GEÇMİŞİN GÖZYAŞLARI 3/2

4545 Words
Edward... Kalbim hızlandı. Nefesim kesildi. İsmini duymak ilkelerime kadar donuk bir duyguyu damarlarımda akan kana kadar taşıdı. Boğazıma bir halat geçirilmiş ve tavandan çekiliyordu. Tek bir solukluk canım vardı. Ayak uçlarımda titreyen sandalyeden düşmemek için çabalıyordum. Ölmemek için değil de ölüme daha geç kavuşmak için çabalıyordum. Birazda daha onunla bu aynı yeryüzünde yüzünü göremesem sesini duyamasam tenine dokunamasam da yaşamak istiyordum. Ölümden bile fazla istiyordum. İsminin ilk harfini bile büyük içimde kopan büyük kıyametlerin başlangıcı oluyordu. Ve annemden ismini duydum. Beynimin her köşesinde yankılandı. Yankı zihnimin duvarlarına çarptı. Dağıldı ve dağıttı. İsmini bile duymak zelzeye kalmak gibiydi. Habersizce, aniden, dehşete düşürücü... Ben kendi düşüncelerim de bile cesaret edip ona ismi ile hitap edemezdim. Ama annem olacak kadının böyle küstahça bir davranış sergilemesini asla kabul etmezdim. Ne olursa olsun geçmişime hata olarak gördüğü seçimlerime saygı duymalıydı. Bu kadar kendi bilmez bir şekilde davranmamalıydı. Yıllardır çektiğim acı ve pişmanlığı göremeyecek kadar kördü. Acı yine üzüntüden sonra hissettiğim tek histi. Buna dayanamıyordum. Ruhumu saran acıya katlanamıyordum. Öfke ayak parmak uçlarımdan saç tellerime kadar tüm bedenime yayıldı. Sakinliğimi koruyamadım öfkeme ayak direyemedim. Sakin kalamadım. Annem olmasa yaşadıklarıma şahit olan başka biri bana onun ismini bile bile söylese şu an parmaklarımın arasında boğazı olur, ellerimin arasında nefes almak ve yaşamak için canı için çırpınır halde hayatı için yalvarırdı. Yere binlerce ufak parçaya ayrılmış boy aynasına baktım. Devrilmiş çerçevesi sağlam kalmış ayna ise tuzla buz olmuştu. Gözle görülebilen her yerde kum taneleri kadar küçük ayna parçları kristal gibi parlıyordu. Kırık bir parçada kendi aksimi gördüm. Öfkenin ve acının yüzümde bir bütün olmuş sureti yüzüme çaptı. Annemi görür gibi oldum. Ona dönüşmek isteyeceğim son şeydi. Benden epey bir uzaklaştığını yeni yeni fark ediyordum. İsmini söyleme cüretinden sonra kayışlarımın kopması tamamen onun suçuydu. Sınırıma yakın olduğunu biliyordu. Bunlara rağmen çenesini kapalı tutmamıştı. Öfkelendiğimde yapacaklarımı bilirken.... Fazla baskı ısrar ve gerginliğe gelemezdim. Buna rağmen çenesini kapalı tutacağı zamanı asla bilmiyordu. Sırtını duvara yaslanmış korku dolu gözlerle odanın içini seyrediyordu. O güzel gümüş aynasını kırmana üzülmüş müydü yoksa? Ya da yatak odasını dağıtıp , mahvettiğim için şok mu geçiriyordu? Yutkundu dakikalardan sonra verdiği ilk fiziksel tepki sayılırdı. "Emelie." Gözleri oda da dört dönüyordu. "Ne? Ne yaptığını sanıyorsun sen? Kendine gel." Kekeliyor sesi titriyordu dakikalar önce ki Sharon ile bu Sharon arasında dağlar kadar fark vardı. Korku her insanı aslandan masum bir kediye dönüştürebilecek kadar güçlü bir duyguydu. Annemde bunu gayet açık bir şekilde şu an ki haliyle örneklendiriyordu. Yüzündeki kapatıcı ve fondotöne rağmen yüzünün rengi bir kaç ton attığı belli oluyordu. "Yapman gereken tek şey çeneni kapatmak!" Bedenim çok sıcaklamıştı. Yanıyor gibi hissediyordum. Sesim yüksekti. "Sadece bunu yapmalısın!" "Aman Tanrım!" Titreyen elini kalbinin üzerine koydu. Derin nefesler alıp veriyordu."Unut onu artık. Unut." Sesinde yılların verdiği bıkkınlık vardı. Bende he rgün ettiğimiz sözlü kavgalardan, aramızda ki soğuk savaş ve iğneleyici sözlerden bıkmıştım, usanmıştım. Gitmeme sebebim kardeşimdi. Eğer taşıdığı sorumluluklar olmasa bu evden bu şehirden hatta bu ülkeden izimi bulamayacağı tanınmayacağım bir ülkeye geri dönmemek üzere giderdim. Sharon endişeyle bana baktı. Yüzümün kıpkırmızı kesildiğine emindim. On yıldan sonra ismini duymaya tahammülüm edemediğimi hâlâ nasıl oluyorda bilemiyordu. Sharon'ın yüzünden garip bir bakış geçti. Bugün ikimizden kimse zarar görmeyecekti. Ne annem ne ben. Hiçkimse. Zarar gören tek şey parçaladığım ayna olacaktı. "Edward." dediğinde dağılmış kırık ayna parçalarında kan çanağı olmuş gözlerimi gördüm. İsmini söylemeye sürekli cürret etmesi kırmızı çizgimi sürekli aşmak hoşuna mı gidiyordu? Nasıl sadist bir kadındı bu? "Sus artık." Kaşlarımı çatarak Sharon'a baktım. "Aynayla