Aslı, hala o küçük kızı izlerken kız bir hata yaptı ve sevimlice gülümseyip elinin birini zincirden çekti ve salladı. Bu sallanan salıncak için doğru bir hareket değildi. Dengesi kaybolduğu an yere düştü. Aslı anında ayağa fırladı. Dudakları büzülen kıza ulaştığında onu kollarından tutup kaldırdı. Gözleri dolmuş küçük kızla “Geçti tamam. Çok acıdı mı dizin?” diye sorup saçlarını okşadı. Dizini gösterin küçük “Dizim acıdı.” derken iç çekiyordu.
Masum ve saf halleri Aslı da şefkat dağının gürüldemesine neden oldu. Eğilip kızı kucakladı. Oturduğu banka oturtup dizine baktı. Üzerindeki fuşya rengi elbise hafif berelenmiş yarayı fark etti. Eliyle silip öptü. Sakin bir tonla “Bak geçti. Annen buralar da mı? Onu bulmamı ister misin?” derken hafif kızarmış mavilere bakıyordu.
“Annem melek oldu. O yok ama babamla geldim. Bana sen sallan geliyorum demişti.”
“Hımm o zaman babanı bulalım.”
“Abla, ben susadım.”
Aslı kızın masum isteği ile “O zaman sen burada otur ben sana su alıp geleyim. Hem belki o zamana kadar baban da gelir.” der demez ayaklandı. İçi garipti ama sıcacık olmuştu. Parkın hemen karşısındaki büfeye giderken yoldan geçen arabaların durmasını beklemişti. Suyu alıp geri döndüğünde kız yoktu. Sağa sola bakındı ama göremedi. Parkın diğer tarafına geçtiğinde de onu göremedi. Elindeki su şişesine bakarken bir an başına bir şeyler geldiği düşündü ama sonrasında babasının gelip onu aldığını umarak parktan çıktı. Motoruna bindiğinde atölyeye geçti. Küçük kızın sevimli yüzü, canı acıdığı için büzülen dudağını, dolmuş mavilerini ve saçlarının buğday başakları gibi sarı oluşunu ara ara düşündü.
Dudaklarında onu hatırladıkça tebessüm etti. İşte hayat tam da böyleydi. Küçük bir çocuğun masumiyetinde saklıydı unutulmuş tebessümler ve de kalpteki saflık.
Akşama kadar birkaç kez dükkanın kapısına kadar gelen ama asla içeri girmeyen Harun’u göz ucuyla gördü. Semih sessizce ona yardım ederken bakışlarını kaçırmaya çalışıyordu. Sanki bakarsa öğrendiği şeyi onun da öğrenmesi daha hızlı olacaktı. Tutup nasıl diyecekti ki “Abla ben Yavuz abiyi gördüm. Geri dönmüş” diye.
Semih o kadar düşündü ki elindeki zımba tabancasını üç kez peş peşe düşürünce testereyi kapayan Aslı yanına gelip tabancayı masaya bıraktı. Ardından kolundan tuttuğu delikanlıyı karşısına oturttu ve gidip çay ocağından iki çay alarak geldi. Birini önüne bırakıp diğerini elinde tuttu.
Kapanma saatine kadar gözlemlediği çırağını şimdi sorguya çekebilirdi.
“Anlat koçum.”
“Neyi abla?”
“Sabahtan beri yüzünün atmış rengini, buna sebep olanı ve dalgınlığını. Ha bir de unutmadan benden gözlerini kaçırışını.”
Yine aynı şey oldu. Gözlerini kaçıran adam yutkundu. Bu sertti çünkü Aslı duymuştu.
“Abla ben nasıl diyeyim ki şimdi?”
Çayından bir yudum alan kız “Tek seferde söyle. Yara bandını bir anda çeker gibi.” derken yeşillerini ona dikmişti. Semih bu kez korka korka bakışlarını abla dediği kıza kaldırdı ve bombayı kendi kucağından onun kucağına bıraktı.
“Ben bugün ölçü almadan gelirken meydanın orda Yavuz abiyi gördüm. Galiba geri dönmüş.”
