Hipnotik Melodi
Ayla, piyanosunun başından kalkıp sahne arkasına doğru ilerlerken, salon hala onun büyüsünün etkisindeydi. Seyirciler, onu görmek için çığlıklar atıyor, ellerini uzatarak dokunmaya çalışıyordu. Bazıları birbirini itip kakıyor, imza almak için yarışıyordu. Ancak Ayla, etrafındaki kaosu neredeyse fark etmiyordu. Gözleri bir noktaya sabitlenmişti: Tüm bu hengameye kayıtsız kalan, salondaki tek kişi.
O adam.
Uzun boylu, sık giyimli ve çarpıcı bir duruşa sahipti. Ellerini cebine sokmuş, hiçbir şeyden etkilenmeden orada duruyordu. Ayla, onun gözlerinin içine baktığında bir an ürperdi. O bakışlar, yüzeyin çok ötesine geçiyordu. Sanki Ayla’yı tamamen görmüş ve çözmüştü. Hayatında kimse ona böyle bakmamıştı; ne hayranlıkla, ne korkuyla, ne de arzu dolu bir ifadeyle. Adamın bakışları soğukkanlı ve netti.
Ayla, bu durum karşısında içinde bir rahatsızlık hissetti. İnsanların onun büyüsüne kapılmaması imkansızdı. Herkes ona taptığı halde, bu adamın neden etkilenmediğini anlamıyordu. Belki de sağırdı? Yoksa o da Ayla gibi bir yeteneğe mi sahipti? Bunu öğrenmek zorundaydı.
Yanında duran asistanı Betül’e dönerek, gözlerini adamdan ayırmadan konuştu:
“Şurada ayakta duran, uzun boylu, sık giyimli adamı görüyor musun? Onu yanıma getir, onunla konuşmam lazım.”
Betül, Ayla’nın söylediği kişiye baktı ve yüzünde alaycı bir gülümseme belirdi.
“Ha, demek bu gece o yakışıklı adamı seçtin! Harika bir seçim. Zaten istediğin adamla yatma şansın var, kimse sana hayır diyemez, biliyorsun.”
Ayla, Betül’ün bu kaba yorumuna sinirlenerek kaşlarını çattı.
“Saçmalama, Betül! Bu adam farklı... Bilmiyorum, onu tanımam lazım. Onda tuhaf bir şeyler var.”
Betül, omuz silkerek gülümsedi. “Tamam, merak etme. Hemen gidip soracağım.”
Ayla, bu sözlerin ardından odasına yöneldi. Kalabalığın arasından geçerken adamın bakışlarını hala üzerinde hissediyordu. Odaya vardığında, kapıyı arkasından kilitledi ve piyanodan uzaklaşarak banyoya geçti. Duşun altına girip sıcak suyun vücuduna çarpmasına izin verdi. Kafası düşüncelerle doluydu. Bu adam neden etkilenmemişti? Kimdi bu kişi?
Tam bu düşünceler arasında kaybolmuşken, kapı çalındı. Ayla, aceleyle bornozunu giydi ve kapının arkasından seslendi:
“Gir!”
İçeriye Betül girdi. Elinde bir kağıt vardı ve yüzünde garip bir gülümseme vardı.
“Al,” dedi kağıdı uzatarak. “Bu adam seni reddeden ilk kişi oldu. Sadece telefon numarasını verdi ve şunu söyledi: ‘Onunla sadece benim istediğim yerde görüşebilir.’”
Ayla, kağıdı eline alırken bir an afalladı. Gözbebekleri büyüdü ve kağıda bakarken donup kaldı.
“Ne? Nasıl yani? Bu adam benim davetimi geri mi çevirdi?” diye bağırdı. “Ve yalnızca onun istediği yerde mi görüşeceğim?”
