Çağlı.
Şahit.
Ateş.
Üç kelimeydi sadece. Her biri ayrı bir dünyanın kapısını aralıyordu, birbirine dokunmaması gereken, yan yana gelmemesi gereken üç kıvılcım gibi duruyorlardı Nevin’in zihninde. Fakat bu kıvılcımlar, çoktan harekete geçmiş ve sessizce ilerleyerek derinden içindeki karanlık odalarda yangınlar çıkarmaya başlamıştı bile. Kalbinde, zihninde tutuşan bir alevin sıcaklığıyla, karşı koyamadığı bir çağrı gibi yükseliyordu bu üç kelime.
Dışarıda hayat devam ediyor, gece gündüze karışırken sokaklar hareketlenmeye, kenarda köşede kalan ağaçlara yerleşen kuşlar cıvıldamaya balmıştı. Nevin ise pencerenin önünde duruyor, solgun maviyle boyanmış o belirsiz geçişte kendi yansımasına bakıyordu. Gözlerinde gördüğü yorgunluğu aynı zamanda hissediyordu ama kapatamamıştı gözlerini. O suskun kaldığında bile sessizce konuşan, kelimelerin arkasına saklanmış bir ses vardı içinde. Şimdi ise, zihninde bir cümlenin en küçük yapıtaşlarını dizmeye başlamıştı. Sözcükler de gün gibi doğmaya hazırlanıyordu.
Sonra, kendini çalışma masasının çekmecesini açarken buldu. Babasından kalan evraklar, geçmişin tozlu anıları gibi birikti orada. Vasiyetnameler, eski hukuki belgeler, zamanla sararmış, tarihi belirsiz banka kağıtları… Hepsini dikkatle masanın üzerine yaydı, tek tek sayfaları çevirdi. Tarihler tutarsız, olaylar karmaşık görünüyordu ama aralarından bazı isimler tanıdıktı.
Eski bir dernek, yitip gitmiş bir bağış listesi ve aralarında farklı, anlam yüklü bir parça vardı. 2002 tarihli bir dekont. Gönderen kısmında A.T., alıcı kısmında ise Mehmet Çağlı yazıyordu.
O anın ağırlığıyla Navin’in nefesi kesildi. A.T., Azem Tunç muydu? Paranın açıklaması boş bırakılmıştı ama miktar büyüktü. O yıllarda, Nevin henüz ilkokula gitmekteydi ve babası bu durum hakkında hiçbir kelime etmemişti. Ama şimdi, o sessiz bilgi zihninde farklı bir ışıkla yanıyordu.
Azem ile babası arasında dostluktan öte belki bir borç, bir koruma ya da gizli bir anlaşmanın izleri vardı. Boğazı kurudu, elleri titredi. Başımı ellerinin arasına alıp duraksadı. Elleri kahve kupasına uzanacakken duraksadı. Kenarda kalan kupanın içi de boştu artık. Geriye kalan kahve kalıntısı kupanın dibine yayılmış ve kuruyarak derin bir iz oluşturmuştu.
Dolapları, çalışma masalarının çekmecelerini döküştürdü. Çekmecelerden birinin derinliklerinde babasının el yazısıyla mühürlenmiş eski bir zarf buldu. Üzerinde tek kelime yazıyordu:
Gerekirse.
Bu kelime, kafasının içinde yankılanırken, Nevin zarfı açmaya cesaret edemedi. İçgüdüleri, gerçeklerin bir anda ortaya çıkmaması gerektiğini söylüyordu ona. Çünkü bazı sırlar, sindirilmeden karşılaşıldığında insanın içini kemirir, ruhunu sarar ve özgürlüğünü kısıtlarlardı.
Bir yandan da neden daha öncesinde evde bu kadar derinlemesine bir araştırma yapmadığını sorguladı. Bunun nedeni babasından geriye kalan izlerin ağırlığı mıydı yoksa bilmemenin verdiği boşluğun rahatlığına mı aldanmayı tercih etmişti?
Zarfı tekrar yerine koydu ve uzun uzun kendi gölgesine baktı. Pencerenin önündeki siluet, yorgun ama kararlı, kırılgan ama pes etmeyen bir kadının siluetiydi. Derin bir nefes aldı ve kendi kendine mırıldandı. “Belki de ben o şahidim ama neye tanıklık ettiğimi bile bilmiyorum.”