Aslı o an bir yudum daha çay alacaktı ama bardak kaldırdığı yerde öylece durdu. Doğru duyup duymadığından emin değildi. Yutkundu. Dudaklarını diliyle ıslatırken eli usulca aşağıya indi.
“Ne dedin sen?”
“Abla valla bu saate kadar desem mi demesem mi diye çok düşündüm ama eve gitmeden önce benden duyman daha iyi çünkü şok olmanı istemiyorum.”
Bardağı avucunda sıktığının farkında değildi.
“Semih. Az önce söylediklerini tekrar et.”
“Abla.”
“Tekrar et dedim koçum.”
Semih el mahkum tekrar etti.
“Ölçü almadan dönerken meydanın orada Yavuz abiyi gördüm abla.”
Aslı bardağı azıcık daha sıktı.
“Tekrar et.”
Semih korkmaya başlamıştı. Sesine yansıyan o korku ile “Abla” dedi ama Aslı bağırdı.
“Tekrar et.”
“Meydan da Yavuz abiyi gördüm.”
Aslı, gözlerini kapadı. Göz kapaklarında beliren görüntü ona yıllar önce yatak odasında öylesine bakıp dışarı çıkan adamın görüntüsüydü. Dişlerini sıktı. Aynı anda elini de sıktı ve bardak daha fazla bu kuvvete dayanamadı ve kırıldı.
Semih hemen ayaklandı. Gözlerini açmış avucunda kırılan bardağa bakan kız buz gibiydi. Hem öfkenin ateşi ile yanıyor hem de duyuları donmuş gibi hissediyordu. Avucunu açan adam kırıkları almaya çalışırken “Ah be ablam ne yaptın? Dur bakayım kırık kalmış mı? Of çok da kanıyor.” dese de Aslı onu duymuyordu.
Onunla ilgilenen adamın elini kendinden elinden çekti ve avucu kanarken kalktı. Cebinden mendil çıkarıp öylesine sarmadan önce gidip yıkadı. Sarana kadar yine kanamıştı. Beyaz mendil de kızıllık uğursuz bir lekeydi. Dükkandan çıktığında ne motorun anahtarını almıştı ne de üzerini değiştirmişti.
O sırada dükkanın önüne bir araba yanaştı. Şoför koltuğundan inen adam öylece duran kıza şaşkınlıkla baktı.
“Aslı, abim hayır olsun ne bu halin?”
Bu kişi Yavuz’un arkadaşlarından Emre’ydi. Aslı'yı tıpkı Çetin gibi bir abi edasıyla korur kollardı. Yavuz'a kızgın olmasının sebeplerinden biri de kızın çektiklerine yakinen şahitti.
Aslı ona bakıp “Emre abi bana arabanı ödünç verir misin?” dediğinde kaşlarını kaldıran adam bir ona bir de arkasında dikilen Semih’e baktı.
“Vereyim de ne oldu bacım sıkıntı mı var?” dese de genç kız çoktan yanına kadar gelmiş kenara çekilmesiyle şoför koltuğuna oturmuştu. Kapıyı kapatıp kontağı çevirirken Semih “Abi verme arabayı Yavuz abinin geldiğini öğrendi. Bir delilik yapacak.” demesini duymuyordu bile. Emre ise gözlerini büyütüp “Ne diyorsun sen Semih? Yavuz mu gelmiş?” dese de gazı kökleyen Aslı çoktan yanlarından uzaklaşmıştı.
Elini alnına vuran adam “Hasiktir. Şimdi desene Hopa dönecek kıyamet alanına.” derken Semih hemen kızın içerideki askılıktan motorun anahtarını aldı ve dükkanın kapısını kapayıp motora koştu.
Emre “Oğlum sen nereye?” dediğinde “Abi çok sinirli. Allah göstermesin kaza falan yapar diye korkuyorum. Eve kadar peşine düşeyim” demesiyle hak verdi. Arabası zerre umurunda değildi. Mühim olan kızın kazasız belasız eve ulaşmasıydı.
Aslı, arayı baya bir açmış eve doğru hızla sürüyordu. Şehir merkezinden yarım saatlik uzaklıkta köy içinde tepede bir yerdeydi evleri ve akşam ezanı köyün giriş tabelasını geçerken okunmuştu. Hava kararmak için aceleci davranıyordu.
