4.Bölüm.Fotoğraf

1913 Words
Dumrul'un anlatımı.. Kendimi karanlıkta kalmış gibi hissettim. Uğruna canımı koyduğum mesleğim, verdiğim sözler, alacağım öc.. birlikte omuz omuza savaşıp gözümün önünde şehit verdiğim can dostlarım. Hepsi bir bir gözümün önünden geçti. Albay'a nasıl baktığımı bilmiyorum ama nasıl baktıysam açıklamaya devam etti. "Dumrul...görevin, devlet içine sızmış bir hain yapıyı açığa çıkarmak. Ancak bu yapılanmanın bağlantıları bu okulun içinde birinden geçiyor... veriler o kadar güzel korunuyor ki kim olduğunu saptayamadık." Rahatlayan yüzüme bakıp yılların eskittiği yüzünde hafif bir tebessüm oluştu. "Sandın ki, senin omuzlarındaki yükü hafifleteceğiz.” dedi Albay, sesi biraz daha kısılarak. Biraz da alaycı bir tavrı vardı. “Hayır Dumrul… Bu yük bence senin için daha ağır olacak. Çünkü bu yapılanmanın içindeki kişiyi bulacak, ortaya çıkaracaksın. Dışardan biriyle de olabilir.Timin diğer üyeleri de gerektiğin de sana yardım edecek.” O an boğazım düğümlendi. Sanki yıllardır üst üste yığılmış görev dosyaları, kayıplar, intikam duygusu hepsi bir anda omuzlarıma çöküyordu. Ama gözlerimin içinde yanan ateşi Albay da fark etti. “Biliyorum” dedi. “Biliyorum Dumrul… Sana bu ceza gibi geliyor. Ama değil evlat. Bugün itibariyle ik çocuk daha kayboldu. Ve genellikle yurttan gelen, kimsesiz çocukları hedef alıyorlar. Üstelik biri canlı bomba olarak kullanılıp halkın üzerine salındı." "Okulun içinde biri yada birileri her kimse? Bunu kendi için yapıyor olamaz." dedim. Sert ve kararlı bir şekilde kafasını sallayıp kalktığı koltuğuna geri oturdu. Ben ise sadece başımı eğip derin bir nefes aldım. Bu, hayatımın en zorlu görevi olacaktı. Benim evim dağlar, yatağım ise onun içindeki taşlardı. Şehirde düşman avı bana göre miydi? "Bu verilerde daha büyük bir istihbarat, çetenin başında, ülkeler arası silah sevkiyatı, iç istikrarı bozma ve hücre savaşları organize eden görünmeyen bir kişi var evlat. Bana bunu bulmanı istiyorum." "Bu kişi maşa mı diyorsunuz?" "Birini yada birilerini bulmak için önce en baştan başlanır. Çorap söküğü gibi düşün, küçük bir ip ucu koca bir delik açar unutma." Albay gözlerini dosyanın içinde gezdirdi.Son kez yüzüme bakıp ardından ayağa kalktı "Anlaşıldı mı asker.. !" Ayağa kalkarak selam verdim. "Emredersiniz albayım.. " "Diğer detayları sana vercekler, Allah yardımcın olsun." Başımla onaylayıp odadan çıktım. Gölge timi eksiksiz koridor da beni bekliyordu. İlk Ali yaklaştı yanıma. Ali bize göre daha genç, timin ve görevin en yenisiydi. “Ne dediler komutanım?” “Komutanım, ceza olsun diye hangi dağa tırmandıracak bizi Necmettin albay?” dedi Hasan. "Yok lan, yok.. bu defa kesin bacağımızdan aşağı sarkıtacak." dedi Zeki. Çeneleri bir düşsün, susun demeden susmazlardı. Sadece görev anında ciddiyeti elden bırakmaz, geri kalan zaman da beynimi sikmek için varlardı. "Salak mısın oğlum... o öyle mi denir?" diye ağzını yaya yaya konuşan Hasan'a ters bir bakış attım. " Susarsanız söyleyeceğim." dedim sinirle. "Dağ yok, sınır yok." "O ne demek komutanım? Necmettin albay bizi özel çaycısı mı yaptı yoksa?" "Zeki.. sus bi aslanım." dedi Kadir. Allah'tan aklı başında bir tane adamım vardı. "Anlatırım, önce şu tozumuzu toprağımızı temizleyelim." *** Sabahın kör vaktiydi, hava hâlâ serin, ufukta ince bir sis. Van'ın yüksek dağlarının arkasında güneş sadece ışığını yansırtıyordu. Üniformama uzun bir bakış atıp sivil ceketimin altına gizlediğim