Selvi VARDAR
Kuzey Irak / Zaho
Kuzey Irak’ın Duhok iline bağlı Zaho ilçesindeydim. Hedefim, Habur Sınır Kapısı’ndan geçerek Şırnak üzerinden ülkeme dönmekti.
Görevim sona ermişti… ya da ben öyle sanıyordum.
Elimdeki cihazla sadece bir kez bağlantı kurabildim. Mete, operasyonun başarıyla tamamlandığını söylemişti. O görüşmeden sonra ne bir ses ne bir sinyal geldi.
İletişim tamamen kesildi.
Mete’nin daha önce söylediği bir cümle, zihnimin derinliklerinde yankılandı:
"Giderken yol açılır, dönerken yalnız kalırsın... Orta Doğu’nun kanunudur bu."
O andan itibaren hayatta kalmak, yalnızca benim becerime kalmıştı. Artık bu topraklarda, ölümle yaşam arasındaki o ince çizgide tek başımaydım.
Derme çatma, motoru tıngırdayan eski bir araç beni Zaho’nun girişine kadar getirdi. Sonrası yürüyüştü. Düz araziler başlıyordu ve ben siyah bir çarşafın altında neredeyse görünmezdim.
Saatlerce yürüdüm. Ufukta Türk bayrağının dalgalandığını hayal ediyordum.
Habur’a az kalmıştı.
Tam o sırada arkamdan, yabancı olmadığım ama unutmam gereken bir isimle seslenildi:
"Şehrazat!"
Donup kaldım.
Yavaşça döndüm.
Karşımda siyah kamuflaj giymiş, yüzleri sakallı, elleri otomatik silahlı dört adam duruyordu. Aralarından biri yaşlı, kıvırcık saçlı ve gözleri şeytan gibi bakan bir adam bana doğru bir adım attı. Ağzından çıkan cümle, içimdeki tüm sessizliği paramparça etti:
"Yoksa sana istihbaratın sadık elemanı Selvi Kara mı demeliydim?"
Diğerleri hafifçe güldü. Kahkahaları değil ama gülüşlerindeki alay beni ürpertti. Kim olduğumu biliyorlardı.
Peçem burnumun üzerindeydi. Gözlerimi kaçırmadan cevap verdim. Kürtçe konuştum. Duru, sakin ve rolümden taviz vermeyen bir sesle:
"Ne dediğinizi anlamıyorum. Ben Şehrazat’ım."
Dil her zaman en büyük silahımdı. Balkanlar’da Arnavutça ve Makedonca ile hayatta kaldım. Bu topraklarda ise Arapça, Kürtçe ve Süryanice... Hepsi görevimin görünmez cephaneliğiydi.
Yaşlı adam gözlerini kısarak beni süzdü. Şüpheyle başını eğdi. Benim gibi Kürtçe konuşarak,
"Oyun bitti. Gerçek kimliğini saklamaya çalışman faydasız. Sence buradan nereye gidebilirsin?"
Sesimde tedirginlik kırıntısı dahi olmadan, bir kadın mazlumiyetiyle cevap verdim:
“Akrabamın yanına gidiyordum. Beni neden durduruyorsunuz?”
Adam gözlerini devirdi. İnanmadığını yüzünden okumak mümkündü.
Ve işte o an, içimden tek bir cümle geçti:
'Artık sadece zekâm değil, zaman da benim tarafımda olmalı.'
Geriye bir adım attım. Ama çok geçti.
Etrafımı çoktan sarmışlardı.
Bir hamle yapıp kaçmak istedim ama daha fırsat bulamadan, boynumun sağ tarafında ince bir sızı hissettim.
Dünya yavaşça silindi gözlerimin önünden.
Zemin ayaklarımın altından çekilirken tek düşündüğüm şey şuydu:
'Bu iş... hiç iyi olmadı.'
***
Göz kapaklarım ağırdı, sanki yüzyıllık bir uykudan uyanıyordum. Başım zonkluyordu ama zihnim yavaş yavaş berraklaşmaya başladı.
Gözlerimi araladığımda gördüğüm ilk şey, altın varaklı tavan süslemeleriydi.
Avizeler devasa ve kristaldi, her biri binlerce parçadan oluşmuş gibi.
Zemine baktım, kadife halılar, işlemeli duvar panoları, ağır perdeler…
Bu bir saraydı.