Semih 50 cc lik motorla hızlı giden arabaya yetişemese de çabalıyordu. Değil dua etmek resmen hatim indirmişti. Dakikalar geçerken karanlıkla birlikte dik yolu tek bir solukta çıkıp evin önündeki büyük bahçeye arabayla girip keskin bir frenle durdu. Daha ileride büyük siyah bir cip duruyordu. İstanbul plakası hemen göze çarpıyordu. Gelmişti. Gelmişti gelmesine de Aslı o gelirse ne olacağını hiç düşünmemişti. Belki de şu an aklındaki milyon tane senaryodan bir tanesi bile esamesini bırakmadan uçup gitmişti.
Vereceği tepkileri bile az çok tahmin etmişti de şimdi neden bu arabanın içinde kanayan eline, içindeki fırtınaya ve ruhundaki acıya rağmen oturuyordu? İçeri girip etrafı ateşe verip Yavuz’u da o ateşin ortasında neden bırakmıyordu?
Öylece arabaya baktı. O büyük araç getirmişti onu. O büyük araç bir kıyameti taşımıştı ona göre. Kaç dakika öylece durdu bilmiyordu. Evin büyük pencerelerinden perdeler kıpırdıyordu. Geldiğini biliyorlardı. Kimse kapıya çıkmıyordu. Kimse ona müdahale etmiyordu. Hazır olduğunda gireceğini biliyorlardı. Peki o ne zaman hazır olacaktı?
Yeniden direksiyonu sıktı. Kesilmiş avucundan deri üzerine kan bulaşırken dişlerini biraz daha sıktı. Arkasında bir far ışığı gördüğünde aynadan baktı. Motorunu getiren Semih’e baktığında iç çekti. Merak edip peşinden geldiğini fark etmemişti bile ve şimdi tam olarak ne yapmasını gerektiği konusunda karar vermeye çalışıyordu.
Büyük büyük iki soluğu peş peşe içine çekip geri bıraktığında indi. Kot tulumu ve siyah iş tişörtü, saçlarının ucundaki küçük talaş parçaları ve içindeki yangınla kapıyı açıp indi. Semih hemen yanına gelmiş “Abla” demişti ama o dönüp bakmadı. İstikamet evdi.
Kapıya geldiğinde eli daha zile uzanmadan Ayşe kapıyı açıverdi. Gözlerinde korku vardı. Dehşet ve aynı zamanda üzüntü.
“Yenge.”
Aslı tek kelime bile etmedi. Girip ayakkabısını çıkardı. Terliğini ayağına geçirip salona doğru yürürken mutfaktan çıkan küçük bir bedenle olduğu yerde durdu. Bugün içinde parkta yardım ettiği kız çocuğuydu. Elindeki elma dilimi ile kız da durduğunda sevimlice gülümsedi.
“Aaa parktaki abla.”
Ayşe, resmen beti benzi atmış şekilde duruyordu. Aslı, küçük kıza bakarken ne demesi gerektiğini bilemedi. Yanındaki genç kızsa sertçe yutkunup hemen ileri atıldı ve “Hadi gel canım sana odamda boya kalemleri ile resim kağıtlarını göstereyim.” diyerek kızı kucağına aldığı gibi uzaklaştı. Onlar merdivenlerde kaybolurken Aslı, salon kapısında dikilen Çetin ile bakışlarındaki soruları ona yöneltti.
“Hoş geldin bacım.”
“Bu da ne demek oluyor?”
Çetin de yutkundu. Öfkeliydi belli ki çünkü boynundaki damarlar çıkmıştı. Dudakları aralandı ama bir şey diyemedi. O an Aslı düşünmemesi gereken şeyleri düşünmeye başladı. Yavuz gelmişti. Bunu öğrenmişti ama o küçük kızın burada ne işi vardı diye beyni sorgularken kalbi cevapladı.
“Onun kızı.”
Sol yanındaki yangın biraz daha harlandı. Kızıl ve mavi alevler damarlarında dolanıp duruyordu kan yerine ve yakıyordu.