Gün ağır ağır ilerlerken zihni binbir düşünceyle kaynıyordu Nevin’in. O, sadece düşünen değil, aynı zamanda arayan ve sorgulayan biriydi. Bu şehirde cevaplanmamış hiçbir iz sonsuza dek yok olmazdı. Gizlenen sırlar er ya da geç gün yüzüne çıkardı. Şimdilerde Nevin’in hayatında yeni bir sayfa açılıyordu. Geçmişin gölgeleri ile hesaplaşma vakti gelmişti.
--
A.D.
İstanbul’un sabahı, her zamanki gibi griydi. Şehrin üzerinde kalın bir perde gibi asılı duran bu gri, ne tam bir karanlığa ne de aydınlığa izin veriyordu. Gökyüzünden süzülen soluk ışık, sokakların taşlarına değmeden kayboluyor, varlığını bir fısıltı gibi hissettiriyordu. Şehrin kalbi o an ne tamamen uyanmış ne de hala rüya alemindeydi.
Bu gri sabahın ortasında, görünmeyen ancak her şeyin derinliklerine nüfuz eden bir güç yavaşça uyanıyordu.
Ateş Demirağ, hayatını kendine özgü rutinlerle örmüştü ve alışkanlıklarını bozmazdı. Her sabah tam saat 05:30’da uyanır, beş dakikalık bir sessizlik içinde güne hazırlanırdı. Bu beş dakikalık suskunluk, onun için bir tür kendini merkeze çekme anıydı. Bu beş dakikanın ardından, odanın köşesinden yükselen klasik müzikle birlikte gerçek hayat başlardı.
Bu gün Chopin’in Nocturne’si çalıyordu. Her sabah farklı bir bestecinin notalarıyla kendini anlatırdı çünkü notalar, kelimelerden çok daha dürüsttü. Kelimeler bazen yalan söyleyebilir, kandırabilirdi ama müzik hiçbir zaman bunu yapmazdı. O, iç dünyasında konuşmayı değil, anlamayı seçmişti.
Ayna karşısında durduğunda, siyah gömleğinin ütüsüz olduğunu fark etti ama umurunda değildi. İnsanlar onun dış görünüşündeki kusurlara değil, gözlerindeki o keskin netliğe bakarlardı. Elmas yeşili gözleri vardı. Soğuk, hesaplı, dikkatle parıldayan gözler. Gözlerinin altındaki hafif morluklar uykusuzluğun ya da fazladan düşünmenin değil, bambaşka bir hikayenin izleriydi. Bir kere olsun kendine güvenememiş, hayata hep bir adım geriden başlamış bir çocuğun ruhundaki kırıklığın, büyümenin tamamlanamamışlığının damgasıydı o morluklar. O çocuk, zamanla Ateş’e dönüşmüş, her geçen gün kendi içinde yeni bir savaş vermişti.
Ellerini dikkatle inceledi. Parmaklarında ince, neredeyse fark edilmesi mümkün olmayan dövmeler vardı. Başlangıçta sadece bir oyun gibiydi her biri ama şimdi her çizgi, her küçük işaret ayrı bir anıyı, bir geceyi, bir hatırlamayı taşıyordu. Ellerine bakan biri onun hayatını okuyamazdı.
O, hayattan çok daha karmaşık çok daha karanlık bir hikayede saklıydı. Sadece o bilirdi. Ve Ateş, her sabah ellerine bakarak kendine sessizce hatırlatırdı.
Unutursan, düşersin.
Bu sözcükler onun için bir uyarıdan çok varoluşun ta kendisiydi.
İstanbul’un Karaköy semtinde, görünüşte sadece tarihi bir hanın üçüncü katındaki sıradan bir ofiste çalışıyordu. Fakat o ofis sadece bir masa, birkaç deri koltuk ve geniş camlı bir pencereden ibaret değildi. Orası paranın, bilginin ve sessiz tehditlerin sessiz bir şekilde döndüğü bir merkezdi. Bağırış çağırışın olmadığı, herkesin fısıltıları duyduğu ve kimsenin yüksek sesle konuşmadığı bir alandı. Yarı açık bir sistemin kalbi, kontrolün ve gücün simgesiydi orası.
Ateş, bu düzeni kurup tamamladığında daha yirmi sekiz yaşındaydı. Gençliğinin çoğu bu karanlık oyunlarda tecrübe ve güç toplamaya adanmıştı. O zamanlar pek çok kişi onun çabalarının kısa ömürlü olacağını düşünmüştü.
“Çok genç, üç ayda yıkılır,” demişlerdi.
