Hastaneye ne zaman vardığımızı hatırlamıyorum.
Beynim zonkluyordu. Etrafımdaki ışıklar sanki gözlerime çakılıyordu. Her adımımda dizlerim titriyordu. Annem… Annem ellerini dizlerine kapatmış, bankta oturuyordu. Omuzları sarsılıyordu.
Doktorlar, hemşireler koridorda oradan oraya koşuyordu. Serum sesleri… cihazların bipleri… Hepsi tek bir uğultuya dönüşmüştü.
Duvara yaslandım. Başımı sertçe dayadım. Gözlerim kararıyordu. Ayakta duracak hâlim yoktu. Ve bir anda… bacaklarım beni taşıyamadı. Yere çöktüm.
Ellerim titriyordu. Gözyaşlarım yanaklarıma oluk gibi aktı. İçimden sadece şunu geçirebiliyordum:
“Allah’ım… Ne olur babamı alma benden… Ne olur…”
Sonra kalabalığın arasında Aras’ı gördüm. Telefonunu kulağına bastırmış, durmadan birilerini arıyordu. Sanki dünyayı kurtarıyordu. Hızlı hızlı konuşuyor, kaşları çatılıyordu.
Birden yanımda belirdi. Yüzü ter içindeydi.
“Elif… bana bak.”
Başımı ona çevirdim. Ama sesim çıkmıyordu.
O, ellerini yüzüme koydu. Parmağıyla yanaklarımdaki yaşları sildi.
“Bu savaşı yalnız vermeyeceksin. Söz veriyorum.”
O an, içimde bir parçanın kırıldığını hissettim. Ona inanmak istiyordum. Ama zihnimde bir ses hâlâ bağırıyordu:
“Bu adam neden bu kadar uğraşıyor?”
O sırada doktor Özkan Bey geldi. Derin bir nefes aldı:
“Elif Hanım… önce sakin olmanızı rica ediyorum. Elimizden geleni yapıyoruz. Ama kötü bir haberim var. Babanızın durumu kritik. Enfeksiyon yayılıyor. İlk 48 saat çok önemli.”
Başımı sağa sola salladım.
“Nereden çıktı bu enfeksiyon? Siz hastalarınıza bakamıyor musunuz?!”
Özkan Bey gözlerini yere indirdi. Aras hemen elini belime sardı, beni tutmaya çalıştı.
Doktor devam etti:
“Tedavinin maliyeti yüksek. Onay verirseniz hemen başlayabiliriz. Ama…”
Gözlerimi kısıp baktım. Sesim çatallaştı:
“Ama ne?”
“Ama babanızı taşımamız riskli. Özel hastane çok daha donanımlı. Ama bu süreçte kayıp yaşanabilir.”
Annem fısıldadı:
“Elif… belki restoranı satarız…”
Gözlerim doldu. Kafamı iki yana salladım. O restoran babamın gururuydu. Geçim kaynağımızdı.
O sırada Aras geri geldi. Ellerini yumruk yapmıştı. Nefesi hızlanmıştı.
“Ben her şeyi hallettim. Ambulans hazır. En iyi hastaneye geçiyoruz. Para mesele değil. Senin ve babanın hayatı, benim için mesele.”
O an… içime hem umut, hem korku doldu. Çünkü artık biliyordum.
Aras Beyoğlu sadece işverenim değildi. Hayatımı değiştirecek adamdı. İyi mi… yoksa kötü mü… bilmiyordum.
3 SAAT SONRA
Daha iyi misin Elif?”
Gözlerimin içine bakıyordu adeta. Ağzımdan çıkacak cümleleri bekliyordu. Ama dudaklarımı kıpırdatacak hâlim yoktu. Boğazım düğümlenmişti.
“İyiyim, Aras bey… teşekkür ederim.” dedim, sesim yarım yamalak çıktı.
Kaşları hafifçe çatıldı. “Aras. Aras demen yeterli. Henüz teklifimi değerlendirmedin. O yüzden patronun falan değilim. Beyi kaldırmanı istiyorum.”
Keskin bakışlarının ardında sıcak bir enerji vardı. Ama ördüğü duvarlar hâlâ kalındı. Fakat bu söylediği, onun için bile büyük bir adımdı.
Gözlerimi kısarak ona baktım. “Aras… bugün yanımda olduğun için teşekkür ederim. Bana yaptığın iyilik… gerçekten çok büyüktü.”
Sözlerimden sonra içimde bir cümle daha çınlıyordu. Söyleyip söylememek arasında sıkışıp kaldım. Ama sustukça içim eziliyordu. En sonunda dayanamayıp patlattım:
“Eğer bana acıdığın için böyle bir şeye kalkıştıysan… rica ederim, bu işten vazgeç.”
Aras bir an dondu. Sonra heybetli duruşunu hiç bozmadan, omuzlarını dikleştirdi. Gözleri karanlık bir deniz gibiydi.
“Sana acıdığım için yapmıyorum, Elif. Yapmak istediğim için yapıyorum.”
Sözleri keskin, net ve ağırdı. Sanki bıçak gibiydi.
Sinirle başımı iki yana salladım. “Neden yapıyorsun o zaman? Daha 48 saat önce beni tanımıyordun. Ne oldu da birden tanımadığın bir kıza yardım edesin tuttu?”
Kaşlarımı çatmıştım. Artık gözümü karartmıştım. İçimdeki korku ve öfke karışıyordu.
“Tekrar ediyorum, Aras Beyoğlu… eğer bu işi hayır işi olarak görüyorsan vazgeç bu sevdadan. Umutlanıp daha fazla yara almak istemiyorum.”
Aras derin bir nefes aldı. Gözlerini bir an yere indirdi. Sonra yine bana kilitlendi.
“Beni anlamıyorsun, Elif. Bu… bu sadece yardım değil. Seni işe almak istememin tek sebebi acım değil. Senin… bakışlarında kaybolan bir şey var. Aynı kendimde gördüğüm gibi.”
Sözleriyle afalladım. Kaşlarım çatıldı.
“Benimle kendini bir tutma Aras. Senin hiçbir eksiğin yok. Paranın, gücün, koskoca bir hayatın var. Ben… ben babamı kaybetmek üzereyim.”
Aras’ın çenesindeki kaslar gerildi. Yumruğunu sıktı.
“Benim de kaybettiklerim var, Elif.” dedi. Sesi alçalmıştı. “Belki senin sandığından çok daha fazlasını.”
O an sanki içimden bir perde indi. Onun gözlerinde bir anlığına bambaşka bir hüzün gördüm. Ama hemen toparlandı.
Tam bir şey söyleyecektim ki, ardımızdan bir hemşire koşarak geldi.
“Elif hanım! Babanızın doktoru sizi çağırıyor. Hemen gelmeniz gerek!”
Mideme koca bir taş oturdu. Aras elini bileğime doladı.
“Beraber gideceğiz.” dedi, kararlı bir sesle.