O günden bu yana Ateş’in zihninde hiç susmayan, içten gelen bir fısıltı vardı. Bu, sadece kulakları değil ruhunun derinliklerini de delen, belirsiz ama bir o kadar gerçek bir yankıydı. Sanki yıllardır bastırdığı, unuttuğunu sandığı bir sırrın gölgesinde sessizce büyüyordu. Karanlık odasında otururken, hafifçe titreyen mum alevinin dansı gibi bu ses de zaman zaman alevlenir, bazen fısıltıya dönüşürdü. Ateş, kendi içindeki bu çelişkinin girdabında savrulurken, neden bu sesin peşini bırakmadığını, neden hayatının her köşesinde ona eşlik ettiğini anlamaya çalışıyordu.
Bu ses, onun için bir korku kadar gerçek, bir umut kadar da muğlaktı. Geçmişin puslu hatıralarından bir parça mıydı yoksa geleceğin karanlık bir habercisi mi? Kendini sorgulamaya başladığında kalbinde yavaş yavaş büyüyen o tuhaf ağırlık birden yüzüne vuruyordu. Ateş, genç yaşına rağmen hayatının çok ötesinde yükler taşıyor, bu yüklerin altında ezilmekle savaşırken içindeki bu fısıltı ona her seferinde kaçış olmadığını söylüyordu. Yıllarca kendini gizlemek, kimliğini bir maske ardına saklamak zorunda kalmıştı ama bu ses, o maskeyi paramparça etmeye kararlıydı.
Kendi hayatını gözden geçirdiğinde, düşmanlarının gölgesi hemen üzerine çöküyordu. Onlar sadece iş dünyasında değil çok daha karanlık ve tehlikeli sokaklarda da peşindeydi. Her biri Ateş’in gerçek kimliğini açığa çıkarmak, onu köşeye sıkıştırmak için pusuda bekliyordu. Fakat onun yanında, az sayıda ama gerçek dostları vardı. Onlara olan bağlılığı zaman zaman insan olduğunun hatırlatıcısı olurdu. Duygularını ve güvensizliğini gizleyerek yürüdüğü bu yolda en büyük mücadeleyi kendi iç dünyasında veriyordu. Kendiyle var olan bu savaş, dışarıdaki en kanlı çatışmalardan daha zordu.
Ateş için Nevin’i koruma arzusu, sadece yüzeysel bir ilgi değildi. Altında, yıllardır içten içe büyüyen bir minnet ve belki de geçmişte aldığı bir borcun ağırlığı vardı. Belki de Nevin’in ailesine olan bağlılığı onu kendi sınırlarını aşmaya zorlayan en güçlü bağdı ama bu bağın gerçek doğasını henüz kendisi bile tam olarak çözememişti.
Bu yüzden yatağında dönüp dururken, aklından geçenler arasında bir tek şey netti. Bu fısıltı susturulamazdı. Ona cevap vermek, geçmişin gölgelerini kabul etmek demekti ve o, her ne olursa olsun, bu sessiz davete icabet edecekti çünkü susturursa, her şey daha da karanlık ve tehlikeli olacaktı.
Derin bir nefes aldı, karanlık odanın soğuk duvarlarına baktı karanlığın içinde. Yorgundu ama vazgeçmek onun kelime hazinesinde yoktu.
Kalktı ve pencereden dışarıya baktı. Gecenin gökyüüzne bıraktığı yıldızları izledi bir süre. Ateş’in içinde kopan fırtına hiç dinmek bilmiyordu. Bu gece hayatının en zor kararını vermek üzereydi ve o karar, Nevin’in kaderini de sonsuza dek değiştirecekti.
–
Sabah, gri bir ışıltıyla indi şehrin üstüne. Bir ikiliğin arasında kalmış gibiydi. Parlasın mı, gizlensin mi? Güneş doğmuştu ama sanki hala kararını verememişti. Gökyüzü bile tereddüt içindeydi.
Ateş her zamanki gibi erkenden gelmişti iş yerine. Koca hanın içi sessizlikle bezenmişti bu erken saatte. Binanın içi henüz uyanmamıştı. Güneş ışığı kesik kesik de olsa taş duvarlara vurmaya çalışıyordu. Adımlarının sesi, yüksek tavanlı avluda yankılandı.
