Ev sabahı karşılarken hâlâ uykusuzdu. İnce perdelerden sızan solgun gün ışığı, odanın duvarlarına gri bir gölge gibi yansıyordu. Nem kokusu, dökülen sıvalarla karışmış; evin her köşesine sinmişti. Eski tip sobanın başında, yıpranmış sandalyeler, yamalı masa örtüsü ve çatlamış çay bardakları... Kardelen’in yeni hayatı işte bu manzaraya uyanıyordu.
Annesi, mutfaktan gelen kısık tıkırtılarla çoktan ayaktaydı. Saçları dağınık, yüzü solgundu. Gözlerinde gece boyu süren uykusuzluğun, belki de bir ömürlük suskunluğun izleri vardı. Ezilmiş bir kadındı.
Evin içinde sessiz yürür, yüksek sesle konuşmaz, kimseye ağırlık olmazdı. Kocasının her sözüne “peki” der, kardeşlerinin iğneleyici laflarına sessizce katlanırdı. Ama Kardelen’e başka bir gözle bakardı. Uzaktan, içten, sözcüklere dökülmeyen bir sevgiydi bu. Hem gurur hem endişe, hem umut hem korku.
Kardelen, yavaşça doğruldu yatağında. Üzerine büyük gelen, kolu sökülmüş bir sabahlığa sarındı. Kahverengi saçları omzundan kayıp beyaz tenine vurduğunda, sabah güneşi kısa bir an duraksamış gibiydi. Sessizce pencereye yürüdü, camın buğusunu eliyle sildi. Dışarıda, diğer evlerin bacalarından ince dumanlar yükseliyordu. Hayat herkes için biraz daha erken başlıyordu bu mahallede.
Annesinin sesi duyuldu sonra:
"Hadi kızım, kahvaltıya..."
Mutfakta bir masa. Üzerinde bayat ekmek, zeytin, belki biraz peynir. Sıcak yoktu, lüks yoktu ama çaresizliğin içindeki alışılmış düzen oradaydı.
Kardelen otururken, babası gazeteyi suratına kapatmıştı çoktan. Gözlerinin ucuyla bakmış, sonra başını çevirmişti. Ağzından çıkan ilk kelime sertti:
"Kızın hâlâ uyanmadı mı? Saat kaç oldu be kadın?"
Kadın ürkekçe yanıtladı:
" Kalktı, geldi işte...burada."
Adam mırıldandı, “herkesin kızı bir işe yarar, bizimkisi hâlâ asalak...” Kardelen duydu. Ama yüzünü buruşturmadı. Alışıktı. Bu evde sevilmek, var olmak bile başlı başına bir dirençti.
O sırada dayısı girdi içeri, bir yandan ayakkabısını çıkarıyor, bir yandan da annesinin yemek yapışını eleştiriyordu. Herkesin susturduğu, herkesin yükünü taşıyan tek kişi annesiydi.
O ise bir köşeye sinmiş, kalabalığın içinde kaybolmuş gibiydi. Kardelen’in gözleri annesinin ellerine kaydı. O eller ki; ekmeği bölerken titriyor, çayı koyarken yanaklarından sessizce akan hayatı taşıyordu.
Ama Kardelen güzeldi. Bu evin çürümüş duvarlarına, tükenmiş sözlerine, bıkkın suratlarına rağmen... Bembeyaz teni, sadece fiziki değil, ruhunun da başka bir dünyaya ait olduğunu anlatır gibiydi. Kahverengi saçları omzuna döküldüğünde, sanki bu evin dar havasına inat bir bahar esintisi girerdi içeri.
Kardelen’in babası söylenerek ayağa kalktı. Ceketini hızlıca omzuna attı, anahtarlarını cebine tıktı. Ayakkabısını giyerken annesine yine çıkıştı:
"Öğlen yemeğine sıcak bir şey olsun. Beni aç bırakma gene!"
Kadın başını eğdi, cevap vermedi. Kapı, adamın arkasından hızla kapandı. Ardından birkaç saniyelik bir sessizlik çöktü eve. Kardelen, çay bardağını masadan alıp tezgâha bıraktı, sonra paltosunu aldı. Annesi, hiçbir şey demeden sadece göz ucuyla baktı kızına. O bakışta “dayına sabret” vardı, “işini iyi yap” vardı, “kendini ezdirme ama ses de çıkarma” vardı. Kardelen başını eğdi, kapıdan çıktı.