sınırlı kalmamı istiyorsan sus anne." Saçını geriye attırıp uzun topuklarıyla un ufak olmuş ayna parçalarını umursamadan eze eze karşıma kadar geçti. Nasıl bir kibirdi bu? Karakterinin üzerine kirli bir günah gibi karın toprağı örtmesine benzer şekilde karakterine ait diğer her şeyin üzerini örtmüştü kibri. Korkuyu bile ezerek geçtiği ayna kırıkları gibi üzerine basıp geçerek geçebiliyor yok sayıyordu. Yılların verdiği kederin de yarattığı zelzelerin sonucu da beni enkaza çevirmek olmuştu. Yıkıntıların altında ruhum kırık ayna parçaları gibi darmadağın paramparçaydı. Kırıklar kabuk tutmayacak yarama batıp batıp kanatıyordu. Yara da acıtıyordu. "Çok zayıfsın. "dedi kısa histerik sesiyle. "Çok zayıfsın!" Kibir annemin gözünü kör etmişti. Kendisinden başkasını asla düşünmezdi. Gözleri üzerimde düşmancıl bakışlarıyla gezindi. Ben senin kızındım düşmanın değil. Ne zaman anlayacaktı bunu? Kibri dağlar kadar büyüktü. Benden önce her şeyi zaten kendi mahvetmemiş miydi? Babam ile beni sırf kendisinin standartlarına yetmediğimizi düşündüğü için terk etmemiş miydi? Annesiz bir çocukluk, gençlik geçirmiştim. Hayattım da anneme ihtiyaç duymamıştım. Ne maddi anlamda ne de manevi anlamda. Maddi kısmı babam on sekiz yaşım ve biraz geçene dek karşılamıştı. Bir babanın çocuğuna ihtiyacı karşılayacak hatta daha fazlası olacak şekilde hayatım için para harcamıştı. Görünürde refah dolu bir hayat geçirmiştim. Ancak asla ihtiyacım dışında para harcamaz giysi dahi almazdım. Anneme kıyasla çünkü şu anda yaşadığım evde ki giysi dolabında bir kız yurduna yetecek kadar giysi bunun dışında ayakkabı aksesuar ve makyaj malzemesi vardı. Ve çoğunun etiketini hala ilk gün alındığı gibi duruyordu. Maneviyat kısmını ise sevgiye ve şefkate en çok ihtiyacım olduğu zamanlar çocukluğumda beri ilk arkadaşım ilk sırdaşım ilk ve son aşkım olan ismini dahi söylemeye hakkım olmadığı kişi karşılıksız olarak karşılamıştı. Bana sevginin anlamını ve nasıl sevileceğini öğretmişti. Şefkat duygusunu ilk onda görmüş, huzurun anlamını onda fark etmiş, mutluluğu onda tatmıştım. İlklerimi hep onunla yaşamıştım. Böyle bir anda eski güzel yaşamımı düşünmek o zamana ihanet eder gibi hissettirmişti. Öfke gözümde ki sahneye perde gibi ikinci kez düştü. Kalbim çıldırmış gibi çarpıyordu. Derin derin nefeslerle kendimi sakinleştirdim "Neden anlamıyorsun sadece çeneni onunla ilgili kapalı tut!" Bağırışım boğazımı acıttı sesim çatlamıştı. Ses tellerimi zorluyordum. "Yapman gereken tek şey bu susmak! Sadece geçmişi bana hatırlatmamak! "İsmini duymaya bile gücün yok senin."diyerek, beni aşağıladı. "Benim kızım olduğuna inanmıyorum." Ona tokat atsam Tanrı beni cezalandırır mıyd? Ya da daha sonrasında vicdan azabı çeker miydim? Ya da marşılık alır mıydım? Onlarca söylediği sözün verdiği tokat etkisine karşın tek bir tokat oldukça adil görünüyordu. Ama annem olduğu gerçeği beni engelliyordu. Annem olması da ağzına gelen herşeyi bana söylebileceği anlamına gelmiyordu. Artık nefes alamıyordum içim daralmıştı ondan bu yerden kurtulmalıydım. Derin derin soluklanmakla işlevsiz hale gelmişti. Duvarlar üzerime süngü gibi çekildi. Başıma silah dayansa anca böyle hissederdim. Ama sevgili anneciğim Sharon Øuuen'in kurşun şiddetinde ki sözleri hissetiğim duygunun işlevini bir güzel yerine getiriyordu. Ellerimi sıkı sıkı yumruk yaptım. Haddini yeterince aşmıştı. "Oraya tek başına git. Ben seninle gelmeyeceğim." dedim. Eğer giderse bir kaç gün kafa dinlerdim. En azından migrenim tutmazdı ve işlerimi hallederdim. "Sana güle güle anne." Tekrar gürlememeye öfkeden çıldırmamaya çalışıyordum. Öfke perdesi tekrar sahneye üçüncü ve son kez düşerse. Aklımdaki senaryolardan birini sahnede canlandırmaktan kendimi alıkoyamayacağımdan korkuyordum. Sesimi olabildiğince sakin ve kısık tonda tutmaya çalıştım. Sakin olmalıydım. "Olmaz." dedi, karşı çıkarak. Başını şiddetle hayır anlamında salladı. "İste yada isteme benimle geleceksin. Zorundasın." Sertçe omuz silktim. "Zorunda değilim." "Baban Cedric seni görmek istiyor. 