Peri
Hayata nasıl bakarsan öyle yaşarsın demişti lisedeki edebiyat öğretmenimiz. Hayata hep çileli bir kış mevsimi olarak baktığım için mi yaşamıştım bütün bunları?
Bir adam karşıladı bizi; kaşı gözü oynayan, fazlaca kaypak görünümlü, şımarık, laubali... Kızlardan birini kolunun altına alıp önümüzden yürüyüp onu takip etmemizi istedi.
"Size ne ciciler aldırdım ne ciciler? Odalarınıza geçin, dinlenin. Yemeğiniz de odalarınıza gelecek. Duşunuzu alın hazırlanın."
Evin arka tarafını dolandık peşi sıra. "Nerede o kız? Neydi adı? Ha Perihan? Sen misin canım?" Bir an durup bana çevirdi bakışlarını, cevap vermeme bile gerek kalmadan kolunu doladığı kızı bırakıp kolunu benim omzuma attı. İstemsizce küçüldüm orada, saklanmak istercesine düşürdüm omuzlarımı, eğdim başımı. "Sen bu gecenin onur konuğusun!" Bir an her şeyi yanlış anladığımı sandım. "Benim hediyemsin arkadaşıma, beni mahcup edersen külahları değişiriz. Sürpriz yapacağım, bizim serseriye. Odandan o yüzden çıkmayacaksın. Üç beş tane elbise aldırdım seç birini giyin, çok güzel olmanı istiyorum. Bakayım bir yüzüne, kaldır kız başını, kaldırsana..." çenemden tutup yüzümü yüzüne çevirdi. Zehirli bir yılan gibi aktı içime mavi gözleri. O günden sonra bütün mavi gözlü erkeklerden nefret edeceğime neredeyse emindim. "Zaten çok güzelmişsin, aferin güzel iş çıkarmışlar. Neydi sizin patronun adı, ona senin için fazla ödeme yapacağım." Göz kırptı. "Seni de görürüm, merak etme aramızda."
Şaşalı mobilyalar, belki dört kişinin yan yana sığacağı büyüklükte bir yatak. Her türlü kasvetli bir ev. Suzan neredeydi? Birkaç kez kapıyı açıp koridora baktım. Yatağın üzerine serilmişti dört beş parça elbise. Kısacık etekli, ışıl ışıl şeyler... kokular, dantelli garip çamaşırlar... duş köpüğüne kadar her şey , yeni alınmış eşyaların arasındaydı. Aynalı bir konsolun önüne bırakılmıştı bazı makyaj malzemeleri. Konsolun dibine çekili sandalyeye oturdum. Kendimi ne kadar izledim bilmem ama aralıksız bir saat boyunca ağladığımı bilirim. Gözlerim kan çanağı olunca başımı o konsola yaslayıp uyudum. Rüyamda birileri kovaladı hep beni. Koştum yalınayak. Ayak tabanlarıma kıymıklar battı, keskin sivri taşlar kesti her yanımı. Sıçrayarak uyandığımda bir kadın vardı içeride, elindeki tepsiyi nereye bırakması gerektiğini soruyordu. Bilmediğim yerde yol yordam gösteremeyince bir kenara bıraktı.
"Banyonuzu hazırlayabilirim," dedi.
"Halledebilirim."
Yüzüme çok bakmak istemediğini düşündüm, yanıldım ya da yanılmadım ama inandım buna. Tiksindirici görünüyor olmalıydım. Tam kapıdan çıkarken durmasını rica ettim.
"Burası en yakın yerleşim yerine ne kadar uzak?"
"Bilmiyorum, buralı değilim. İstanbul'dan geldim hizmet etmek için."
"Peki sence bu evden yürüyerek çıkılsa kimse görmeden..."
Dudaklarını kıvırdı, niyetimi anlamış olduğundan gözleri büyüdü. Sessizce çıkıp gitti. Uzun bir yol yürümüştük, ondan önce de zeytinlikleri arabayla geçmiştik. O yol boyunca kimseyi görmemiştim. Evin etrafında da birilerini gördüğüm söylenemezdi. Birkaç kişi belki vardı denk gelmemişti. Şimdi çıksam, çıkış kapısından... pencereye yanaştım. Dışarısı buz gibi olmalıydı, biz gelirken yağan kar tipiye çevirmişti. Bu soğukta kim olurdu ki zaten dışarıda. Kimsenin olmadığı dışarısı içeride daha çok insanın olduğu anlamına geliyordu. Derdimi anlatsam gitmeme izin verirlerdi belki de. Suzan'ı bırakıp gidersem Feyyaz ona daha büyük kötülük edebilirdi. Odasını bulup onu da almalıydım yanıma. İkimiz birden bize bu işi zorla... direncim kırıldı bir anda, bu söylediklerimi anlayacak birileriyle aynı evde olmadığımı düşündüm. Arkadaşlarına bir geceliğine paralarının gücüyle insan kiralayan yaratıklardan bahsediyordum ve aynı kimselerden de medet umuyordum. Akşam yemeğimin başına oturdum. Etin üzerinden duman tütüyordu. Karnımı doyurmalı, yaşayacaklarıma razı olmalı ve bu hayata da alışmayı beklemeliydim. Ölesiye iğrendim kendimden, düşündüklerimden. Koskoca oda, gördüğüm en büyük lüks ve en mutsuz hissettiğim gün çakışmıştı. Az önceki kadın tepsiyi almaya gelene kadar halının üzerinde öylece oturdum. Yiyip yemeyeceğimi sordu. Tok olduğumu söyledim. Tepsiyi alıp, benimle göz teması dahi kurmadan çıkıp gitti. Saat iyice ilerliyordu. Bana söylenen duş almam, kokular sürünmem ve şu lanet giysilerden birini giyinmemdi. Hiç birini yapmadım. Yıllardır giydiğim kotum ve pazar işi kazağımla oturdum kaldım. Saçlarımdaki tokayı bile çözmedim, kenarları patlamış botlarımı bile çıkarmadım. Oturduğum yerde öylece kaldım. Zaman aleyhime çalışan bir düşman namzeti, bense tüm savunma gücünü kaybetmiş mağlup taraf. Duvardaki saat ilerledikçe kemiklerimin kırıldığını, o kırıkların hemence yalan yanlış kaynadığını hissettim. Birazdan hiçbir şey eskisi gibi olmayacaktı. Suzan'ın da söylediği gibi hayal kurmak bile sadece lüks olacaktı. Hiçbir hayale layık bulamayacaktım kendimi.