Sinirle kağıdı masanın üzerine fırlattı ve telefonunu alarak numarayı çevirdi. Telefon, iki kez çaldıktan sonra karşı tarafta bir ses duyuldu:
“Ben Fatih. Ne yapmaya çalıştığını biliyorum. Dünya senin etrafında dönmüyor, Ayla. Yaptıkların hoş değil.”
Ayla, hayatında ilk defa bu kadar açık bir meydan okumayla karşılaşıyordu. Sinirden küplere bindi. Telefonu tuttuğu elini sıkarken, gözleri odadaki piyanoya takıldı. Hızla oturdu ve tuşlara öfkeyle dokunmaya başladı. Melodi, bir anda Betül’ü etkisi altına aldı. Betül dizlerinin üzerine çökerek Ayla’ya tapınmaya başladı.
Ancak telefondaki Fatih, en ufak bir tepki bile göstermedi. Sesi aynı soğukkanlılıkla devam etti:
“Ne yapmaya çalıştığını biliyorum. Beni etkilemez. Şimdi sana bir fotoğraf göndereceğim.”
Telefonuna bir bildirim geldi. Fatih’in gönderdiği bir resimdi. Ayla, fotoğrafı açtığında zaman durdu. Resim, neredeyse ilahi bir sanat eseriydi. Bir meleği andıran bir figürün, siyah ve beyazın dansıyla tasvir edildiği bir çizimdi. Ayla’nın gözleri resme kilitlendi. Kalbi hızla atmaya başladı ve bir anda içinde tanımlayamadığı bir duygu kabardı.
“Bunu yapan... bir melek olmalı,” diye fısıldadı kendi kendine. Ama sonra kendine geldi, başını iki yana salladı. Az önce neredeyse telefondaki kişiye tapınacak gibi olmuştu. Bu adam kimdi? Ve ondan nasıl etkilenmemişti?
Ayla, telefonu tekrar kulağına götürdü. Ama bu sefer sesi titriyordu.
“Sen... Kimsin?” dedi, ama Fatih telefonun diğer ucunda sessizdi. Birkaç saniye sonra, telefon kapandı. Ayla, elindeki kağıda ve resme bakarak düşüncelere daldı. Bu adam sıradan biri değildi. Ve Ayla, sıradan olan hiçbir şeyle ilgilenmezdi.
Ayla, konser sonrası yaşadığı karmaşayı ardında bırakmak için hızlıca hazırlandı. Dolabından siyah bir elbise seçip üzerine geçirdi, altına da topuklu ayakkabılarını giydi. Şoförü kapıda lüks arabasının kapısını açmış, saygıyla başını eğerek onu bekliyordu. Ayla, hiçbir şey söylemeden araca bindi ve İstanbul’un en seçkin semtlerinden birine doğru yola koyuldu. Şehir ışıkları, pencereden yansıyarak onun düşüncelere dalmış yüzüne vuruyordu.
Yaklaşık yarım saatlik bir yolculuğun ardından, görkemli malikanesine ulaştılar. 20 odalı, modern bir sarayı andıran bu villa, hem büyüklüğü hem de ihtişamıyla görenleri büyülüyordu. Devasa bahçesi, kusursuz bir şekilde bakılmış çimler ve heykellerle doluydu. Kapıda duran iki güvenlik görevlisi, Ayla’nın gelişiyle derhal kapıyı açtı. İçeri girdiğinde, üç hizmetçi ve bir aşçı, girişte onu selamlamak için hazır bekliyordu.
Ayla, onları görmezden gelerek mermer zeminli geniş salona geçti. Lüks bir avize, tavanın ortasında ihtişamla sarkıyor, odanın her köşesine ışık saçıyordu. Ama bu ihtişamlı ortam bile ona bir huzur vermiyordu. Evde ne kadar güzellik, ne kadar konfor olursa olsun, Ayla kendini hep yalnız hissediyordu.