8 yıldan fazla oldu seni en son hastanede görmüştü doktorlar senin kestiğin bileklerini dikerken." Sesi sonlara doğru iyice kısılmıştı. Bileklerimdeki izler geçeli çok olmuştu. Artık izler dikkatli bakılmadıktan sonra belli bile olmuyordu. Ki keşke annem bileklerim de ki izleri gördüğü gibi ruhumdaki izleri de görmeyi başarabilmesini dilerdim. Çünkü eğer görmeyi başarabilseydi kızına bir nebze merhamet gösterip uyguladığı psikolojik şiddetten vazgeçerdi. Ama ne yazık ki görmeyi asla başaramayacaktı. Anneme anne kız ilişkimizi düzeltmek için ılımlı davranmış ve bir çok şans vermiştim. Ama o hiç bir şansı doğru kullanamayarak kibirden oluşan dağlarının zirvesinde yaşamayı seçmişti. Şu an ki sorunlu ilişkimiz tamamen onun suçuydu. Bundan sonrada düzeleceğe benzemiyordu. Annemle sıfırı çoktan tüketmiştik. "Keşke o gün ölmeme izin verseydin keşke beni kurtarmasaydın. O zaman herşey senin ve benim için daha kolay olurdu." Ortam iki ucundan gerilen bir ip kadar gergindi. "Ölmüş olur huzura kavuşurdum ve sende hayatında benim gibi bir sorun ile uğraşmak zorunda kalmazdın. Ölümüm her iki tarafa da kolaylık sağlardı." Eli tokat atmak için yükseldiğinde elini yumruk yaptı ve bacağına bastırdı. "Sözlerine dikkat et fazla oluyorsun. Ben senin annenim benimle nasıl böyle konuşuyorsun? Senin ölmene asla izin vermem." Merhamet miydi bu? Sharon Øuuen'nin yüzünde komik bir maske gibi durmuştu. "Sana tokat atmaya bile kıyamam ki. Kızımın güzel yüzüne nasıl kıyarım ki?" Bir an kanatlarını açarak anneme doğru uçmaya hazırlanan umudum tepe taklak olup yere çakılmıştı. O işte bu kadardı sadece görünüşe önem verirdi. İçte olanlara hissedilenlere önem vermez, umursamazdı. "Emelie." diyerek bana dokunmaya yeltendiğinde kapıya doğru geri geri adımladım. Bana dokunmasını istemeyecek kadar ondan nefret ediyordum. Öz kızının kendisinden nefret ettirmeyi başarıyor ve bunu her seferinde kanıtlıyordu. Kapının ağzında kız kardeşim Angela'yı gördüm. "Anne!"diye büyük bir panikle bağırdı. Elinde fondöten fırçası vardı yüzündeki makyajı da yarım kalmıştı. Anlaşılan kavgamızın seslerine makyaj yaparken yakalanmıştı. Üzerinde de ona önerdiğim kırmızı hafif dekolteli elbiseyi giymişti. Elbise bedenini sarmış ince belini ve birbine orantılı kalçalarını ortaya çıkarmıştı. Zevkimin kötü olduğunu söyleyene bak sen. Mükemmel görünüyordu. Mavi gözlerini bana çevirip, "Abla" diye mırıldandı. Sesinde hayret ve korkudanda ikişer parça vardı. Küçüklüğünden, sekiz yaşından beri bu kavgalara alışmış olmalıydı ama her kavga sonrası tepkisi ilk kavga gibi aynıydı. Kapıdan çıkıp gittiğimde Sharon'nın topuklularının sinirle tahta zeminde tepindiğini duydum fransızca küfürler ediyor hizmetçileri çağırıyordu. Dağınıklığımı illa biri toplamıydı. Evde yıllardır çalışan hizmetliler bu tür kavga sonrası dağınıklıklara alımışlardı. Annem umrumda değildi umrumda olmamaylı. Babam ve beni terk ettiği gün o benim için ölmüştü onu terk ettiğim günde ben ölmüştüm. Ölmeye alışıktım ama gerçek anlamda malesef başarılı da olamamıştım. Belki bir gün diye düşündüm. Yeniden denemeye karar verdiğimde... Daha etkili kesin bir yolda bulabilirdim. Issız bir köprü başı yada kalın kopmayacak bir halat. Odama geldiğimde kapıyı sertçe kapatıp kilitte ki anahtarı çevirip kapıyı kilitledim. Neler düşünüyordum böyle? Genelde hep düşündüğüm şeylerdi. Bazı sabahlar belki bugün Azrail bana da uğrar diye geçirirdim içimden. Bazen de daha yaşayacağım güzel günler vardır diye en azından sekiz yıl öncesine kadar belki biraz daha yakın bir zamanda. Elimin boşluğa düşmesini hedeflerken avuç için karnıma oturup kaldı. Parmaklarım karınımı okşadı. Sırtımı kapıya yaslayıp yere bağdaç kurarak oturdum. Başım aynı şekilde kapıya yaslı gözlerim tavana dikiliydi. Ağlamamak benim için keşke diğer bir seçenek olsaydı. İçerledim. İlk kez öfkenin hüznümü arka planda bırakmasını istedim. "Lanet olsun!" diye bağırmaktan kendimi alı koyamamıştım. Bağırmam gerekiyordu ses tellerim kopana kadar çığlık atmak. Anca öyle rahatlayabilirdim. Dışardan birisi kapımı tıklatıp, "Abla!" dedi. Ange'ydi. O kadifemsi yumuşak sesi nerde olsa tanırdım. Kapıya iki kez daha vurdu. "Ablacığım." Daha dün gibi aklımdaydı kapımı annem ona okumadığından bana hikaye okutmak için çalardı şimdi ise ya elbise hakkında fikir almak yada iyi olup olmadığımı sormak için çalardı. Çoğunlukla ikincisi olurdu. Annemin ona yapmadığı anneliği ben ona