıkmıştı resmen.
"Teyze, bu çok zor ya... Sen bunu nasıl taşıyorsun her gün?" diye sordum hayretle.
"Az kaldu zaten, gel hele şöyle... Tuttur kolumu, yardim edeyrum sana ha!" dedi ve koluma girdi. Gerçekten de bana destek olmaya çalışıyordu ama ben zaten destekle bile yürüyemeyecek durumdaydım.
Birlikte tökezleyerek ama gülerek yürümeye devam ettik. Emine Teyze’nin sıcakkanlılığı, şivesi, gücü... Hepsi bir an olsun yaşadığım saçmalıkları unutturdu bana. Bir yandan sırtımdaki çalılarla boğuşuyor, bir yandan da içimde hafif bir tebessümle hayatın küçük sürprizlerine gülümsüyordum.
Emine Teyze’nin evine geldiğimizde, bahçe içinde iki katlı, sevimli mi sevimli bir ev karşıladı bizi. Beyaz badanalı duvarları, yeşil boyalı panjurları vardı. Bahçede meyve ağaçları gözüme çarptı, sanki her köşesinden başka bir hayat fışkırıyordu. Emine Teyze de öyle çok yaşlı değildi aslında. En fazla kırk beş yaşındadır diye geçirdim içimden. Rakamlar gözümün önüne hücum ederken kafamı hafifçe iki yana sallayıp kendimi toparladım ve yeniden ona odaklandım.
Bahçe kapısını açıp içeri girerken, evin alt katında asılı kocaman bir “Kiralık” yazısı gözüme çarptı. Ama yazı epey solmuştu, demek ki uzun süredir biri gelip gitmemiş, ev de boş kalmıştı. Sırtımdaki çalıları çözdükten sonra bahçede duran ahşap masa ve sandalyeye kendimi öyle bir bıraktım ki, bedenim mi oturdu ruhum mu bilmiyorum.
“Of Emine Teyze, sen bu kadar şeyi nasıl taşıyorsun ya?” deyip güldüm yorgunluktan.
O da bana dönüp gülümsedi:
“Ha bu ne ki, biz daha nelerini taşıydık kızum! Allah sağlık versun, gidekce taşıruzuk işte…” deyip elini omzuma koydu, sonra da eliyle yukarıyı işaret ederek,
“Sen otur hele, ben şimdi geliyrum ha!” dedi ve merdivenlerden yukarı çıktı.
Git dese de zaten kalkacak hâlim yoktu. Nefes nefeseydim. Derin bir soluk aldım, gözlerimi kapatıp şöyle bir dinlendim. Azıcık toparlandığımda, Emine Teyze elinde bir sürahiyle çıkageldi. İçinde köpüklü ayran vardı. Yanına iki de bardak almıştı.
“İç kızum, iyi gelur ,” dedi ve bardaklardan birini doldurup bana uzattı.
“Teşekkür ederim,” deyip bir yudum aldım.
“Hmm… Çok güzel bunun tadı!” dedim keyifle.
“Bizum inekler edeyi da güzeldir tabi, ne sandun!” diye kendi ineklerini övdü, gülümsedim. Gerçekten hem tatlı hem de komik bir kadındı.
“Ee Emine Teyze, tek mi kalıyon sen burada? Çoluğun çocuğun yok mu?” diye sordum bir süre sonra.
“Var yavrum, olmaz mi… Bir anam var, yatalak... Yukarda yatiyo zavallım. Kocam oldi toprak… Bi de canlari sağ olsun, iki evladum var,” dedi hafifçe iç çekerek.
“İyi, iyi... Nerede peki çocukların?”
“Okuldalar yavrum. Senun gibi, okumaya gittiler. Biri Ordu’da, biri İstanbul’da... Arada gelurler, ama burda değiller işte,” dedi, bakışlarını uzaklara dikip.
Başımı salladım anlayışla. Ayranımı yudumlamaya devam ettim. O sırada gözüm yine o solmuş kiralık yazısına takıldı. Fark etmiş olacak ki iç çekerek konuştu:
“Üç senedir burayi kiraya verecem de, gelen giden olmadi hiç. Kimse bakmadi bile evceğizime...”
“Niye ki?” diye sordum, merakla.
“Eee kızum, köyde evlenenin zaten evi var. Şehirdekiler de koye ne gelsun? Kocam öldükten sonra çocuklar dedu: 'Ana, burayi kiraya ver, sana da ses olur, boş durmasun'... Ama nerede? Koyluk yerde kim neylesun bu evi? Gelen öğretmen de lojmana yerleşey... Ha işte böyle.”
Başını hafifçe eğdi, gözlerinde biraz hüzün vardı.
“Hmm, hayırlısı olsun Emine Teyze... Artık kısmet, ne diyelim,” dedim ve yavaşça ayağa kalktım. Elini öptüm, helallik istedim.
“Helal olsun kızum...”
Kapıya yönelirken arkamdan seslendi:
“Ha Doğa, kızum... Arada bidaha gel emi!”
Gülümsedim, ona dönüp el salladım:
“Tamam, gelirim!” dedim ve tabana kuvvet, yeniden yola koyuldum.