Ama beş yıl geçmişti ve onu yıkacak kimse daha karşısına çıkmamıştı. Zira Ateş, güç gösterisi yapmaz, kendini göstermek için öne atılmaz, bağırmazdı. Çünkü bağıranlar kendilerini savunur, zayıflıklarını örtmeye çalışırlardı. Oysa Ateş, sessiz ve soğukkanlı bir şekilde sadece hatırlatırdı.
Kimin nerede, ne zaman ne dediğini. Kimlerin hangi sırları taşıdığını bir bilmece gibi çözerek yürürdü bu yolda. Ona göre bilgi doğru ellerde sessiz bir silahtı. Bilgiyle öldürmek acısız ve iz bırakmaz bir intikam yoluydu.
Ateş’in yanında her zaman üç kişi olurdu. Onlar bir koruma zinciri değil, bir sistemin insan formundaki uzantılarıydı. Her biri, bir yönüyle onun eksik bıraktığı alanı tamamlıyor, aynı zamanda onun ruhunun farklı yansımalarını taşıyordu.
Hazar – Gölge.
58 yaşında. Eski bir emniyet müdürüydü. Yapının çürümüşlüğünü en erken fark edenlerden biriydi. İçeriden sızanları sezme, bir adamın ne zaman döneceğini, hangi dosyanın ne zaman patlayacağını öngörme konusunda neredeyse içgüdüsel bir sezgiye sahipti. Geniş omuzlu, kır saçlıydı. Sakalını sinekkaydı alırdı ama tıraş olurken elleri titrerdi. O titreme bir hastalığın değil, savaşın her türlüsünü görmüş bir adamın ellerinde taşıdığı hafızanın iziydi. Hazar kolay kolay konuşmazdı. Onun dilini bilenler, bakışlarından ne dediğini anlardı. Onay verirken başını hafifçe eğer, bir tehdit sezdiğinde geri çekilirdi. Ateş ona sadece bir kez yüksek sesle emir vermişti. O gün Hazar, gözlerini yere indirmişti ama ertesi sabah, ofise bir silah daha getirmişti. Bu sadakat değildi. Bu, sessizce kabul edilmiş bir denklikti. Aralarındaki bağ, güç oyunundan çok ölüme dair bir anlaşmaydı.
Reşit – Kurcalayıcı.
41 yaşındaydı. İlk bakışta silik biri gibi görünürdü. Kıvırcık saçlarını geriye yatırır, yuvarlak gözlük takar, gri renk kazaklardan şaşmazdı. Bu adamın içindeyse bambaşka bir dünya vardı. Labirent gibi. İnsanların zihinsel çatlaklarını, duygusal zayıflıklarını sezme konusunda nadir rastlanan bir yeteneğe sahipti. Psikoloji okumuştu ama diplomasını hiçbir zaman duvara asmamıştı. Ona göre insanların gerçeklikleri ses tonlarında, suskunluklarında, bardağı nasıl tuttuklarında, kelimeleri nerede yuttuklarında saklıydı. Sessizce dinlerdi ve o anı bulduğunda, onu hemen kullanmazdı. Saklardı. Ta ki Ateş, göz ucuyla bile olsa ona şimdi diyene kadar.
Selin – Kırılmayan.
34 yaşındaydı. Genç yaşta sistemin dışına itilmişti. İlk davası bir taciz vakasıydı ve kaybetmişti. O gün susmamaya karar vermişti. Adaleti duygusal bir mesele olarak değil, stratejik bir mücadele olarak görmeye başlamıştı. Kırmızı ruj sürerdi. Aralarında en azımasız olan oydu. Sert zekası, incelikle işlenmiş kiniyle birleşince onu hem savunucu hem saldırgan yapan bir güç doğardı. Kadınları savunurdu ama onları korumak için değil;. Sistemin unuttuğu, ezdiği her şeyden intikam almak için. Ateş’in yanında oluşunun sebebi ise sadece onunla ortak bir düşman tanımına sahip olması değildi. Ateş ona sessiz savaşın anlamını öğretmişti ve ondan kadınların erkeklerden çok daha kontrollü, hesaplı intikam aldığını öğrenmişti. Selin, Ateş’le göz göze geldiğinde yüzündeki donukluk kırılırdı. Belki de gerçekten, onun düşmanı değil de ortağı olduğunu bilen tek kişiydi.
İşte bu üç isim Ateş’in sessiz ordusu, güvenlik ağı ve gözleriydi.
Ama yine de, ateş gibi yanan bu şehirde Ateş Demirağ kimseye tam anlamıyla güvenmezdi. Çünkü onun için güven lüks değil, zayıflıktı. Onun dünyasında güvenmek, açığa düşmek, yenilmek demekti. O yüzden kalbini, sırlarını, planlarını kimseye açmaz, hep bir adım önde olurdu.