yapmıştım. Elimin tersiyle gözyaşlarımı silip çatlayan sesimle, "Efendim Ange?" diye yanıt verdim. Sorarken tereddüt etti. "Sen, sen iyi misin?" Cevabını bildiği bir soruyu neden sorardı ki? İyi değildim. Yalan söylemek herkese karşı kolay olsada ona karşı oldukça zordu. Kızarmış burnumu çektim. "Evet. Evet ben iyiyim Angela." "Yine neden annemle kavga ettiniz?" "Seni rahatsız ettiysek üzgün değilim küçük Sharon." dedim alayla. Bu bir hataydı. Sesim boğuk belli belirsiz canlılıkla çıkmıştı. Umursamadan yine sordu. "Neden annem ile hep kavga ediyorsunuz?" Angela'ya hiç bir zaman annem ile benim aramdaki düşmanlığın sebebini anlatmamıştmı. Ne kadar sorup ısrar etse bile ona söyleyemezdim, anlatamazdım. Bu kadarını kaldıramazdı. Bir kızının daha annemizden nefret etmesini istemezdim. Anne dediğimiz bunu ne kadar hak etsede. En azından ne kadar kötü bir insan olsada, her insanın koskoca dünyada bir tane bile seveni olmalıydı. Yoksa bu azaplarla dolu dünya nasıl çekilir olurdu ki? "Önemli bir şey değildi. Yine ev halime karıştı." Sızlayan göz altlarımı ovuşturdum. "Kavgamız bundan ibaret. Sorguya çekelecek bir durum yok." Yumruğunu kapıya geçirdim "Bana yalan söyleme abla! Bana, artık yalan söyleme. Bana sürekli aynı şeyleri söylemeyi bırak." "Yalan söylemiyorum. İyiyim tamam mı?" "Yalan söylüyorsun." Bu kadar ısrarcı olmamalıydı. "Kapıyı aç ve konuşalım abla. Anlat bana." "Ange. Odana git ben iyiyim sadece biraz yalnız kalmam gerekiyor. Kafamı toplamalı ve dinlenmeliyim." "Ama-" "Git hadi sonra ben senin yanın gelirim." "Seni annem gibi sıkmak istemiyorum abla." dedi "Söz veriyor musun?" "Söz veriyorum Ange." "Tamam gidiyorum."diye mırıldandığını duydum ve sonra uzaklaşan adım seslerini. İlk başta adım sesleri tereddüt ederek yavaşladı ancak yürümeye devam etti ve sonunda gidebildi. Bir süre öylece kaldım. Sessiz... Sakin... Hiç kıpırdamadan heykel gibi taş kesilmiş bedenimde bir insana ait tek özellik gözlerimden gelen yaşlardı. Gözyaşlarımın yanaklarımı ıslatmasına izin verdim. Gözyaşı dökmek içimi rahatlatıyordu. Acımı biraz olsun azaltıyordu. Bu sanki yanan bir ateşe az bir su dökmek gibiydi. Ateş yanmayı üzerine su döktükten sonra biraz keser sonra ise daha gür kıvılcımlarla harlanıp yanmaya devam ederdi. Bağrımda bu ateşin en sancılı ağrısını taşıyordum. Bir sürenin sonunda kaskatı kesilmiş bedenimi hareket ettirdim. Ayağa kalkmak o kadar kolay olmadı ne zamandır yerde oturduğumu bilmiyordum. Tüm bedenim uyuşmuştu. Taşlamışta diyebilirdim. Duvara yaslı şifonyerden yardım alıp ayaklandım. Yatağıma giderken adımlarım sarsaktı. Yere düşüp her an kapaklanabilirdim. Hâlâ sarhoştum dün gece kaç kadeh bile içtiğimi hatırlamıyordum. Beşten sonra saymayı bırakmıştım. Aldığım alkol kısa süreli olsada beynimi uyuşturuyordu ve acı bir süreliğine olsada unutuluyordu. Unutmanın şu ana kadar bulabildiğim tek yolu da buydu. Şu pis duygu bana uykuda da musallattı. Tabutun içindemiyşim gibi hissettirirdi. Şu anda da içmek isterdim ama yürümeye bile gücüm yoktu. Mental yorgunluk bedenimi de etkiliyordu. Odanın içinde sendeleyerek yürüyebildiğim kadar ilerledim. Yatak başlığından tutunup yere çömelirken dizlerim boşaldı ve yere sertçe düşerek oturdum. Sanırım nadiren olan krizlerden birini geçiriyordum. Nefesimi düzenlemeye çalıştım. Kesik kesik ve boğuk nefesler alıyordum. Kriz geçirdiğim zaman hep böyle oluyordu.Ellerimi yere koyup kendimi yatak başlığına doğru ittirdim.Tüm gücümü kullanmıştım. İlaçlarımı son iki yıldır kullanmıyordum eskiden olsa daha berbat bir durumda olurdum. Kullandığım ilaçlar beyni ağır uyku haline sokuyordu. Tüm günü yatakta uyku ile savaşır halde geçirdiğim anları hatırlayınca irkildim. Kesik kesik gelen nefeslerim düzene girmeye başlamıştı. Elimi boğazıma sürtüp şu nefes egzersizini yaptım. Üç saniye nefesini tut ver. Nefesini tut ver. Tut ver. Kötü halim geçiyordu. Ben öyle sanmak istiyordum. İçimi kaplayan acı ise hâlâ yerli yerinde duruyordu. Oturduğum yerde biraz hareketlendim. Başımı yatağımın altına eğip gizli yerden kırmızı kutuya uzanıp kendime çektim. Uzun zamandır elime almamıştım. Üzerinde ince bir toz örtüsü vardı. Elimin tersiyle silip birazda üfleyince toz örtüsü ortadan kalkıp bulut tabakası gibi dağıldı. En son ne zaman kutunun içine baktığımı hatırlamıyordum. Kapağında bulunan mandalları kaldırıp açtım. Sık sık kutunun içindekilere bakmazdım, bakamazdım. Geçmişin somut anıları bu kutudaydı. Her şeyde olduğu gibi içindekilere bakmaya cesaretim yoktu. Ancak buraya kadar iyiydim. Şimdiyse kutunun kapağını kaldırıp içindekilere bakma cesaretini yine olduğu gibi bulamıyordum. 