Kendi yerine geldiğinde demir kapı demir kapı biraz gıcırdayarak, ağırca açıldı. Girerken uzun kabanını çıkarıp askıya astı. Burası, kendini en çok ait hissettiği yerdi. Büyük pencereden dışarı baktı. Koca şehir boğazıyla beraber ayakları altındaydı.
Sonra arkasını dönüp masasına yöneldi. Masanın üzerinde dün gece yarım bıraktığı birkaç evrak, bir fincanın içindeki kurumuş kahve izleri ve kalın kitapların arasında sıkışmış not kağıtları vardı. Her şey sıradandı ama onun içi değil. Görünmese de içinde bir gerginlik dolaşıyordu.
Çok geçmeden adım sesleri duyuldu. Önce Selin girdi içeri ve beklemeden Ateş’in masasının önündeki deri tekli koltuğa kendini attı. Ardından Reşit ve Hazar ellerinde kahve bardakları ve hamur işi olan poşetlerle girdiler.
Bu üç kişi de Ateş gibi düşünen, onun gibi hisseden insanlardı. Beraber kurmuşlardı bu küçük ama sağlam sistemi.
Reşit poşetleri orta sehpaya koymadan önce diğer elindeki evrağı Ateş’in masasının köşesine bıraktı.
“Bu işte yine bir problem var. Araziyle ilgili kısım hala eski sisteme göre yürütülüyor. Yeni mevzuata tam uydurmak zor ama uğraşırsak olur bence.”
Ateş evrakı eline alarak göz gezdirdi. Kaşlarını çatmadan önce bir an durdu. “Tamam. Sen halledebilirsiniz o zaman. Detayları yerinde incelersin. Gerekirse yeniden düzenlersin. Mevzuata uygun bir şekilde”
Hazar konuşmanın bitmesini beklerken sehpanın üzerine kahvaltı için alınanları yerleştirmişti.
“Bir sıkıntı da bende var. Şu ihale dosyasına bir bak. Ek süre istememiz gerekiyor ama diğerleri süreyi daha da kısmak için ihale şirketini sıkıştırıyor.” dedi sıkkın bir sesle.
Yekta bir an duraksadı, yüzünde belli belirsiz bir kıpırtı belirdi. “Sen yapacağın şeyi biliyorsun abi.”
Üstü kapalı söylemişti Ateş, Hazar’ın ne yapacağını. Hazar, zaten en çok bu günler için vardı. Gidecek, gerekli yerlere uyarısını bırakacaktı. Ya güzellikle yapacaktı bunu ya da zorla…
“Ben bugün burada kalacağım. Gün sonunda ikinizle haberleşelim. O halde Selin, bugün seninle yalnız çalışacağız. Şirketi yeniden denetlemeye başladım. Bazı eksiklikler var.”
Selin, yayıldığı yerden doğrulurken siyah pantolonunun diz yerindeki kırışıklıkları düzeltir gibi parmaklarıyla kavradı. İnce kaşlarını kaldırmadan, gözlerini Ateş’ten ayırmadan sadece “Tamam,” dedi.
Sesindeki ton ne yorgundu ne de aceleci. Daha çok bildiği bir kaderin kıyısına tekrar gelmiş gibi kararlıydı. Ateş onun sesindeki değişimi fark etti ama üstünde durmadı. Zaten bu sabah her şeyin içinde biraz fazla sessizlik vardı. Sanki şehir bile bir şeyleri biliyor ama kimseye söylemiyordu.
Kahvaltı başladığında dördü de neşeli bir sohbetin uzağındaydı. Herkes kendi düşüncesine çekilmiş bir yandan poğaçanın içindeki peynirin tuzunu fark etmeye çalışıyor, diğer yandan günün yükünü daha baştan omuzlarında hissediyordu.
Hazar, kahvesini içerken camın buğusuna kısa bir X işareti çizdi. Reşit ise cep telefonundan gelen sessiz bir bildirimi kontrol ettiğinde yüzü kısa bir an kasıldı ama sonra hemen ifadesini toparladı. Selin, aldığı bir ısırık sonrası elindeki açmayı masaya bırakıp ellerini ovuşturdu, sanki bir kararı içinde yeniden ısıtıyordu.