beylik tabancam. Ve düşük profilli bir sırt çantamla yavaş bir şekilde Karargahtan çıktık. Üst komutanlığın yazısı resmi belgenin kenarında duruyordu.Geçici görevlendirme öğretmen olarak. gözlerden uzak bir atama. Albay’ın planı açıktı. Bizi sahadan uzaklaştırmak. Karargahtan çıktığımda içimde hem bir rahatlama hem de derin bir huzursuzluk vardı. Albay’ın görevin ceza değil dediği cümlesi kulaklarımda çınlıyordu ama ben yine de bir cezanın gölgesinde yürür gibi hissettim. Dağların soğuğu henüz içimi ısıtmamıştı. Okula, geçici görevlendirme kağıtlarımla ve sahte kimliğimle girdiğimde içerisi beklediğimden daha düzenliydi. Koridorlar temiz, sınıflar tekdüze;,ama gözümün bir yerinde hep bir uyumsuzluk arıyordum. Sivil giysilerim öğretmen adı altında saklıydı, ama omuzlarımdaki asker duruşunu gizleyemiyordum. İlk hafta boyunca sınıf kayıtlarını, nöbet çizelgelerini ve yurt giriş-çıkış defterini didik didik ettim. Her şeyin düzgün olduğu düşünülüyordu. İmzalar, nöbet saatleri, kontrol listeleri. Ama çok düzgün olan şeyler de şüphe uyandırırdı. O kadar özenle saklanmışlardı ki, kaşınacak küçük bir ipucu bile kalmamıştı gibi. Tam da Albay’ın dediği gibi. Veriler öyle güzel korunmuştu ki kim olduğunu saptamak zor. Gölge timi hep bir adım uzağımdaydı. Ali bana radyo aracılığıyla rapor gönderiyor, Kadir ise okul çevresindeki kamera kayıtlarını tersyüz ediyordu. Bizim için en büyük avantaj, dışarıdan biri gibi davranabilmemdi. Öğretmenlik sahte ama ilgim gerçek olmalıydı. Yavaş yavaş öğretmenlerle tanıştım. Okul müdürü, birkaç branş öğretmeni, yurt müdürü, psikolojik danışman… Hepsi bildik yüzler, hepsi takip edilesi... hepsi şüpheli. Psikolojik danışmanın adı Leyla’ydı. Gülüşü azdı ama sözleri derin. Çocuklarla arasındaki bağ görünürde sağlamdı, yurt koordinatörüyle kelimeleri kısa ve mesafeliydi. İlk başta Leyla'yı masum buldum. müdürü de şüpheye yer verecek bir şekli yoktu. Diğer öğretmenler gibi. Hiç bir iz, hiç bir detay yoktu. Gölge timim hâlâ arkamdaydı. Ali sivil bir güvenlik görevlisi kimliğiyle okulun güvenliğine sızdı. Kadir BT bölümünde dış kaynaklı yazılım danışmanı rolündeydi. Zeki… Zeki hâlâ sabırsız, hâlâ fazla konuşkan ama kullanışlıydı: okul çevresinde öğrenci servis şoförü rolünde gözlemdeydi. Kadir dışarda gözümüz olmuştu. "Elimizde hiç bir şey yok komutanım." dedi Ali. Benim için tutulmuş evde toplanmıştık. Okulun çevresi bugün Hasan'dan soruluyordu. Dışardan birinin içeri müdahale etmesi mümkün müydü? Evet, mümkündü ama kimin yolu buradan geçiyordu? Görev yerimiz, şehrin elit semtlerinden birinde bulunan özel bir Anadolu lisesi.Güneşköy Fen ve Anadolu Lisesi. Giriş kapısı, üniversite kampüsü kadar genişti. Dış cephesi camla kaplı, etrafı güvenlik kameraları ve özel güvenliklerle çevriliydi. Kör noktaları saptayarak müdür onaylı bir kaç değişik dokunuş yaptım. Amacım müdürün vereceği tepkilerdi. "Belki de okulun içinden biri değil." dedi Kadir. "Bende öyle düşünmeye başladım." dedim. "Sen, baktığın anda öz geçmişini çıkartırdın komutanım. Az hamladın mı ne?" dedi Zeki. "Büyük şehir adamı bozar derlerdi de inanmazdım." dedi Kadir. Ali, ağzını açar açmaz sertçe yüzüne baktım. "Bırakın got goyu şimdi. İşimizin kolay olacağını söylemedi kimse..!" dedim. "Yaa şimdi dağda olsak, düşman belli, hedef sabit, atış serbest.. yolumuzu bulmuştuk." "Aramızda bir normal, aklı başında sen vardın. Senide benzettiler kendilerine Kadir." "Ama öyle deme