4. Bölüm

760 Words
Aras bileğimden tuttuğu gibi beni doktorun odasına doğru çekiştirdi. Direnmeye çalışmadım. Zaten ayakta duracak hâlim yoktu. Doktorun yüzü, bir felaketin habercisi gibiydi. Alnındaki ter damlaları ışıkta parlıyordu. Gözlerini yere indirmişti. “Elif Hanım…” derin bir nefes aldı. “Babanızın durumu hızla kötüleşiyor. Enfeksiyon tüm vücuduna yayılmaya başladı. Şu an bulunduğumuz hastanede yapılacaklar sınırlı kaldı.” İçimden bir şey koptu. Kalbim yerinden söküldü sanki. Ayaklarım beni taşımadı, duvara yaslandım. Gözlerim karardı. Tek duyduğum şey nabzımın kulaklarımda yankılanmasıydı. Hava yetersiz, boğucu geliyordu. Aras hemen kolumdan tuttu, beni yere düşmeden yakaladı. Sırtımı destekleyip gözlerime baktı. O an nefesim kesildi; kehribar gözleri gözlerimin içine işliyordu. “Elif, buradan çıkıyoruz,” dedi. Sesi netti, soğukkanlıydı. “Ne… ne diyorsun sen?” dedim kısık bir sesle. “Bu hastanede kalamaz. Onu daha iyi bir yere götürüyoruz.” “Nasıl… nasıl yapacaksın bunu?” Gözlerim korkuyla büyümüştü. Ellerim titriyordu. Aras cebinden telefonunu çıkardı. “Ben söz verdim. Babanı iyileştirmek için elimden geleni yapacağım.” Dakikalar içinde ambulans hazırlandı. Sedye, siren, hareketli ayak sesleri… Her şey o kadar hızlıydı ki hiçbirine yetişemiyordum. Aras’ın telefon konuşmaları birbiri ardına sürüyordu. Bazen yabancı bir dilde konuşuyor, bazen kesik kesik emirler veriyordu. O konuşurken bile göz ucuyla beni süzüyordu, sanki düşmemi engellemek için her an tetikteydi. Ambulansa bindik. Aras yanı başımdaydı. Beni yalnız bırakmadı. Yol boyunca sessizlik vardı. Ama içimde fırtınalar kopuyordu. Ellerimi birbirine kenetlemiş, tırnaklarımı avuç içime geçirmiştim. Dayanamadım, sordum: “Aras… neden yanımdasın? Neden bunu yapıyorsun? Beni tanımıyorsun bile.” O, gözlerini camdan çevirmeden konuştu. “Çünkü seni anlıyorum, Elif.” “Anladığını mı sanıyorsun? Ben şu an babamı kaybetmek üzereyim!” “Ben de kaybettim,” dedi aniden. Sesi kısılmıştı. “Üç yıl önce. Babamı kaybettim. Gözlerimin önünde… hiçbir şey yapamadan.” Sözleri bir tokat gibi çarptı yüzüme. “Ben de senin gibiydim,” diye devam etti. “Umutsuzdum. Çaresizdim. O an içimde bir yemin ettim… Bir daha asla elim kolum bağlı durmayacağım diye. Şimdi, elimden geleni yapıyorum. Sadece kendim için değil, senin gibi bir başkası için de.” Bir süre sustum. Gözlerim dolmuştu. Kelimeler boğazıma düğümlendi. Aras başını yana eğip bana baktı. Sanki yumuşak bir dokunuşla içimdeki tüm direnci kırmaya çalışır gibiydi. “Elif… hayatta bazı anlar vardır. Tek bir karar, hayatını sonsuza dek değiştirir. O an, bazen seni korkutur. Ama bazen… sana kurtuluşun kapısını aralar.” O sırada ambulans sirenleri kesildi. Yeni hastanenin ışıkları uzaktan bile parlıyordu. Kapılar hızla açıldı. Babam hemen acil servise alındı. Etrafımda doktorlar, hemşireler koşturuyordu. Ben hiçbirini net göremiyordum. Aras hâlâ yanımdaydı. Elimden tuttu. O sıcaklığı, damarlarımdan geçen soğukluğa inat hissediyordum. Bir süre sonra hastane koridorundaki boş bir odaya götürüldüm. Aras iki kahve aldı, bana da uzattı. Ellerim hâlâ titriyordu. Kahvenin sıcaklığı avuçlarımı yakıyordu sanki. “Elif…” dedi sessizce, “Sana bir kez daha soruyorum. Yanımda çalışır mısın?” Dönüp ona baktım. Gözleri bir çocuğun gözleri gibi kırılgan bir hâl almıştı. “Bunca şeyden sonra hâlâ iş teklifini mi konuşuyorsun?” “Evet,” dedi. “Çünkü bu sadece bir iş değil. Benimle olmanı istiyorum. Şirketimde. Yanımda.” “Peki ya senin gerçek amacın ne? Gerçekten beni işe almak mı, yoksa vicdanını rahatlatmak mı?” Aras hafifçe gülümsedi. Ama gülümsemesinin altında derin bir yorgunluk vardı. “Elif… senin gözlerinde savaşan birini gördüm. Aynı benim gibi. Bana yardım edersen, ben de sana yardım edeceğim. Bu bir anlaşma. Ama sadece çıkar değil… güvene dayalı bir anlaşma.” Bir an düşündüm. Babamı düşündüm. Borçları düşündüm. Sonra Aras’ın gözlerindeki kararlılığı gördüm. O bakışta ne yalan vardı ne de acıma… Sadece bir teklif: bir imparatorluğun kapısını aralayan teklif. Başımı salladım. “Tamam Aras. Kabul ediyorum. Yanında çalışacağım.” O an gözlerinde bir rahatlama gördüm. Sanki uzun süredir taşıdığı bir yük omuzlarından inmişti. Aras, elimi yavaşça sıktı. “Beni asla pişman etmeyeceksin, Elif.” ⸻ Saat 16.00’ya yaklaşırken Aras beni ofisine götürdü. Burası bambaşka bir dünyaydı. Yüksek tavanlar, cam duvarlar, her köşesinde sade bir zarafet. Asansördeyken bile bana göz ucuyla bakıyor, düşüncelerimi okumaya çalışıyordu. Sekreteri kapıyı açtı. Aras bana dönüp eliyle içeri geçmemi işaret etti. “Burası artık senin de alanın Elif.” Masasının arkasında büyük bir ekran, bir tarafında çiçek dolu cam vazo, diğer yanında parlayan bir saat koleksiyonu vardı. Masasına geçip bir dosya çıkardı. Onu bana uzattı. “Bu, senin görev tanımın. Sadece imzalaman yeterli.” Dosyaya baktım. İçimde garip bir his vardı. Sanki attığım bu imza, sadece bir kâğıda değil, bambaşka bir geleceğe atılacaktı. Kalemi elime aldım. Ellerim titriyordu. Aras’ın parfüm kokusu, camdan içeri dolan hafif rüzgâr… Hepsi birbirine karıştı. “Bu imza… hayatımı değiştirecek,” dedim fısıltıyla. Aras bana yaklaştı. Gözlerini gözlerime kilitledi. Sesi bu kez yumuşaktı: “Ve benimkini de, Elif.”
Free reading for new users
Scan code to download app
Facebookexpand_more
  • author-avatar
    Writer
  • chap_listContents
  • likeADD