Bakkala vardığında dayısı çoktan içerideydi. Sabah sabah yüksek sesle kendi kendine söyleniyordu:
"Şu kolileri dağ gibi yığmışlar, sen de kalkıp geç gel! Kızım, sabah dokuzda bakkal açılmaz! Bursa’da büyüdün diye burada da saatin geç mi işler sanıyorsun?"
Kardelen başını sallayıp hiçbir şey demeden arka tarafa geçti. Dayısı ise çıkıp gitti. Yeni gelen abur cubur kolileri sırtladı, raflara dizmeye başladı. Jelibonlar, çikolatalar, cipsler... Her birini rengine, boyuna göre yerleştirdi. Rutin, onu zihinsel olarak oradan uzaklaştıran bir sığınaktı.
Tam o sırada, kapı açıldı. Bakkala dolan eski zil sesi bir anlığına yankılandı.
" Günaydın."
Bir ses. Yumuşak ama tok. Kararlı ama nazik. Kardelen, olduğu yerde irkildi. Başını çevirdi.
Kapıda, uzun boylu, düzgün hatlı, ütülü gömleği pantolonuna tam oturmuş bir adam duruyordu. Yüzünde hafif bir tebessüm, gözlerinde yavaşça yoklayan bir bakış.
Tugay. Ama Kardelen adını sanını bilmiyordu. Buraya geldi geleli kimseyi merak etmiyor, konuşmuyor bu yüzden de kim neyin nesi bilmiyordu.
Kardelen ona bir saniye kadar baktı. Duygudan yoksun bir ifadeyle, başını yeniden çevirdi. Cevap vermeden tezgâhın arkasına geçti.
" Ne alırdın abi?"
Sözcükler hızlı, düz, mesafeli çıktı. “Abi” kelimesi, ince bir diken gibi saplandı Tugay’ın kulağına. Ama mimiklerinde tek bir kıpırtı olmadı. İçinden “abi mi?” diye geçirdi. Sustu. Gülümsedi bile hafifçe.
" Malbora Red... bir paket."
Kardelen raftan uzandı, sigara paketini çıkardı, poşete koydu. Göz göze gelmemeye özen gösteriyordu. Tugay ise tam tersine, onun her hareketini dikkatle izliyordu. Yavaş, gözleriyle ölçerek.
" Seni daha önce hiç görmedim burada, Mehmet Ali abinin kızı olduğunu bile bilmiyorduk."dedi sonunda Tugay.
" Yeniyim," dedi Kardelen. Babam erkek çocuğu olmadığım için beni sevmez söylemeye utanır diyemedi.
" Nereden geldin?"
"Bursa."
"Ne zamandır buradasın?"
"İki hafta oldu."
"Burada mı çalışıyorsun hep?"
" Dayımın dükkânı."
"Kaç yaşındasın?"
"16."
Tugay, kızın yaşının küçük olmasına kaşını kaldırdı. Ona göre küçüktü ama bu mahallede evlilik çağı gelmişti. Burada böyleydi. Kız ortaokulu bitirince hemen evleneceği günü beklerlerdi. Yıl olmuş 2000 ama kafalar aynı.
O sırada Tugay içinden yaş farkı hesaplamasını bile yapmıştı.
Cümleler kuru, kesik kesikti. Kardelen hiçbir duygusunu belli etmiyor, gözlerini ya raftaki etiketlere ya da kasanın ekranına kaçırıyordu. Tugay’sa ilk defa biriyle böyle zor konuşuyordu. Bu sessizlikte bir şey vardı. Gizli, içe dönük bir dünya. Merak uyandıran bir boşluk.
Parayı uzattı. Kardelen parayı alıp bozukları verdi. Hiçbir şey demeden. Ne “iyi günler”, ne başka bir söz. Sadece mesafe. Sadece yabancılık.
Tugay, tam kapıya yönelirken bir an durdu. Arkasını dönmeden konuştu:
"Adın ne?"
Kardelen, hafifçe başını kaldırdı. Gözleri hâlâ yere dönüktü ama sesi bu kez daha yumuşaktı.
" Kardelen."
Tugay gülümsedi. O ismin onda nasıl bir his uyandırdığını yalnızca kendisi bilirdi.
" Güzelmiş, "dedi ve çıktı.
