15

1048 Words
“Şimdilik evet,” dedi Gordan; sesi sertti ama altında çatlaklar vardı, kontrolün sınırında bir yorgunluk. Arka planda yankılanan sesler—uzaktan patlayan sirenler, boğuk bir alarm, cam kırılmalarının keskinliği ve motorun hırıltılı uğultusu—şehrin delirmiş bir organizma gibi can çekiştiğini hissettiriyordu. Lastiklerin asfalta tutunurken çıkardığı tiz çığlık, onun sadece hızlı değil, umutsuzca acele ettiğini gösteriyordu. Konuşurken, kelimeleri kesik kesikti, nefesi düzensiz; sanki her cümle bir başka manevranın, başka bir kaos manzarasının içinden geçiyordu. Anna, sesi telefondan değil de sanki yan odadan geliyormuş gibi duyuyordu—ama daha çok duymak istiyordu. Onun sadece sesini değil, nefesini, güvende olduğuna dair en ufak bir işaretti. Sonunda Gordan tekrar konuştu, sesi bu kez neredeyse fısıltı kadar ciddiydi: “Anna… ne olduğundan tam olarak emin değilim. Ama bugün polis merkezine yüzlerce tuhaf ihbar geldi. Bir olay yerine gittiğimde, adamın karısını... yiyordu. Gözlerindeki o boşluk... artık insan değildi. Ve yalnız değilmiş. Diğer ekipler de benzer vakalar gördü. Dinle beni, eğer sana doğru gelen bir şey olursa – bir insan bile olsa – eğer gözleri donuksa, eğer bilinçsiz gibi davranıyorsa... sakın tereddüt etme. Kaç. Gerekirse onu sakatla. Hatta... öldür. Beni anlıyor musun?!” Anna, boğazındaki düğümü yutkunarak bastırmaya çalıştı. Sesi zayıftı ama netti: “Evet, anladım. Ama kızlarımız?” “Evde güvendeler.” dedi Gordan, artık kesin bir kararlılıkla. “Hector, annemle babamı almak için yola çıktı. Ben de seni alacağım. Sonra evde, birlikte olacağız. Orada hepimiz güvende olacağız. Bebeğim, beni anlıyor musun?” Anna, bir robot gibi başını salladı, gözleri donuktu. “Tamam.” dedi sadece. Gordan’ın sesi son bir kez geldi, bu kez daha hızlı: “Seni geldiğimde arayacağım. Nerede olduğunu söyle.” Anna kısa bir duraksamadan sonra çevresine bakındı, yerini tarif etti: “Üçüncü kat, C koridoru... 6 numaralı laboratuvardayım.” “Tamam. Güvenli bir yere saklan. Sakın dışarı çıkma.” dedi Gordan, ardından çağrı kesildi. Anna’nın parmakları gevşemişti, telefon avuçlarının arasından kayar gibi oldu ama tam düşecekken, refleksle yakaladı. Elindeki titremeyi durdurmaya çalışırken, göğsünde yankılanan kalp atışları zihninin her şeyin önüne geçmesine engel oluyordu. Bacaklarındaki güç yavaşça çekilmiş, sanki bedenini taşıyamayacak hale gelmişti. Nefes alışları hızlanmıştı, boğazındaki düğüm her geçen saniye daha da sıkılaşıyordu. En yakınındaki tabureye kendini bıraktı. Oturur oturmaz, kimyasal kokularla dolu steril laboratuvar havası daha da yoğunlaştı. Sessizlik, tıpkı öncesinde yaşanan dehşeti duyumsayan bir mezarlık gibi çöküyordu mekâna. Titreyen parmaklarıyla saçlarını geriye itti. Düşünceleri darmadağındı, ama zihninin derinliklerinde yankılanan tek bir düşünce vardı: Elazia ve Zoe. Kızları. Onlar güvende miydi? Gordan’a güveniyordu, ama yine de içini kemiren o annelik içgüdüsü, onu yerinde tutmakta zorlanıyordu. Telefonunu yeniden eline aldı, onları aramayı düşündü… Tam o anda, laboratuvarın otomatik kapısı açıldı. Anna, ani sese irkildi. Başını hızla kapıya çevirdiğinde, içeri giren kişiyi görünce nefesi tutuldu. Seo-Yun’du. Fakat tanıdığı, her zaman düzenli, sakin ve kontrollü olan genç bilim insanı gitmişti. Yerine, kan içinde, perişan bir halde bir hayalet gibi sürüklenen birini görüyordu. Beyaz laboratuvar önlüğü, omzundan gövdesine kadar karla karışık paslı kırmızı bir renge bulanmıştı. Yırtılmıştı, kimi yerlerinde kumaş tamamen parçalanmıştı. Yaralı kolunu göğsüne bastırmış, üstüne hafifçe eğilmişti. Saçları terden ve kandan ıslanmış, dağılmıştı. Yüzünde derin çizik izleri, alında morluk, dudak kenarlarında ise kan vardı. Ama en korkunç olanı gözleriydi—kan çanağına dönmüş, dehşetle büyümüş gözleri. “D–Doktor Dawn…” dedi, sesi zar zor duyulacak kadar zayıftı. Çenesindeki titreme, daha fazla ayakta durmasına engeldi. Son bir güçsüz adım