Ya da en azından öyle görünmesi istenmişti.
Hafifçe doğrulmaya çalıştım. Üzerimde hâlâ siyah çarşaf vardı ama ayakkabılarım çıkartılmıştı. Bileğimde bir iz ,serum ya da iğne… Uyuşturulmuştum.
Kapının yanına konmuş büyük aynada kendimi gördüm. Yorgun, solgun ama hâlâ bendim.
Yanımda ne silahım vardı, ne de telsizim. Her şey temizlenmişti alınmıştı benden.
Tam o sırada, kapı yavaşça açıldı.
İçeri giren adamın yürüyüşü tanıdıktı. Adımlarındaki o ölçülülük, bakışlarındaki hesap…
Demir'di bu.
Ama üzerindeki kıyafet tanıdık değildi.
Üstünde lüks bir Kürt geleneksel kıyafeti, şal û şapik belinde işlemeli bir kuşak ve üzerinde hiçbir askerî ya da devlet sembolü yoktu.
Bir süre sessizce bana baktı. Ardından dudaklarının kenarı belli belirsiz kıpırdadı.
“Hoş geldin, Şehrazat.”
Ayağa kalkmaya çalıştım ama vücudum hâlâ sersem gibiydi. Sadece dirseklerimin üzerinde doğrulabildim.
“Ne diyorsun sen? Demir… burası neresi? Sen... sen burada ne yapıyorsun?”
Adımlarını ağır ağır bana doğru attı. Bakışları önümdeki yere sabitlenmişti ama yüzünde alışık olmadığım bir soğukluk vardı.
“Demir burada yok. Burada kimse gerçek kimliğiyle dolaşmaz, Selvi.”
Bunu duyduğumda içimde bir şey kırıldı.
Bir tarafım bağırmak, üstüne yürümek, onun gözlerine bakıp "Neden?" demek istiyordu.
Ama diğer tarafım…
Eğitilmiş tarafım, istihbarat tarafım… sustu.
Her detayın bir anlamı vardı. Bu oyunu kuran oysa, ben de kurallarını öğrenmeliydim.
Dudaklarımı ısırarak sustum.
Demir önümde durdu. Göz göze geldik.
Ama gözlerinde ne özlem vardı ne de tanıdık o içtenlik. Sanki karşımda yıllardır tanımadığım biri vardı.
“Bu saray dediğin yer, aslında bir zindandır. Ama senden ricam, bunu kimseye söylememen.”
Alaycı mıydı bu sözler, yoksa bir tür kod mu vardı içinde? neyi nasıl düşüneceğimi şaşırmıştım.
Gözlerimle etrafı inceledim. Duvardaki halılar sıradandı ama bir tanesinin ardında hafif bir kabartı vardı. Gizli bir kapı olabilir miydi?
“Sen... burada ne yapıyorsun? Sen eğitim için İran’a gitmiştin. Öyle değil mi?” dedim sonunda, gözlerim hâlâ onunkilerdeydi.
Demir’in kaşları bir an çatıldı ama hemen toparladı. Cevap vermedi.
Aramızda sessiz bir savaş başladı.
Onun suskunluğu, benim sabrımı test ediyordu.
Benim sorularım, onun yalanlarını.
Sonunda başını eğdi, sanki birkaç saniyeliğine eski Demir geri gelmiş gibiydi.
“Burada olmam gerekti. Atlas Operasyonu sandığından büyük, Selvi. Her şey… herkes... kurban verilmiş olabilir. Buna ben de dahilim.”
İçimdeki buz eridi bir anlığına.
Ama hemen ardından yeni bir gerçeklikle çarptım yüzümü.
Demir artık yanımda değil, karşımdaydı.
Ya da belki… ikisinin arasında bir yerde.
Gözlerim ondan bir an bile ayrılamadı.
Karşımda duran adam… bir zamanlar sırtımı yasladığım, canımı hiç düşünmeden emanet ettiğim adamdı.
Ama şimdi...
Şimdi bana sanki ilk defa görüyormuş gibi bakıyordu.
Bedenim donmuştu ama yüreğim…
Yüreğim hâlâ onu tanıyordu. Ve bu tanıma, içimi kavuran bir acıyla eşleşiyordu.