Çetin'i geçip salona girdiğinde herkes oturuyordu. O hariç. Sırtını salonun ortasındaki yuvarlak etrafı çini işlemeleriyle çevrelenmiş kirişe yaslamış kollarını göğsünde kavuşturmuştu. Kısa süreli ona değen bakışlarından sonra diğerlerine baktı.
Hilmi babası da sinirliydi. Asiye reis gözlerini kızdan saklıyordu. Hayriye anne ise ağlıyordu ama sessizdi. Öylece dikildiğini anladığında adım atmaya zorladı bacaklarını ki bu çok zordu. Az önce fark ettiği detayla yeşilleri adamın mavilerine ok gibi saplandı. Tam ortaya geldiğinde hafifçe boynunu oynattı ve kıt diye bir sesin çıkmasını sağladı. Bedeni kaskatıydı. Kemikleri kendini sıkmaktan acıyordu.
Yavuz “Aslı” dediğinde sesindeki o kalın tını kulaklarına ulaştı. Bu dudaklarında alaycı bir ifadenin belirmesine neden oldu.
“Ooo Tunalı sen buraların yolunu bilir miydin?”
Onun alaycı soru cümlesi ile Yavuz kaşlarını hafifçe çattı. Sırtını kirişten çekip daha da bir durduğunda aslında onun yapısal olarak ne kadar değiştiğini fark etti. Geçen beş yılda ikisi de büyümüştü. Ne Yavuz yirmi üç yaşında bir delikanlıydı ne de Aslı on dokuzunda genç kız.
Hilmi babası ona “Kızım iki dakika otur şöyle” dediğinde ona dönen kız kaşlarını kaldırdı.
“Neden Hilmi baba? Yoksa oğlun ve getirdiği torununuz hakkında bilgilendirme mi yapacaksınız?”
Hayriye anne “Aslı kızım bir dinle yavrum.” dese de Çetin homurdandı.
“He he dinlesin de evi oğlunla yaksın.”
Homurtusunu duyan Yavuz “Abi” dese de ona sertçe bakan adam “Kes sesini” dedi.
Asiye reis “Otur kızım. Dinle. Bize anlattıklarını sana da anlatsın.” derken yine bakışlarını kızdan saklıyordu. Aslı'nın gözleri doluyordu. Bu acıdan mı öfkeden mi hırstan mı yoksa aklına gelen ihtimallerden mi bilmiyordu. Tabi gözleri doldukça buna daha da öfke duyuyordu çünkü zayıf görünmek istemiyordu. Bu nedenle sinirine tutundu. Acıyı kendine kalkan yaptı ve tekli koltuğa oturup dik bir şekilde Yavuz’a baktı. Onun kendini incelediğini, dikkatle her bir detaya göz vurduğunu fark ettiğinde hafifçe öksürdü.
“Eee Tunalı. Anlat bakalım. Seni dinliyorum.”
Yavuz gergince soluk aldı. Yutkundu. Avuç içleri terlemişti.
“Aslı, bunu baş başa konuşsak daha iyi olacak sanki.”
Dudak büküp kaşlarını şaşkın ve hayret dolu bir şekilde kaldıran kız dudaklarını yaladı ve gözlerini kaçırmadan başladı konuşmaya çünkü çatlamak üzereydi. İçinde topladığı zehir onu tüketmeye başlamıştı.
“Neden? Daha önce benle baş başa konuşmadan gayet de güzel kararlar alıp uyguladın. Şimdi niye baş başa konuşmamız gerekiyor ki. Üstelik bu olayın içinde sadece biz değil tüm Hopa varken.”
Hayriye “Kızım” dese de onu susturan Çetin oldu.
“Karışma anne.”
Yavuz “Aslı lütfen” dese de yine alaycı bir tebessümle karşılık aldı.
“Haa unutmadan baba olmuşsun gözün aydın. Kızın çok güzel çok tatlı ama bir daha parkta oynarken onu yalnız bırakma. Sonra düşüp canı yanabiliyor.”
Kaşları çatılan Yavuz oldu. Kızı bugün parkı görünce tutturmuş onu parkta oynatırken beş dakika kadar telefonla konuşması gerektiği için biraz uzaklaşmıştı. O sıra kızı düşmüş bankta oturur halde bulunca şaşırmış ona bakmış ve kucaklayıp arabaya koyduğu gibi buraya eve getirmişti.