komutanım, yemek konusunda burası şahane." dedi Ali. "Yok lan, orada yediğim çekirgenin bile tadı başka." Gözlerimi sert bir şekilde hepsinin üstünde tek tek dolaştırdım. "Sizinle bu iş yürümeyecek galiba. En iyisi ben merkezden adam akıllı istihbaratçı isteyeyim." diyerek sertçe ayağa kalktım. "Bir çay bile vermediniz." diye söylene söylene kendimi dışarı attım. Uzun zaman olmuş şöyle kendi kendime yürümeyeli. Üstelik sahilde yürümek benim gibi bir Karadeniz çocuğu için. Denizin kokusunu derin derin içime çektim. Ne kadar yürüdüğümü bilmeden öylece yürüdüm. Şehir olabildiğine normal göründü. Sanki her bir köşesinde hayat normal akıyor gibiydi. Daha akşamın sekizi dükkanlar hâlâ açık. Yürüdüm. Sessizce. Bir süre nereye gittiğimi düşünmedim bile. Ayakkabılarımın altındaki parke taşların sesi, bir zamanlar dağlarda ayaklarımın altında ezilen yaprakları andırıyordu. Ama şehir farklıydı. Dağlardaki sessizlik burada yoktu. Burada ses, insanlar susunca da kalıyordu. Sahilin kıyısında küçük bir kafe gözüme çarptı. Camları buğulu, neon tabelası yarım yanıyordu. “Körfez Kafesi.” Adı bu kadardı. Ne bir ekstra süsleme, ne bir marka havası. Olduğu gibiydi. Belki de bu yüzden girdim. Kapıyı açınca ince bir zil sesi çaldı. Kafede az sayıda masa vardı. Üç masa doluydu. Birinde yaşlı bir çift, diğerinde dizüstü bilgisayarına gömülmüş bir genç adam. Üçüncüsünde tek başına oturan, kahvesine sanki kırk yıllık sırdaşmış gibi bakan bir kadın. Kafenin içinde eski plaklar çalıyordu. Cızırtılı bir Müslüm Gürses şarkısı yayıldı havaya. Şaşırtıcı bir şekilde güzel geldi. Duvarlarda eski fotoğraflar vardı. Birinde asker postalı, diğerinde memleket manzarası, siyah beyaz. Çay kazanının yanında dizilmiş ikinci el kitaplar, üstüne not düşülmüş, yıpranmış. Rafın en köşesinde “Dağların Ardındaki Adamlar” isimli eski bir kitap dikkatimi çekti. Boş bir köşe masasına oturdum. Arkam duvara dönük. Alışkanlık. Genç bir erkek garson yaklaştı. Sessizdi, ama yüzünde sabırlı bir gülümseme vardı. Çocuk bir an tanıdık gelince gözlerimi kısıp yüzüne baktım. O da bana gülümseyerek konuştu. “Hocam..." Hoca mı? Doğru ben öğretmendim değil mi? Evet bu çocuğu okulda görmüştüm. "Merhaba." diyerek elimi uzattım. "Hocam hoşgeldiniz. Tanıdınız mı beni? 12/A dan Alperen." Çocuk beni gördüğüne sevinmiş gibi içten bir gülümsemesi vardı. "İsim olarak bilmiyordum Alperen. Ama tanışmış olduk. "Ne alırsınız? Size ne ikram edeyim?" Şaşırıp etrafıma bakındım. Burada mı çalışıyordu acaba? Şaşırdığımı anlamış gibi gülerek devam etti. "Ablam işletiyor hocam burayı. Bende ona yardım ediyorum arada. Elemanı olmayınca, iş yoğun olunca falan." Anladım der gibi kafamı sallayıp konuştum. “Demli bir çay getir o zaman Alperen. Ama sende ol yanında. Sohbet edecek senin gibi sıcak birine ihtiyacım var.” Aslında okul hakkında ufak bilgiler almak istesemde içimden gelmediği için işi bugünlük askıya aldım. Gülümsedi. Sahil kenarında dalgaların taşlara vuran sesi, içerideki cızırtılı müzikle karışıyordu. Gözüm dışarı kaydı. Kaldırımdan geçen bir çocuk, elinde balon, annesine yetişmeye çalışıyordu. Onları izlerken fark ettim… Ben de hâlâ bir şeylere yetişmeye çalışıyordum. Ama kime? Ne zaman? Anama kalsa şimdi hemendi ama bana kalsa ölüme kadardı. O da bir kör kurşuna yada ufak bir dalgınlıkta bastığın mayına bakardı. Kafamı toparlamak için buradaydım ama yine görev döndü dolandı vurdu alnıma. Albay'ın dediklerini düşündüm. Bu görev daha