attı, ardından dizlerinin üzerine çöktü. Vücudu sarsılarak nefes alıyor, omuzları ağlamayla birlikte titriyordu. Anna, bir an bile tereddüt etmeden yerinden fırladı. Hemen yanına koştu, diz çökerek ona destek oldu. “Seo-Yun! Neler oldu sana?” dedi, sesi panik ve kaygıyla çatallanmıştı. Yaralı kolunu tutan genç kadının üzerinden akan kanı fark ettiğinde, Anna'nın içi buz gibi oldu. Seo-Yun’un koluna dikkatlice baktı. Önce açık bir kesik zannetti ama dikkatlice incelediğinde, gördüğü şeyin ne olduğunu fark ettiğinde kalbi duracak gibi oldu: Diş izleri. Deriye geçmiş, etrafı morarmış, düzensizce kapanmaya çalışan ısırık izleri. Anna, şokla geri çekilmeden önce kendini tuttu. Yine de gözlerini Seo-Yun’un gözlerinden ayırmadı. Gözlerinde korku değil, panik değil—tam anlamıyla bir çaresizlik vardı. Yine de sordu, belki inkâr edecek bir yanıt umarcasına: “Ne oldu Seo-Yun?!” Seo-Yun’un dudakları titredi. Gözlerinden yaşlar süzülürken, yanıtlamak için dudaklarını araladı ama önce sadece hırıltılı bir nefes çıktı. Sonra fısıltıyla konuştu, kelimeler adeta bir ölüm haberini taşıyormuşçasına ağırdı: “Bizimkiler... laboratuvarda çalışanlardan bazıları... bir anda... değiştiler. Sanki... insan gibi değillerdi. Gözleri... bomboştu. Bana saldırdılar, biri... biri beni ısırdı. Eğer güvenli odanın kapısını zamanında açmasaydım, şimdi burada olmazdım...” Anna, kollarında titreyen Seo-Yun’u sımsıkı tuttuğunda, Gordan’ın sesi zihninde yankılanıyordu: “Üzerine gelen bir şey olursa, bilincini yitirmiş bir insan... kaç. Gerekirse sakatla ya da öldür. Beni duydun mu?!” Ama şu anda kucağında, kan içinde, solgun ve bitap düşmüş bir kadın vardı. Aylarca birlikte çalıştığı, kahkahalarını defalarca duyduğu Seo-Yun. Ve şimdi, o kadın ısırılmıştı. Bir karar vermek zorundaydı, ama içgüdüleri bilimsel temkinle anneliğin şefkati arasında parçalanıyordu. Seo-Yun’un teni gittikçe solgunlaşıyor, dudakları morarmaya başlıyordu. Nabzı zayıftı. Kan, omzundaki yırtıktan sızarak önlüğünü tamamen koyu kırmızıya boyamıştı. Anna vakit kaybetmeden, kendi laboratuvar önlüğünden kalın bir parçayı yırttı. Hızla yaralı bölgeye bastırarak kanamayı durdurmaya çalıştı, ardından kumaşı omzunun etrafına dolayıp, düğüm attı. Her hareketinde Seo-Yun’un inlemesi, Anna’nın kalbine saplanan bir bıçak gibiydi. “Dayan,” diye fısıldadı Anna, sesi kararlı ama gözleri doluydu. Seo-Yun’un vücudu korkudan ve ağrıdan titriyordu. Gözlerinden akan yaşlar kanla karışıyor, çenesine süzülüyordu. Bir eli karnının üzerine kapanmıştı. Titreyen parmakları ile hafifçe karnını sarıyor, içgüdüsel bir koruma hissiyle bebeğini saklamaya çalışıyordu. “Ben... kocam Ji-Shin’i aradım ama... cevap vermedi,” dedi, sesi neredeyse bir çocuk gibi çaresizdi. “Herkes... insanlar... sokakta, binanın içinde... birbirlerine saldırıyorlardı. Gözleri bomboştu, sesleri yoktu. Ama acımasızca saldırıyorlardı. Onları... onları durduramıyordum...” Başını öne eğdi, omuzları daha da çöktü. “Yiyorlardı... Tanrım... insanlar, diğer insanları yiyor gibiydi. Bunu kimse durduramaz. Siz... siz haklıydınız!” dedi, ağlamaya devam etti. Anna’nın yutkunması zorlaştı. Gözleri Seo-Yun’un kolundaki ısırık izlerine odaklandı. Dişlerin bıraktığı oyuklar düzensizdi, derine inmişti. Etrafında ödem ve morarma oluşmaya başlamıştı bile. Anna, kendini toparladı. Bir bilim insanı gibi düşünmek zorundaydı ama karşısındaki sadece bir hasta değil, aynı zamanda bir insandı. Bir anne. Ellerini yavaşça Seo-Yun’un yanaklarına götürdü, dikkatle iki yanağını avuçladı. Onu sakinleştirmek için yüzünü kendine çevirdi, gözlerinin içine baktı. “Seo-Yun, lütfen... sakinleş.” dedi, fısıltıyla ama kararlılıkla. “Şimdi... bana dürüstçe söyle. Sana saldıran kişi... bir yabancı mıydı? Seni ısıran... bilinçli miydi? Yoksa... artık bir insan gibi davranmıyor muydu?”
Free reading for new users
Scan code to download app
Facebookexpand_more
  • author-avatar
    Writer
  • chap_listContents
  • likeADD