1... 2... 3... diye saydım içimden ve kutunun kapağını açıverdim. İçine yığdığım fotoğraflar ve mektupların çoğu kapağı açar açmaz yere ve kucağıma düşmüştü. Eski fotoğraflar üç yıl boyunca gönderdiği mektuplar ondan kalan bazı hatıralar hepsi bu kırmızı kutudan ibaretti. İçimdeki yığınları alacak kadar büyükte değildi. Fotoğrafları toplayıp bakmamaya çalışarak geri kutunun içine koydum. Eğer bakacak olsam o hiç bitmeyen ağlama nöbetlerine tutunurdum. İçimde açılan musluk hiç kesilmseden göz pınarlarımdan akmaya devam ederdi. Kucağıma düşen mektupları da fotoğraflar gibi kutunun içine koydum. Biri hariç onun bana gönderdiği son mektup. Elimde kalmıştı zarfı biraz kırışmıştı ama zarf hâlâ sağlamdı. Beyaz rengi sararmıştı, özgürlük heykelinin siyah kabartması olan zarf pulunun kenarında kalkmıştı. Gönderdiği her mektubu defalarca okumuş hepsini kelime kelime ezberlemiştim. Hiç gitmediği gibi ne zaman o aklıma gelse mektuba yazdıklarıda gözümün önünde el yazısı ile birlikte görünürdü. Sesi kulaklarımda canlanırdı. Gönderdiği son mektup hariç her mektup aklıma kazılıydı. Yazdığı son mektupta kelimeler acı doluydu geri dönmem için bana yalvarıyordu. Vazgeçmemesi beni o zamanlar daha da kötü yapmıştı. İlaçlar bile iyi gelmemeye başlamıştı. Her bir mektubu bana dışarı çıkma yasağım olduğu anlarda Angela annemizden gizli getirmişti. Zarfı açıp mektubun yazıli olduğu kağıdı zarfın içinden çıkardım.Kağıtta hâlâ kokusunun olduğuna yemin edebilirdim. Sıcak, huzur veren toprak kokusu. Nasıl yazdığını hayal etmeye çalıştım. Benim için göz yaşı dökmüşdür acaba? diye sordum kendime. Mektubu yazarken elinin titrediğine emindim. Bir keresinde bende ona cevap için bir mektup yazmak istemiştim ancak elim titremişti. Dayanamadan ağladığımda gözyaşlarım kağıdı ıslatmıştı. Onunda eli titremişti çift ünkü harflerin bazıları diğer harflere göre ya aşağıda yada yukarıdaydı. Mektubu burnuma yaklaştırıp kokladım. Evet kesinlikle haklıydım kokusu kağıdın üzerine sinmişti ve cılız bir koku olsada hâlâ onun hiç bir şeyle kıyaslanamaz hoş kokusuydu. Gözlerim ıslak mürekkep ile yazılmış kelimelere gitti. Sevgilim. Sensiz geçirdiğim dokuz yüz elli gün. Sensiz uyandığım dokuz yüz elli sabah. Beni terk etmenin üzerinden tam dokuz yüz elli gün geçti. Seni özlüyorum, hâlâ seni seviyorum Emelie. Ne dersen de ne yaparsan yap seni seviyorum güzelim. Artık sensizliğe dayanamıyorum. Zaman kavramı sensiz geçirdiğim her gün anlamını biraz daha yitiriyor. Sanki ölüyorum her gün biraz daha yaşam isteğimi kaybediyorum. Gittiğin, yani beni terk ettiğin zaman benden kalbimide söküp gittin. Sana git defol dediğim için binlerce kez pişmanım. Benim kalbim sendin sevgilim. Nedenini hâlâ bilmiyorum biliyor musun? Gidiş nedenini hâlâ bilmiyorum. Sürekli kendimde bir hata arıyorum ama ben sadece seni çok sevdim sadece sana aşıktım. Hiç bir hatam yoktu. Eğer varsa lütfen söyle bana. Sana artık geri dön demeyeceğim. Çünkü; Gelmeyeceğini biliyorum. Ama içimde hâlâ bir umut var. O küçük umut. Geri döneceğin ile ilgili küçük bir umut parçası. En azından beni aramanı bekliyorum. Sesini bile özledim kokunu gülümsemeni sana dokunmayı o güzel dudaklarından ismimi duymayi özledim. Seni özledim Emelie. Bu sana yazdığım son mektup sevgilim. Sen beni arayana kadar yada bir şekilde iletişime geçene kadar sana yazdığım son mektubum. Elimden bir şey gelmiyor sen gelmesen bile sana gelmek istiyorum ama korkuyorum. Belkide haklıydın ben korkağın tekiyim. Belkide sorun buydu korkmam. Ama sen yanımdayken ben her zaman cesurdum ki! En azından sana seni sevdiğimi söyleyecek kadar cesurdum ben. Ve hâlâ seni sevecek kadar cesurum. Seni seviyorum sevgilim. Edward Özledim. Sürekli bu kelimeyi tekrarlayıp durmuştu. Gözyaşlarım kirpiklerimin arasından yanağıma düştü. İnildeyerek ağlamak isteyeceğim son şeydi. Ağlayamamak tam kaburganızın