Bir süre sonra Hazar, hafifçe dizlerine vurdu ve ayaklanarak kabanını aldı. “Eh, bana müsade. Yapılacak tonla işim var malum.” dedi.
Ardından Reşit de onunla eşzamanlı olarak yerinden doğruldu. “Ben de alana geçeyim,” diye ekledi. Hazar kapıya yönelirken arkasını dönmeden konuştu. “Akşama haberleşiriz. Sıkışırsak yazarım.”
Ateş, Reşit’in gördüğünü varsayarak başını salladı sadece. O an tek kelime bile fazla gelebilirdi. Hazar ve Reşit’in adımları ağır ağır avluda yankılanmaya başladıktan sonra o sessizlik tam anlamıyla geri geldi. Han, yeniden bir iç çekişe gömülmüş gibiydi.
Selin biraz bekledi. Ayak sesleri tamamen uzaklaştığında ve artık duyulmaz olduğunda tam karşısındaki Ateş’e döndü. Kalın paltosunu çıkarmamıştı bile. Sanki abilerinin ardından o da hemen kalkacakmış gibi. Bugün bunu yapamayacağını düşünüyordu ama önce içinde tuttuğu o cümleyi kurmalıymış gibi hissetti. Gözlerini bir an pencereye çevirdi. Güneş ışığı artık hanın avlusuna daha net düşüyordu. Sessizlik uzarken en sonunda konuşmaya karar verdi.
“Evet, Ateş... Ben de bu konuyla ilgili seninle konuşacaktım aslında,” dedi. Sesi bu kez daha netti, içinde sitem yoktu ama uyarı taşıyan bir ağırlık vardı. Cümlelerini ölçerek devam etti. “Şu serbest denetçi... Nevin. Şirketimizi incelemeye başlamış bir süre önce. Şimdi de seni araştırmaya başlamış.”
Bu cümle odaya bırakılmış sessiz bir bomba gibiydi. Sadece tiktakları duyulan bir bomba. Patlamadı ama o tiktaklar herkesin üzerinde bir tehdit bırakıyordu.
Ateş’in gözleri Selin’in yüzüne kilitlendi. Dondu. Bir an hiçbir şey söylemedi. Gözleri Selin’e bakıyor ama daha ileriyi görüyordu. Elindeki karton kahve bardağını sessizce sehpanın üzerine bıraktı. Bakışlarını Selin’den çekip pencereden dışarı baktı, sonra tekrar Selin’e, oradan da sehpaya. Elini alnına götürdü ama orada kalmadı. Parmakları dudağının kenarına indi. Parmakları kıvrılarak avucunu yumruk yapıp çenesine dayadı. Sessizlik, odayı yeniden sardı. İçinde dönen düşünceler ses verseydi, han yerinden oynardı belki.
Ve sonunda, yalnızca kendi zihninde yankılanan o eski sesin yeniden doğduğunu fark etti.
Nevin…
İsmi bile taşla yazılmış bir işaret gibiydi Ateş’in zihninde. Kalıcı ama parçalı. Uçları keskin.
İlk kez duymamıştı bu ismi ama bu sefer farklıydı. Sanki onun adı dışarıdan biri tarafından değil de içerden biri tarafından fısıldanmış gibiydi. Hafızasında bir dosya açılmış, tozlu bir klasörden tek bir sayfa düşmüştü masaya. Üzerinde sadece beş harf vardı.
N-E-V-İ-N
Düşüncelerinden çıkarmak istedikçe, daha çok içine giriyor, daha derine yerleşiyordu bu isim. Ne zaman aklına gelse, bir anlığına bile olsa gözleri kararır gibi oluyor, ardından göğsünde tanıdık bir ağırlık beliriyordu. Bir duygu değil bu, hayır… Duygularla ilgisi yoktu. Bu başka bir şeydi. Sezgi mi? İçgüdü mü? Yoksa sadece geçmişin inatçı gölgeleri mi?