“Yalan söyleme bana…” dedim, sesim kendi kulağıma bile fısıltı gibi geldi. “Bu gözler" deyip kendi gözlerimi kastettim " O gözleri tanır. Ben seni… hâlâ hissediyorum Demir.”
Hiçbir hareket yoktu.
Sanki zaman durmuştu o an.
Ama ben ilerledim. Bir adım.
O yerinden kıpırdamadı.
Bir adım daha attım…
Kalbim, her adımda biraz daha kırıldı ama durmadım.
Yavaşça ellerimi göğsüne koydum.
Kendimi zor tutuyordum, ama artık taşımak da mümkün değildi.
Başımı boynuna yasladım.
İçimdeki özlem, çaresizlik, sevgi… hepsi bir noktaya toplandı.
“Seni çok özledim…”
Bunu söylemek beni güçsüz kılmıyordu.
Aksine, belki de ilk kez bu kadar çıplak, bu kadar dürüsttüm.
Ama onun kolları… kımıldamadı.
Yanında sarkılı kaldılar.
Ne sarıldı, ne itti.
Sadece... buz gibi kaldı.
Ve o ses...
Tok, keskin, kurşun gibi:
“Bu yakınlık... görevine zarar verir, Kara.”
Sırtımdan aşağı bir şeyler aktı sanki.
Kan değil… ama ondan daha yakıcı.
Kalbim çatırdadı.
Bir adım geri çekildim.
Gözlerim donmuş gibiydi, ama içim paramparça.
Yutkundum. Boğazıma bir şey düğümlenmişti.
“Vardar değil... Kara diyorsun yani artık. Öyle mi?” diyerek onun karısı olduğumu hatırlatmaya çalıştım ama nafileydi.
Bana cevap vermedi.
Sadece öylece durdu.
Sanki hiç tanımamışım gibi…
Sanki biz hiç olmamışız gibi…
O an içeri biri girdi.
Uzun boylu, sakallı, üniformalı bir adam.
Yanında iki silahlı koruma.
Bana dik dik baktılar.
“Bu kız, Aksa Kampı’ndan kaçmayı başarmış. Direnirse vurun,” dedi biri.
Ve o anda…
O tanıdık soğukluk yerleşti içime.
Selvi Kara... artık duyguları susturmalıydı. Madem Demir'den emin değildim o zaman emin olduğum şeyi yapmalıydım.
Refleksle bedenim harekete geçti.
Silahım yoktu ama ayak ucumdaki kılıfı fark ettim.
Ayağımla kendime çektim.
İlk kurşun sıyırdı geçti.
Yana eğildim, hızla toparlandım.
İkinci saldırganın bileğini yakaladım.
Kuvvetle çevirdim, silahını kaptım.
Artık karanlık bir salonda değil, operasyondaydım.
Hedefler önümdeydi.
İlk adamın diz kapağına bastım, inlemesiyle yere düştü.
Boynuna bir yumruk indirdim, bayıldı.
İkincisi boğazıma saldırdı.
Eğildim, kolunun altından geçip bedenini yere aldım.
Tek vuruşta etkisizdi.
Sakallı adam panikle elini cebine attı.
Ama ben çoktan silahın emniyetini açmış, nişan almıştım.
“Sakın…!” diye bağırdım.
Sesim buz gibiydi.
Emrivaki.
Adam dondu kaldı.
Tetik çekmeye bile cesaret edemedi.
Nefes nefeseydim.
Yavaşça geri çekildim ve… ona döndüm.
Demir’e.
Kalbimi hâlâ paramparça eden adama.
“Ben seni hâlâ çok seviyorum… Ama bundan sonra sadece görevim var. Sen bile duramazsın karşımda!” dedim sadece ifadesizce yerinde durarak gözlerime baktı.
Ve tam o an...
Kapılar açıldı.
Özgürlüğe, karanlıktan çıkışa bir geçit gibi…
Ama Demir…
Hâlâ oradaydı.
Hiçbir şey yapmadı.
Ne durdurdu beni…
Ne yaklaştı.
Ne sarıldı…
Sadece izledi.
Sessiz. Taş gibi.
Arkamı döndüm.
Yavaşça yürümeye başladım.
Bu kez hiçbir şeye güvenmeden, sadece kendime yaslanarak.
Çünkü bu hayatta bazen en çok sevdiğin kişi bile…
Görevimin önünde durmamalıydı.