ortasından kalbinizi hançerlermiş gibi acı verirdi. Acı yine başlamıştı. Acı sancıları doğurmuştu. Bir bebeğin doğumu gibi sancılarla dolu geçirdiğim on yıl. Acımı doğuramıyordum. Acı kökleriyle rahmime dolaşıp kalmış zehirli bir tohumdu. Kendimi kökleriyle dolaşıp kalmış o tohumdan kurtaramıyordum. Acı çekiyordum ama bir şekilde yaşıyordum. Gözyaşları ile dolan gözlerimle kelimeleri zorla okuyabilmiştim. Zorla yazılan kelimeler, zorla okunuyordu. Okumakta, yazmak kadar zordu. Bluzumun yakasıyla gözyaşlarımı parmaklarım arasında ki kağıda baktım. Mektubun en sonuna iletişim bilgilerini bırakmıştı. Her mektupta olduğu gibi. Onu arasam ne diyecektim ki? Onu asla arayamazdım. Sürekli sorular sorucağına emindim. Neden beni terk ettin? Neden beni bıraktın? Neden beni hiç aramadın? Bu sorulara verebilecek hiç bir cevabım ne de gerçeklerden bahsedecek cesaretim yoktu. Bir kez daha olmazdı. Yapamazdım. Hayatını yoluna koymuştu. Emindim. Mektubun da bana karşı hakaret ettiği hiç bir sözü yoktu. Aynı önceki mektuplarında bile hâlâ bana karşı hissettiği hisleri ve yokluğumda hissettiklerini yazmıştı. Sürekli kendini suçlamış ve kendinde hatalar aramıştı.Kokusu sinmiş kağıdı bir kez daha koklayıp katlayarak tam kalbimin üzerine bastırdım. İçimdeki acı ateşini körüklüyordu ama umrumda değildi. Tutuşarak yanmak benim için önemsizdi. Yıllardır yandığım cehennem ateşi artık benden bir parçaydı. Ondan geriye bana kalanlar benim için dünyadaki en değerli parçalardan oluşan hatıralardı. Yazdığı mektuplar bir zaman mutlu olduğumuz fotoğraflar ondan bana kalan parçalar... Hepsi benim için değerliydi. ••• Gecenin bir yarısı gözlerim açılmış ve ani bir kararla kendimi burada bulmuştum. Pencereden inmem ve bir taksiye atlamam sadece on beş dakika sürmüştü. Tüm gün boyunca mektupları okuduğum için gözlerim şişene kadar ağlamıştım. Kendimi rahatlatabilmemin ve ortalığı dağıtmamın sınırlı yollarından biriydi ağlayarak rahatlamam. Gecenin bir yarısı uyanmak yeterince sınır bozucuyken, o eve katlanacak kadar delirmemiştim. Taksiye atladığım gibi atölyeme gelmiştim. Dışarıdan küçük gibi görünen, içeriden geniş açık plana sahip, bahçeli taştan bir binaydı. Küçük bir mutfağı vardı. Alanı kaplayan sayısız tuval, boya kutusu ve fırça atölyenin asıl amacında ki araçtı. Burada insanlara ders verirdik. Ben ve Liana. Liana dağınık sarı saçları ve sabahlığıyla uzun taburenin üzerine oturmuş ve söylene söylene karşısındaki tuvali boyuyordu. Gözlerinin altı şişmiş, mor halkalarla süslenmişti. Fırçayı tutuşu fazla sert ve eklem hareketleri kabaydı. Yansımamın düştüğü geniş fincanda ki papatya çayını yanımda ki süs bitkisinin dibine döktüğümde bu onu daha da sinirlendirmişti. Çaylarla aram yoktu. Liana her ne kadar bana gece vakti uykusunu en derin anında kestiğim için sinirli olsada arada sırada beni yokluyordu. Merak ettiğini biliyordum. Yıllardır tanışıyorduk. Liana benim atölyemde asistanım olarak part time çalışıyor ve benim yerime öğretmenlik yapıyordu. O arkadaşım değildi, çalışanım ya da herhangi bir şey. Sadece herkes gibi biriydi. Boş zamanlarımda ve Paris de olduğumda atölyeye kurs saatleri içinde uğrayarak kursiyerlerin basında dikilerek yanlışlarını onlara söylüyordum ve böylelikle çıkan çalışmalar daha mükemmel oluyordu. Öfkeli bir bakış attı. "Gecenin bir yarısı uykumu bölmek sana zevk mi veriyor? Altı saat sonra dokuzda kurs başlayacak Emelie ve bende bol bol mor renk olacak." "Burası benim istediğim zaman gelir ve giderim." diye söylendim. Ne çizdiğini görmek için ayağa kalktım. Bir kadın sülieti mor menekşeler arasında vücut bulmuştu. "Ve mor rengini biraz azalt. Çok boğucu görünüyor." Kaşlarını hafifçe çattı. "Resmime laf etme. Daha bitmedi. Sonunu görmelisin." "Resminin sonunu görebiliyorum. Ve pişman olacağını da biliyorum." Ellerimi ceplerime sokarak, omuz silktim. "Herneyse. İçki var mı?" "Yok." Düşünceli bir şekilde bir süre bana baktıktan sonra, "İyi misin?" diye sordu. "İş ile ilgili bir problem mi var?" "Ben oldukça sorun olmaz." Dudaklarımı büktüm. Sorunun kendisi ben olmadıkça. "Endişelenecek bir şey yok Liana." Bunu söylerken sırtımı ona dönmüş çalışma alanında duran amatörce çizilmiş çalışmaları inceliyordum. "İşler iyi. İş ve