zor demişti. Haklıydı. Dağlarda düşman belliydi. Şehirde herkes gölgede. Ve o gölgede düşmanı görmeye çalışmak, bir çatışmadan daha zordu. "Buyur hocam afiyet olsun." Alperen'in sesiyle kendime gelip gülerek masaya koyduklarına baktım. İnce belli bardakta çay, çayın yanında büyük bir dilim börek vardı. Baktığım yeri anlamış gibi açıkşarken karşıma oturdu. "Ablam.. börek yapıyordu hocam. Sabah için. Bende çay sade güzel gitmez diye düşündüm." Güldüm. Gerçekten de içeriye mis gibi koku yayılmıştı. Kendimi bir an. Rize'de anamın mutfağında gibi hissettim. "Teşekkür ederim Alperen... böyle zor olmuyor mu? Sabah okul var. saat geç olacak eve gidene kadar?" "Okul buraya yakın hocam. Ablamla bazen üst katta kalırız. Bugün de biraz geç kaldık. Burada kalacağız." Alperen konuşurken öyle sıradan bir şey demişti ama o an, sıradanlık bana lüks gibi geldi. Börekten bir ısırık aldığımda Çocukluktan kalma gibi. Yoğun ama yumuşak. Tuzlu, tereyağlı, biraz da baharatlı. Peynirli börek. "Çok güzelmiş bu Alperen." dedim Gülümsedi. “Evet, ablam yaptı. Tezgahta yok ama içeride sıcak sıcak yeni çıkardı.” “Satışta değil mi?” Bizim evde dört aç daha var diyemedim çocuğa. Başını iki yana salladı. “Sadece yarın için pişirmişti ama… size bir dilim daha ayırabilirim isterseniz.” Bir dilim bizim davarların dişine bile gelmeyeceğini bildiğimden gülümsedim. “Yok, yeter bu Alperen." derken göz kırptım. Ardından mutfağa döndü. Kafede eski bir şarkı başladı yeniden. Bu defa Nilüfer’in sesi. “Selam söyler misin o deli fişek çocuklara…” Kafamı çevirdim. Duvara dayalı çerçevelere takıldı gözüm. Eski fotoğraflar. Renkleri solmuş, ama hikâyeleri orada asılı kalmış. Bir karede küçük bir kız çocuğu, bir taburenin üstüne çıkmış, annesini tutuyor. Gözleri yere değil, doğrudan kameraya bakıyor. Diğer fotoğraflarda çaydanlık, eski masa örtüleri, bir de kalabalık bir aile yemeği. Fotoğrafın birinde, arkada duran genç bir kadın gözüme takıldı. Simsiyah saçlarını topuz yapmış, başında beyaz bir bandana.Yüzü gülümsemiyor ama gözleri derin gülümser gibi. Yüzünde bir ciddiyet var. Sanki bir an için unutmuş kamerayı. Sanki başka bir şeyi düşünmüş. Tam da o an yakalanmış. O kadar sahici, o kadar dokunur bir bakış… Ayağa kalktım, çayı bitirmemiştim ama vaktim dolmuştu. Görev zihnimi çağırıyordu. Ama kalbim bir anlığına o fotoğrafa takılı kalmıştı. Tekrar tekrar bakma isteğiyle her datayını incelerken arkamdan Alperen'in sesi geldi. “Börek! Unuttunuz…hocam." Gülümseyerek döndüm. Bir peçeteye sarılmış, hâlâ sıcacık bir dilimi uzattı. Elimi cebime soktuğum anda eliyle dur işareti yaptı. “Bu seferlik bizden hocam.” Kaşlarımı kaldırdım. “Ama bir şartla, bir daha ki gelmeme bu ikramı kabul etmem." "Anlaştık hocam." Gülümsedim. İçten ama kısıtlı bir tebessüm. Eğildim, böreği aldım. Başımı eğerek teşekkür ettim. "Ailen mi?" diye sordum. Ancak bu merak bana göre değildi. Merak ettiğim sadece bu siyah saçlı, siyah gözlü kızdı. "Evet hocam... bu büyük fotoğrafdaki bu böreği yapan ablam. Yanındaki diğer ablam." O gösterdiği fotoğrafı görmemiştim bile. Sadece siyah saçlı fotoğrarta gözlerim kaldı. Dışarı çıktım. Ama o fotoğrafın içindeki kadının bakışı hâlâ gözümdeydi. Savaşın ortasında, kalsam bedenim daha az sarsılırdı. Tanımadığın birini yıllardır tanıyormuşsun gibi hissetmek...
Free reading for new users
Scan code to download app
Facebookexpand_more
  • author-avatar
    Writer
  • chap_listContents
  • likeADD