Kapı kapandı. Kardelen bir an yerinde durdu, derin bir nefes aldı. Kalbi hızla çarpıyordu ama yüzünde hâlâ hiçbir duygu yoktu. Sonra elini uzattı, bir sonraki jelibon paketini rafa dizmeye devam etti.
****
Bahar güneşi etrafta esen serin rüzgârla birleşince üniversitenin taş avlusu hem aydınlık hem huzurlu görünüyordu. Ağaçlar çiçek açmış, kuşlar dallar arasında telaşla koşturuyordu. Yeni çıkan çiçek kokusu, üniversitenin tarihi duvarlarına sinmiş gibiydi.
Tugay, bahçedeki taş banklardan birine oturmuş, elinde plastik bardakta çayıyla uzaklara bakıyordu. Yüzü ciddi, gözleri derin düşüncelere gömülmüştü. Yanına gelen Seyit, çantasını yere bıraktı, ceketinin düğmesini çözüp oturdu.
"Yine ne var lan Tugay? Senin surat asıksa ya karnın açtır ya da aşık olmuşsundur," dedi gülerek.
Tugay kaşlarını çattı ama gülümsedi. "İkisi de olabilir."
"Yok artık," dedi Seyit, "Sen ciddi misin? Kim bu şanslı kız?"
Tugay çayından bir yudum aldı. Dalgın bir ses tonuyla konuştu.
"Dün bir kız gördüm. Sonra bu sabah. Bizim mahallede, dayısının bakkalında çalışıyor. Adı Kardelen."
Seyit'in gözleri büyüdü. "Kardelen mi? İsmi bile şiir gibi."
Tugay ona sert bir bakış atınca, Seyit, "Yengemdir bakma öyle o anlamda demedim."diye savundu kendini. Tugay tekrar önüne döndü ve düşündü. O beyaz teni, kahve saçları ..boncuk gözleri.
"Öyle de kendi daha da şiir gibi," dedi Tugay. "Ama çok başka. Öyle konuşkan değil. Sert de değil ama uzak. Göz göze gelmedik bile. Gözlerini hep kaçırıyor. Bir şey anlatmak ister gibi... ama kelimeyle değil, sessizliğiyle anlatıyor gibi."
Seyit başını salladı. "Peki sen ne yaptın?"
"Sigara aldım. Cevap bile vermedi doğru düzgün. Sadece 'Ne alırdın abi?' dedi."
"Abi mi dedi?" Seyit gülmemek için kendini zor tuttu. "Yıkılmışsındır sen."
"16 yaşında lan ne desin!" dedi Tugay, dudaklarının kenarında yarım yamalak bir tebessüm belirdi. "Hem bizim oraları bilmiyorsun senin o moda dergisi gibi semtine benzemez. Bizim mahalle Ankara'nın içinde başka bir şehir gibi... zaman orada yavaş akar."
"Bilmez miyim!" Seyit, gözlerini kırpıştırarak göğe baktı. "Yanlış anlama ama... aba yobaz dolu. Bir sizin aileye bakıyorum bir onlara. Gitme zamanınız geldi diyecrğim de... Babanı biliyorum ölürde gitmez. İki kere gittim üçüncüyü canım istemiyor. Kız çocuğunu hâlâ eve kapatanlar var. Erkek çocuğa hâlâ taht kuran kafalar."
Tugay geçiştirici bir gülümseme sundu. Ama içi öyle değildi. Her kelime boğazına biriken bir düğüm gibiydi.
"Kızın reşit olmasını beklersin herhalde?" dedi Seyit, tek kaşını kaldırarak.
Tugay omzunun üstünden baktı, biraz alındı ama ses tonu sakindi.
"Herhalde lan. O kadar geri kafalı değiliz. Öyle şey düşünen adam değilim ben."
"Yok ondan demedim," dedi Seyit, ciddileşerek. "2000 yılına geldik Tugay. Millet uzaya uydu fırlatıyor ama hâlâ 13 yaşında kızların başlık parası konuşuluyor bazı yerlerde. Kız çocukları okula gidemiyor. Sınıf arkadaşımdı bir kız, geçen ay evlendirildi. 17 bile değildi."
Tugay’ın yüzü kasıldı. Sertçe başını eğdi.
"Ben istesem annem istemez zaten. Biliyorsun bu konularda nasıl biri."