İstanbul’un gri sabahı altında yükselen bu güç, sadece bir adamın değil bir şehrin, bir sistemin karanlık ve kararlı yüzüydü.
Hayatında güvene en çok yaklaştığı anlar, yalnızca bir kişiye ait olmuştu. O kişi de artık yoktu. Toprak altında, sessizliğe gömülmüştü. Gerçek miydi, yoksa sadece zihninin yarattığı bir hayal ürünü mü Ateş’in kendisi bile bilmiyordu. O anlar, hayatının en kırılgan, en saf anlarıydı ve belki de tam bu yüzden onlara dair her anı hem acı hem de bir tür teselli barındırıyordu içinde. Şimdilerde geçmişin o kırık aynasından yansıyan bu anılar, Ateş’in ruhunda derin ve sessiz bir yara açıyordu.
Günlerdir Ateş’in zihnini meşgul eden, onu huzursuz eden bambaşka bir şey vardı. Bir ismin fısıltısı.
Nevin.
Bu ismi duyduğu anda beyninde bir yankı oluşuyor, içindeki tırmalanma dinmiyordu.
Nevin… Ateş’in zihninde ince bir çizik gibi iz bırakmıştı. Silik bir andı belki ama silinmemişti. O hiçbir şey dememişti. Suskunluğu bağırmaktan daha yüksek bir ağırlık taşımıştı sanki. O an Ateş’in içinde gizli ve derin bir taş yerinden oynamıştı. O taş sarsılmış, kırılmıştı ama Ateş kimseye belli etmemişti.
Sadece bir kez, sadece tek bir defa karşılaşmışlardı. Bir dosyanın arasında yolları kesişmişti. Belki Nevin bunun farkında bile değildi ama Ateş unutmadı. O küçük an bir imza, birkaç satır cümle ve ardından gelen sessizlik…
Yıllar önce, bir kamu raporunun arasında karşılaşmışlardı. Nevin’in adı, bir onay yazısının altında geçmişti. Belki sıradan bir belgeydi ilk bakışta ama iddialar çürük, belgeler eksikti. Nevin onayı vermemişti. El yazısıyla sadece bir cümle eklemişti.
Raporun bu haliyle ilerletilmesi sistemsel bir boşluğu kurumsallaştırır.
Bu cümle, satır aralarında öyle derin bir hakikat taşıyordu ki Ateş bir an duraksamıştı. O gün Nevin’i araştırmaya başlamıştı.
Kimdi bu kadın?
Neden susarak bu kadar yüksek sesle konuşabiliyordu?
Sistem içinde çalışan herkes gibi o da Nevin’i dikkatle izlemişti bir süre. Fakat izlemek artık yetmiyordu. Nevin’in derinliklerinde, gözlerinin içine baktığında, kendine bile sormaya cesaret edemediği soruların cevaplarını aramaya başlamıştı. Fakat bu arayış, Ateş için en tehlikeli şeydi.
Duygu.
Bağ.
İç sıkıntısı.
Vicdan.
Tüm bu kelimeler kendi sisteminde yasaklı kelimelerdi çünkü duygular güç gösterisinde zayıflıktı. Bağ, kontrolün düşmanıydı. Birine bağlanmak, istemeden elini vermekti ve Ateş, kimsenin onu elinde tutmasına izin veremezdi, hele ki duygusal bir şekilde asla. İç sıkıntısı, görünmeyen ama en gerçek alarmdır. Bir insanın içi ancak gerçekten fark ettiği bir şey karşısında sıkışırdı ve bu sıkışma, sessizliği bozardı. Vicdansa… Ateş, vicdanlıydı ama o vicdanı asla doğru olanı yapmak için kullanılmazdı. Onun vicdanı, bir tür iç navigasyon gibiydi. Ona nereye gitmeyeceğini söylerdi ve neden oraya gitmemesi gerektiğini asla açıklamazdı.
Ve Nevin’in ortaya çıkışı, bu dengeleri bozmuştu. Sessizlikle gelmiş, sorgulamayla kalmıştı. Ateş ilk kez, gerçekten ilk kez vicdanıyla konuşmak zorunda kalmıştı.
O günden bu güne ise içinde susturamadığı bir fısıltı vardı.
Nevin’in sesi değildi bu.
Kendi içinden gelen, tanımadığı ama inkâr edemediği bir yankıydı.