“Sen, nasıl?”
Aslı güldü. Gülüşünde acı vardı.
“Oradaydım Tunalı. Kızın önümde düştü. Ona yardım ettim. Seni görmemiştim ama demin görünce parçaları birleştirdim.”
“O sen miydin?”
Kızı ona bir ablanın yardım ettiğini su almaya gittiğini söylemişti ama bekleme şansları olmamış parktan ayrılmışlardı.
“Bendim. Neyse konu dağılmasın sen bir şeyler anlatacaktın. Dinliyorum seni söyle bakalım nedenlerini nasıllarını niçinlerini.”
Hemen karşısında olan kirişin biraz ötesinde kalan koltuğa oturan adam ellerini önünde birleştirdi ve parmaklarını iç içe geçirip “Biz evlenmeden önce” dedi ama Aslı elini kaldırdı ve onu susturdu.
“Yoo. Bu açıklamayı önce bana değil gidip babama yapacaksın. Mezarı başında oturup anlatacaksın. O seni dinleyecek. Benden önce ona izahat vereceksin. Hasta bir adama attığın kazığın nedenlerini ölmüş bedenine anlatacak özür dileyeceksin. Benim babam sana cevap verirse, seni anlarsa kalkıp da yakana yapışıp hesap sorarsa gelip bana da anlatırsın. Şimdi, beş yıl önce gittiğin gibi gidebilirsin. Beni seni dinleme gibi bir niyetim yok.”
Yavuz tek kelime edemedi. Hayriye ise “Aslı yapma kızım. Burası onun evi nasıl git deriz.” deme gafletinde bulundu. O an genç kız bir şeyi fark etti. Yavuz onların kanıydı. Canıydı. Yanında getirdiği kız çocuğu bu ailenin bir ferdiydi. Aynı kanı taşıyorlardı. Kimse kanını bırakıp el olanı savunmazdı. El için kanına sırt dönmezdi.
Acı bir tebessümle kadına bakan kız “Haklısın Hayriye anne. Evladını benim için karşına alacak değilsin ya. Sonuçta o çocuğun ben elim. Sende haklısın.” derken kalktı. Başını anladığını belli edercesine salladı. O an Hilmi karısına sert bir tonla uyarı verirken Çetin “Anne ne diyorsun sen?” demekle kaldı. O kadar uzun boylu değildi. Dinledikleri duydukları bu olaya sanki yetersiz kalıyordu. O sonuna kadar Aslı’nın yanındaydı.
Kapıya doğru dönen kız ile Yavuz ayaklandı ve kolunu tutup “Konuşacağız” dedi. O an geri hiddetle dönen Aslı yaralı eliyle adamın yanağına sertçe tokat attı.
“Sakın, sakın bir daha bana dokunma. Sen kimsin de bana dokunuyorsun. Ne hakla konuşmayı talep ediyorsun. Hangi yüzle ne cesaretle.”
O an işte herkesin nefesi kesilmişti. Çetin bile o an fark etti elindeki kanı ve ileri atılıp “Abim eline ne oldu senin.” dedi. Kolunu Yavuz’dan kurtaran kız alev almış yeşillerle öylece bakıyordu. Kapının eşiğinde duran ve yeni geldiği belli olan Semih cevapladı adamın sorusunu.
“Yavuz abinin geldiğini öğrendiğinde elinde çay bardağı vardı. Onu kırdı.”
Diğerleri de bir şeyler söylüyordu ama Aslı hiçbir şey duymuyordu. Yavuz inatla bir eline bir kıza bakıyor az önce yediği tokadı umursamıyordu. Hak etmişti. Dibine kadar hak etmişti hem de. Tokadı da tokattan daha ağır lafları da.
“Aslı, ben özür dilerim. Böyle olmasını inan bende istemezdim.”
Gözlerini kapadığı an yanağından süzülen iki iri damla yaşın bıraktığı hisle elleri yumruk olan kız hiddetlendi.
“İstemeseydin o zaman.”
Adım adım kocasının üzerine yürüdü. Bir tokat daha attı.
“Yapmasaydın o zaman.”
Bir tokat daha.
Parmak uçlarından damlayan kan yerdeki krem rengi halının üzerinde iz bırakıyordu.