Konserden dört saat sonra, piyanodan uzaklaşmış olmanın verdiği boşlukla pijamalarını giydi. İpekten yapılmış, zarif bir pijama takımı içinde, salonun bir köşesindeki deri koltuğa oturdu. Telefonunu eline alıp pizza siparişi verdi. Aşçısının yaptığı yemeklerden sıkılmıştı. Eline kumandayı aldı ve televizyonu açtı. Bir kanaldan diğerine geçerken, her yerde kendi adı geçiyordu.
“Ünlü piyanist Ayla, dün geceki konseriyle bir kez daha büyüledi. Ancak onun müziği artık sadece sanat değil, bir fenomene dönüştü.”
Başka bir kanalda, bir adam heyecanla konuşuyordu:
“Ayla, bir peygamber olmalı! İnsanları bu şekilde etkileyebilmek insanüstü bir yetenek gerektirir. O, Tanrı’nın bir mesajcısı olabilir.”
Bir başka görüntüde, onun konserine girmeyi başaramadığı için intihar girişiminde bulunan bir hayranının haberi yayınlanıyordu. Ayla, derin bir nefes alarak kumandayı masanın üzerine fırlattı.
“Offf, yine aynı haberler. Sıkıldım artık bu saçmalıklardan,” diye mırıldandı.
Kendi içine dönüp düşüncelere dalmışken, birden evin sessizliği bozuldu. Kapıdan içeri ayak sesleri geldi. Ayla, şaşkınlıkla başını çevirdi. İlk başta kim olduğunu anlayamadı. Ama birkaç saniye sonra gözleri genişçe açıldı.
Kapıdan içeri giren kişi, Fatih’ti.
Onun burada olması, imkansızdı. Ayla’nın malikanesi, dünyanın en güvenlikli evlerinden biriydi. Kapıda iki güvenlik görevlisi vardı ve asla kimseye haber verilmeden içeriye misafir alınmazdı. Ama Fatih, sanki bu kurallar hiç var olmamış gibi, elini kolunu sallayarak içeri girmişti.
Adam, sakin bir şekilde salona doğru yürüyordu. Üzerinde siyah bir takım elbise vardı. Kravatı hafifçe gevşetilmişti, ama bu, onu özensiz değil, daha da çekici gösteriyordu. Gözlerindeki keskin ifade, tıpkı konser salonundaki gibi Ayla’yı yeniden etkisi altına aldı.
Ayla, hızla ayağa kalktı. Kalbi hızla atıyordu, ama bu korkudan mı, yoksa öfkeden mi olduğunu kestiremiyordu.
“Sen… Buraya nasıl girdin? Güvenliklerim seni nasıl içeri aldı?” diye sordu, sesi hem sinirli hem de şaşkındı.
Fatih, bir an bile duraksamadan cevap verdi.
“Beni kimse durduramaz, Ayla. Benim istediğim yerde olacağımı söylemiştim. Ve buradayım.”
Ayla, bir adım geri çekildi. Adamın sakinliği, kendisine olan güveni ve gözlerindeki o gizemli bakış, Ayla’yı huzursuz ediyordu. Ama aynı zamanda içinde bir merak uyandırıyordu. Bu adam, onun hayatında karşılaştığı hiç kimseye benzemiyordu.
“Güvenliğimden nasıl geçtin?” diye tekrar sordu.
Fatih, hafifçe gülümseyerek etrafına bakındı, sanki bu lüks evin detaylarını incelemekle meşguldü.
“Ayla,” dedi sonunda, gözlerini onun gözlerine dikerek, “Sana söyledim. Ne yaptığını biliyorum. Ve bununla ne kadar ileri gidebileceğini görmek istiyorum.”
Ayla, bu sözler karşısında ne diyeceğini bilemedi. Gözlerini Fatih’in üzerinden ayıramıyordu. Bu adamın kim olduğunu ve nasıl bir oyun oynadığını çözmek zorundaydı. Ama içten içe, onun varlığının bile kendi üzerinde nasıl bir etki bıraktığını inkar edemiyordu.