"Anne demişken," dedi Seyit, çantasından buruşturulmuş bir gazete sayfası çıkararak, "Dünkü köşe yazısını okudum. Kız çocuklarının eğitimiyle ilgili yazmış. Okurken içim titredi. Annene hâlâ hayranım lan."
Tugay güldü ama sitemle.
"Annem hâlâ mı aklında senin?"
Seyit kahkaha attı.
"Çocuktuk oğlum! O aşk değilmiş, hayranlıkmış. Anneni örnek almayan kadın mı kaldı şu ülkede? Tabi sizin komşu kadınlar hariç. Kadın gibi kadın be!"
Tugay’ın gülüşü bir anda ciddiyete döndü. Bahar güneşi alnına vuruyordu ama içi üşüyordu sanki.
"Haklısın."
Seyit, lafa hemen daldı.
"Neyse... şu Kardelen denen kız. Ne yapacaksın şimdi? Öyle uzaktan izlemeye mi devam?"
Tugay sırtını bankın demirine yasladı. Derin bir nefes verdi.
"Şu an kadın meselelerine kafamı yoracak halde değilim. Zaten okul bitiyor, askere gideceğiz. Beğendik işte... hepsi bu."
Seyit, dalga geçer gibi ama içten bir gülümsemeyle bakıyordu.
"Bir ay sonra askere gideceksin. Son sınıfsın. Üniversite bitiyor. İyi düşün. Göz açıp kapayıncaya kadar evlenmiş bulursun kızı, karnı burnunda..."
"Daşşak geçme!" dedi Tugay, kaşları çatıldı. Ama tonu öfkeden çok huzursuzluktu.
"Sinirlendin mi lan sen!" dedi Seyit keyifle. Sigara paketini çıkardı. Kibriti çakmadan önce ekledi:
"Kızı ilk gördüğünde sen böyle olduysan, Allah bilir mahalledeki abazalar çoktan annelerine koşmuştur. 'Bu kızı bana alın' diye bağıran olmuştur."
Tugay’ın yüzü birden ciddileşti. Yutkundu. İşte bunu hiç düşünmemişti. Gözlerinin önüne Kardelen’in sessizliği geldi... o başını kaldırmayan, gözlerini kaçıran hâli. Güzel olması değildi onu bu kadar çeken. O suskunluk. O içe kapanıklık. Dün ve bugün uzaktan izleme fırsatı bulmuştu. Mahalledeki herhangi biri, o sessizliği hoyratça dağıtabilirdi. Tugay bir an korktu. Kızın elden gitme ihtimali değil... öyle biri tarafından ezilmesi, işte bu ihtimal tüylerini diken diken etti.
"Elden ne gelir," diyebildi sadece.
Seyit sigarasını yaktı. Dumanı boğazına çekti ve göz ucuyla baktı arkadaşına.
"Söyle beklesin seni. Sen askerden gelene kadar yaşı da olur 18. Hem mahallede sana ‘evet’ demeyecek kız yok. O da dünden razı olur, merak etme."
Tugay gülmedi bu kez. Sesi kalınlaştı, tonuna ciddiyet oturdu.
"Bilmiyor beni tabii... Kim olduğumu, mahallede nasıl tanındığımı. Belki bilse bu kadar sert olmazdı. Ama bilmiyorum... o kızı merak ediyorum Seyit. Güzelliğinden değil sadece. Duruşundan. Sessizliğinden. O sessizlikte bir hayat yatıyor gibi. İçinde bastırılmış, unutulmuş bir çocuk gibi. Elini tutsam, önce korkacak gibi. Sonra ağlayacak."
Seyit, çay bardağının içindeki posa kalmış son yuduma baktı. Başını yukarı kaldırdı.
"Bir kere görüp bunları hissediyorsan... vay haline Tugay. Bu iş ya ömrünü yakar... ya da seni adam eder."
"Bahar geliyor Tugay... Kızın ismi Kardelen. Daha ne olsun? Ama dikkatli ol. Kardelen erken açar, ama kıştan arta kalan soğuklara dayanıklı olduğu için değil... dayanmak zorunda kaldığı için öyledir."
Tugay sessiz kaldı. Rüzgâr çay bardağındaki buharı dağıtırken, gözlerini ufka dikti.
"Belki de o yüzden ilk kez... birinin içinde kalmak istiyorum," dedi.