“Gitmeden anlatsaydın o zaman.”
Bir tokat daha.
Asiye reis her tokatta gözlerini kapıyor, kırışmış yanaklarından yaşlar süzülüyordu.
“Benim babam ölüm döşeğindeyken bana biraz olsun acısaydın o zaman.”
Bu defa tokat atmadı ama göğsünü yumrukladı.
“Ben acı çekerken sen keyif yapmasaydın o zaman.”
“Benim babam çirkin sözleri işitmeseydi. Benim adım Hopa da çıkmasaydı. Ben aptal durumuna düşmeseydim. Üç kuruşluk adamların diline meze olmasaydım. Sevmiyorum deseydin. İstemiyorum deseydin. Sevdiğim var deseydin o zaman. Evlenmeseydin. Zorlamalarına izin vermeseydin. Adam gibi dik dursaydın da beni değil o kadını getirseydin elinden tutup. Şimdi karşıma geçip saçma sapan bir özürle durmasaydın.”
Geri çekildi. Tüm bedeni zangır zangır titriyordu. Sesi salonun her bir köşesine siniyordu. Artık ağlıyordu.
“Anlatsaydın bana Allah’ın cezası. Anlardım lan ben seni. Sik gibi ortada bırakmasaydın da bana izah etseydin seni bu evliliğe mahkum etmezdim. Gerçekten kocam ol diye beklemezdim. Babam göçüp gidince boşanırdım senden. Sen keyfine bakarken ben bu evliliğe mahkum olmazdım. Duyuyor musun beni? Senin hiçbir özrün, nedenin, amacın benim babamın o pis lafları duyup saatler sonra ölmesini affettirmez. Yıllarca işittiğim lafların acısını geçirmez. Mal yerine konmamı unutturmaz.”
Elini sol yanına vurdu. Kot tulumu kan olurken bağırdı yeniden. Yavuz tek kelime etmiyordu. İlk defa Aslı’yı bu denli parçalanmış görüyordu ve bunu yapan kendisiydi.
“Şuram cehennem olmazdı senin sayende. Adım kusurluya çıkmazdı. Günlerce haftalarca bir kez yalan söylemediğim babama yalan söylemek zorunda kalmazdım. Bunun altında ezilmezdim. Yedi kat el bir mezarın başında bana destek olmaya çalışmazdı. Anlatıp yardım isteseydin ben seni idare ederdim. Üstüne gelmelerine engel olurdum. Gurursuz gibi bu evin içinde yaşamazdım.”
Sendeledi. Gözleri artık karşısındaki adamı zor seçiyordu. Yutkundu. Boğazındaki o köz parçası her cümlesinde daha bir harlanıyordu.
“Sen, sen benim nelere tahammül edeceğimi bile bile gittin. Onurumu gururumu hayatımı çalarak parçalayarak bir köşeye çöp gibi atarak siktir oldun ve gittin. Yavuz Tunalı, sen sana güvenen bir adamı ölüm döşeğinde hayal kırıklığına uğrattın. Ne anlatacaksın lan sen bana neyi izah edeceksin. Elinde çocuğun çıkıp geldin şimdi ama niye? Neden geldin? Gittiğin yerde kalsaydın ya. Sevdiğin kadınla çocuğunla yaşasaydın ya. Korkak gibi saklansaydın ya yine.”
Bir kez daha sendeledi. Görüşü kararmaya başlarken “Allah belanı versin” diyebildi. Yere yığılırken hem Çetin hem de Yavuz ileri atıldı. Yavuz yere çökerken kollarındaki kızın beyazlayan suratına bakarken kendi gözlerinden yaşlar süzülüyordu. Hilmi ve Hayriye ayağa kalkmış korku ile bakıyordu Aslı’ya çünkü kızın hali hal değildi.
Asiye reis ise sol yanına giren ağrı ile nefesinin kesildiğini hissetti. Aslı her bir sözünde o kadar haklıydı ki onun vicdan azabı ile kalkmaya çalıştı ama dizleri buna izin vermedi. Oturduğu koltuğun önüne yığılıp kalırken Hilmi’nin “Ana!” diye bağırışı duyduğu son şeydi.