özel hayatına yetişebileceğini düşünüyorsan gelecek ay yeni başvurular bile alabilirsin." "Atölye değil. Diğer iş?" diye sorduktan sonra cevap vermemi beklemeden devam etti. "Biliyorsun, bu yıl geçen yıla göre oldukça kesattı. Rusyadan gelen koleksiyonlar ve İtalyadan getirdiğin tablolar dışında iyi bir iş yapamadık. Üstelik Eledon da neden şu sıralar durgun olduğunu merak ediyor. Aklında ne gibi planlar var Emelie?" Kafam karışmış bir şekilde omzumun üzerinden ona baktım. Daha sonra umursamaz tavrımla burun büktüm. "Hiçbir planım yok." dedim. "Siz hiç tatil yapmaz mısınız? Kafanız biraz rahat olsun. Her piyasa biraz durgunluk yaşar." Durdu, konuşmak için biraz bekledi. Düşündü. Konuşmasına izin verdiğimi anlaması için başımı salladım. Bana tamamen dönüp, "Bu normal bir şey değil." diye resmen bana kızıp. "İşlerden asla uzak durmazdın. Şimdi niye-" "Uzak durmayacağım. Sadece kısa bir mola ve bir şey için düşünmeye ihtiyacım var." dedim hafifçe gülümseyerek, sonra önümde ki çizilmiş tuvale eğildim. "Ekim ayındayız değil mi?" "Garipsin." dedi hayret içinde. "Özellikle seni tanıdığım o günden sonra her yıl eylül ayında garipleşiyorsun. Bunu her nasılsa fark etmeyi başarmışım." "Aferin Sherlock." Tuvale çizilmiş melek-bebek tasvirinde işaret parmağımı gezdirdim. Liana, Leloir'den refarans almaktan vazgeçemeyecekti. Melekler iyiliği, saflığı ve masumiyeti sembolize ederdi. Lucifer, masumluğunu bozup, sorgulayan ve cennetten kovulan tek melekti. "Beni sorgulamayan tek kişi olduğunu sanıyordum Liana. Sadece hayatına ve aldığı paraya bakan..." "Herkes gibi bende bir insanım ve pek dürüst bir hayat yaşadığımız söylenemez ama birbirimize karşı dürüst olabiliriz." dedi yalvarırcasına. "Sana en yakın isimlerden biriyim ama senin hakkında fazla bir bilgim yok. Ünlü moda dergisi Sharon Øueen'in psikoljik sorunları olan alkolik kızı olman dışında. Ve bu çok alakasız." "Kendini şanslı say. En azından bunu biliyorsun." "Baban yok mu?" diye sordu korka korka. "Babam?" dedim, düşünceli bir sesle. "Yaşıyor mu?" "Liana söylesene." dedim olağan dışı neşeli sesimle. "Baban yaşasa ve çok ama çok uzaklarda olsa ama senin için bir telefon uzağındaysa... Onu arar mıydın?" "Yaşıyor demek." dedi şaşırmış bir tınıyla ve sonra, "Eğer iyi bir adamsa şansımızı denerdim." dedi. "Biliyorsun benim ki tam bir piçti." "İyi bir adam." dedim, ceketimi almış atölyenin bahçe kapısına yürürken. "Normalde kimseye ikinci şansı kimseye vermem ama önerini dinleyeceğim." "Ne önerisi." diye şaşkınca konuştu. "Yine kafanda kurup, kendi bildiğini yapacaksın." "Her zaman." Sabırsızca soludu. "Eledon'a ne söylemeliyim?" "Tatile çıkmasını söyle!" Arkamdan kapıyı kapattım. Elimde ki telefona baktım. Ne yapacağımı düşünüyordum. Düşüncesizce davrandığım zamanları özlemiştim. Planlı programlı bir hayat bana göre değildi. En azından Emelie Owen'a göre. Yanlış ya da doğru zaman yoktu. Zaman vardı ve akıp gidiyordu. "Merhaba baba." Yıllar sonra babamı ararken ne düşündüğümü bilmiyordum ama o soğuk mesafeli taş kalpli adamı özlemiştim. Liana'yı bunun için suçlayamayacaktım. Bana bu fikri o vermemişti. En azından esinlenmeme sebebiyet vermişti. Baba,derken kalbim biraz garip olmuştu. Neden şimdi, diye soruyor olabilirdi kendi kendine. On yıl önce olanları asla değiştiremezdim. Onca hakaret, kavga ve gürültüden sonra kapıyı çekip çıkışımı... Ve Cedric Owen'ın bana son bakışını. Hiçbiri değiştirilemezdi. Babamı düşünürken bile ona Cedric Owen diyordum. Şimdi baba demek bilmediğim bir dilde bilmediğim bir kelimeyi tercüme etmeye benziyordu. Konuşmasını beklerken telefonun diğer ucundan derin özlemi anımsatan bir iç çekiş duydum. Sesimi tanımıştı! Gözlerini kapatıp içinden kızım diye geçirdiğine emindim. Sonunda bana, "Emelie." dedi. İsmimi o kadar yavaş ve özlemini gidererek söylemişti ki zamanın yavaşladığını bile söyleyebilirdim. O da benim gibi bir tür şok ya da şaşkınlık yaşıyordu. "Merhaba baba." "Sen... Sensin değil mi Emelie?" Sesi yıllara göre değişmis daha yumuşak ve ılgın bir tona dönüşmüştü. "Benim baba. Emelie." "Sen." diyerek sustu. Ne diyecekti? Onu uzun bir zamandan sonra aramıştım. Daha önceden ısrarla aradığı halde babamla konuşmayı ben redderdim. Annem ile telefonda