Koridorda çoğaldı sesler. Kaba erkek gülüşleri, anlaşılmaz laflar sözler, koca koca ayakların attığı adımlar. Halen aynı halının üzerindeydim. Sırtım terlemeye başladığında ağır bir hastalıkla mücadele ediyordum sanki.
Kapı açıldı.
"Hadi hadi size de iyi geceler."
Başımı eğdim, gözlerimi sımsıkı kapadım. Burnuma acı alkol kokusu doldu.
Kapı kapandı.
"Sen de kimsin?"
Kaldıramadım başımı. Kılığım kıyafetim, tavrım bu olmamış olsaydı kim olduğumu anlayacaktı ama şuan topunu kaybetmiş bir oğlan çocuğu gibi görünüyordum gözüne.
"Sana soruyorum nasıl girdin buraya, kimsin sen? Hey, kaldırsana başını!"
Kaldırdım başımı! Bakamadım... Birkaç saniye sessizlik sonrası yaklaşan adımlar. Endişeyle çevirdim bakışlarımı, yatağın üzerindeki giysileri inceliyordu. Yüzünde garip bir gülümseme ile. "Ulan Serhat," dediğini duydum. Kalkmalı ayağa, bir çırpıda yardım istemeliydim. Fakat o garip gülüş korkuttu beni, ne pahasına olursa olsun engel olunamaz biri gibi göründü gözüme. Elbiseleri üst üste yığıp kaldırdığı gibi fırlattı. Giymediğim için sinirlendiğini sandım. Yatağın kenarına oturdu, önce ayakkabılarını çıkardı, sonra gömleğinin düğmelerini açmaya başladı. Başımı yeniden çektim içeri ve hiç sesimi çıkarmadan beklemeye başladım. Dakikalar geçti, iyiden iyiye sessizleşti ortalık. "Şu ışıkları kapatsana!" İtaat edip etmemekte kararsız kaldım. Yine de ayaklandım, yatağın içine girdiğini ve gözlerini kapadığını gördüm. Uyuyacaktı! Işık gözlerini rahatsız etmişti. Çarçabuk kapadım ışıkları, tastamam oracıkta yeni bir komut verecek mi diye bekledim. Bekledim... Bekledim... nefesi ağırlaştı ve derinlerden usul usul kulağıma ulaştı. Uyumuştu!
. Nerede olduğumu idrak ettiğim vakit ilk iş yatağın içindeki adama baktım. Yoktu! Gitmesine sevinip bir sonraki hareketimin ne olması gerektiğini düşünürken karşımda ıslak saçları ile buldum. Sıçrayarak doğruldum. Banyoda olduğunu düşünmemiştim hiç. Kaşlarını çatarak yatağının baş ucu komodininden saatini alıp bileğine geçirdi.
"Onsekiz yaşından büyük olduğunu söyle lütfen!"
Bir şey söylemek istemiyordum ama bir anda sesi yükselince korkuyla cevap vermek zorunda kaldım.
"Sana sordum."
"Onsekizim!"
Daha ufak göstermezdim, belki daha büyük olduğumu düşünürdü insanlar ama bu adam arkadaşlarının ne yapmak istediğinin farkında ve sanki onlara da biraz kızgındı. Bir kez daha çıktı ağzından arkadaşının adı. "Ulan Serhat!"
Pencerenin önüne konumlandırılmış berjerlerden birine oturup karşısındakini işaret etti. "Geç bakalım!"
Henüz ayılmış bile değildim ama her istediğini yaparsam buradan kurtulacağıma dair bir his vardı içimde. Sonrası mı? İşte orası daha beter korkutuyordu beni.
"Serhat mı getirtti sizi?"
Oturmak üzereyken sordu bunu.
"Bilmiyorum."
"Mavi gözlü, sarışın, dalgalı saçlı yakışıklı bir herif. Görmüşsündür!"
Yakışıklı öyle mi? "Bizi karşılayan adam evet!"
"Başını sürekli önünde tuttuğuna göre benden utanıyorsun!"
Utandığımı mı söylemeliydim? Aksini mi? Karar veremeyince sustum.
"Kaç kişi geldiniz?"
"Dört!"
Derin bir iç çekişle toparlanıp pencerelerden birini açtı. Buz gibi hava doldu içeri. Derin derin çekti havayı içine. Onu izlediğimin farkında bile değildim. Bir anda çevirdi başını, yanlış bir şey yaptığımı düşünüp eğdim yine bakışlarımı.
"Yürüyelim biraz kalk hadi!"