bu durum yüzümden telefonda çok tartışmışlardı. Yanıma gelmeyi istesede annem ona izin vermemişti. Çeşitli bahaneleri babama mazeret etmişti. Bir keresinde üniversitemin mezuniyetinde babam gelmişti ancak annem bana sözde mezuniyet hediyesi olarak Cinque Terre, İtalya'da bir aylık tatil hediye etmişti. Apar toparda o günün akşamı uçakla İtalya'ya uçmuştuk. Yine de babamı aramamıştım. Bu beni hayırsız evlat yapardı sanırım. Direkt konuştum. "Bilmiyorum baba seni ararken ne düşünüyordum ama sesini duymak istedim yıllar sonra olsa bile. İstersen kapatabilirim. Seni uygun bir saatte aramadım." Sabahın bir körüydü. "Sakın kapatma!" diye sesi yükseldi, sonra iç çekti "Ben bağırmak istemedim. Üzgünüm Emelie. Sadece bunca zamandan sonra aramanı beklemiyordum. Bu sadece fazla beklenmedikti. Anla beni tatlım. " dedi büyük bir şaşkınlıkla. "Ama-" "Gerçekten başka zaman konuşabiliriz." dedim. Onu duygusal bir konuşma yapmak için aramamıştım. "Daha uygun olduğun zaman da konuşalım." "Hayır. Hayır tatlım. Ben bunu demek istmemiştim."dedi. Aramızda kısa bir sessizlik oluştu. Babamın yaşadığı şokun büyüklüğünün bu denli olacağı tahminlerim arasında yoktu. Umarım kalp krizi geçirmezdi. Daha fazla ne kadar bekleyebilir, bu sessizliğe tahammül edebilirim diye düşünürken olduğum yerde huzursuzca kıpırdandım. Huzursuz ve sabırsız olmama rağmen bekledim. İlla ki konuşacaktı. Ne diyeceğimi bilemiyordum. Umarım beni sorularla bunaltmazdı. Çünkü bunlar telefonda konuşulacak şeyler değildi. Odamın aralık balkon kapısını sert bir rüzgar içeri dolup tül perdeleri uçuşturunca kapıyı kapattım. Bedenimin sol tarafını cam kapıya yasladım. Her yere son bahar hakim olmuştu. Bahçede ağaçların dalları çıplaktı. Küçük süs havuzunda ki meleklerin kanatlarında da yağmurdan dolayı oluşmuş yosunlar vardı. "Sen nasılsın?" diye sordu. "İyiyim." "Peki neden şimdi?" diye anlamayarak yeniden sordu bana. "Ne şimdi mi?" diye Cedric Owen'ın sorusunu yineledim. "Neden yıllardan sonra beni aradın?" diye açıkladı "Neden şimdi?" "Bilmiyorum baba gerçekten bilmiyorum." Yutkundum. "Sanırım sesini duymaya ihtiyacım vardı." "Bugün? Bu saatte mi?" diye sordu. "Yıllar oldu Emelie. Seni görmeyeli, sesini duymayalı yıllar oldu. Ben gerçekten seninle görüşmeyi denedim." "Baba ben..." Bencilim. Tüm beni görme çabalarına duyarsız kaldım. Şimdi ise bencilce hayatına bodoslama girmeye hazırlanıyorum. "Annenle gelecek misin?"diye sordu bana birden. "Sen biliyor musun?"diye sordum. Kısa bir an duraksadı. "Sizi davet eden bendim." Kaşlarımı kaldırdım. "Gelmemi istiyor musun?" "Elbette." dedi, beni bekletmeden. "Sen benim kızımsın. Seni özledim." "Bende seni özledim."dedim, babama. Daha fazla gözyaşlarımı tutamayarak ekledim. "Seni çok özledim baba." Her yetişkin içinde çocukluğunu yaşatırdı. O çocuk ya annesine ya da babasına düşkün olurdu. Umutla sordu. "Emelie, geleceksin değil mi?" "Bilmiyorum baba." derken titrek bir nefes aldım. "Ben seni neden aradığımı bile bilmiyorum" "Seni bekliyor olucağım." dedi "Uçağınız havalimanına iner inmez sizin için gönderdiğim araba sizi alacak." "Baba-" "Seni bekliyor olacağım Emelie." dedi, beni dinlemeyi reddederek. "Geleceksin biliyorum. Seni bekliyor olacağım kızım." Ben daha babama cevap veremeden telefonu kapattı. Belki de davetine hayır denmesini istemiyordu. Babama hayır demeyi hiç düşünmemiştim. Gidebilir miydim? Onun olduğu o şehre geri dönebilir miydim ki? Onu görme, beni görme tehlikesi vardı. Yıllar geçmişti mektup göndermeyi bana ulaşma çalışmayı kesmişti. Umudu tükenmiş olmalıydı. İkimizde farklı ülkelerde, farklı hayatlar kurmuştuk. İki yabancı insandık. Biri hâlâ severken, diğeri illa sevmeyi bırakırdı. Hiçbir şekilde ona karşılık vermemem; Hayır kelimesinin en net ve sessiz cevabı olmalıydı. Ben Emelie Owen'ı baştan sona sessiz bir maskenin altında baştan sona değiştirerek, yeni bir kadın yaratmıştım. Her sessizlik içinde bir kaos taşırdı. Her gülümsemede nice gözyaşı saklıydı. Işığın ardı karanlıktı. Akan kanın ve işlenmiş günahların mükafatı güçsüzlük maskesi altında korumam gereken o güçlü kadındı.
Free reading for new users
Scan code to download app
Facebookexpand_more
  • author-avatar
    Writer
  • chap_listContents
  • likeADD