PROLOG
Adım Defne. Defne Soysert.
Soyadım havalı mı? Bir zamanlar öyle olduğuna inanmıştım. Zaten inanmak zorundaydım. İnsan kendine tutunacak bir şey seçer; benimkisi bir soyadıydı. Gerçek bir soyadım yok. Gerçek bir ailem, çocukluğumun güvenli fotoğrafları, anlatacak masum anılarım da yok. Kim olduğumu bilmiyorum. Hatta bazen… insan olduğumdan bile şüphe ediyorum.
Çünkü ben bir silahım.
Doğduğum gün değil, şekillendirildiğim gün var benim için. Bana yürümeyi değil, iz sürmeyi öğrettiler. Düşünmeyi değil, hedef almayı. Merhameti değil, zamanlamayı. Bir insanın gözlerinin içine bakıp yalan söylemeyi, hatta daha kötüsünü, doğruyu söyleyip onu yanlış hissettirmeyi. Bunun için yetiştirildim. Parlatıldım. Keskinleştirildim.
İyi tarafta değilim.
Ama uzun süre kendime kötü olduğumu da söyleyemedim. Çünkü kötülük bir tercih gibi anlatılır hep. Oysa benim seçim hakkım olmadı. Bana bir pusula verdiler ama kuzeyi göstermiyordu. Sadece “iş bitince çık” diyordu. Ve ben hep çıktım. Ta ki o güne kadar.
Yaptığım işe dolandırıcılık, hırsızlık diyenler var. Kulağa basit geliyor, değil mi? Sanki bir kapı zorlanır, bir kasa açılır, birkaç tomar para alınır. Hayır. Ben evlere para için girmem. Ben birikim kasalarına dokunmam. Ben iz bırakmam.
Ben dosya çalarım.
İnsanların geleceğini, şirketlerin kaderini, piyasanın dengelerini taşıyan dosyalar… Bir imza, bir e- posta, bir parola… Bazen tek bir bilgi, binlerce insanın hayatını altüst eder. Ben o bilgiyi alırım.
Sahte kimliklerim var. Çok sayıda. Her biri başka bir kadına ait. Başka bir geçmişe, başka bir gülüşe. Bazen genç ve kırılganım. Bazen soğuk ve erişilmez. Yanaşırım. Dinlerim. Beklerim. İnsanlar kendilerini anlatmayı sever. Özellikle doğru soruyu sorarsanız. Ben doğru soruları sorarım. Ve cevapları cebime koyarım.
Şu an biz bizeyiz.
O yüzden yalana gerek yok.
Bazen işler cinayete kadar gidiyor.
Bunu süslemeyeceğim. Kahraman değilim. Ellerim temiz değil. Kanı bizzat döktüğüm oldu. Bazen sadece gözlerimi kapadım ve bir düğmeye bastım. Sonrası benim sorumluluğumdan çıktı dedim. Ama geceleri insan kendine yalan söyleyemiyor. Sessizlikte herkes hesap verir.
Yine de kendimi hala bir silah gibi görüyorum.
Silahlar düşünmez. Onları kim tutuyorsa suç ondadır, derler. Ama ya silah bir gün ateş etmeyi reddederse? Ya hedefini seçerse?
İşte o gün…
Belki ilk kez gerçekten kim olduğumu öğrenirim.
Öyle bir gün olacak mı bilmiyorum.
Silahlar da bir noktada paslanır derler. Ama ben paslanmıyorum. Sadece daha sessiz çalışıyorum.
Beni yetiştiren adamın adı Nazmi. “Baba” demedim ona hiç. Demem de. O benim sahibim de değildi; ama anahtarlar hep onun cebindeydi. Bir gün beni karşısına aldı. Odası her zamanki gibi düzenliydi. Masasında tek bir dosya vardı. İnce, gri kapaklı. Dosyalar konuşur; bunu bilirim. Bu da bağırıyordu.
Dosyayı bana doğru itti.
“Bu adamla ilgili bilgi toplayacaksın,” dedi.
Dosyaya baktım. Fotoğrafı gördüğüm an içimde bir şey kıpırdadı. Eğitimlerde öğretilen refleks bu. Tanı. Sınıflandır. Uzak dur.
“Başkasını gönder.” dedim. Sesim sakindi ama içim değildi.
Nazmi gözlüğünü çıkardı. Bu, konuşmanın ciddileştiği an demekti.
“Seni istiyorlar.”
“Sen bu dosyaya baktın mı?” dedim. “Bu adam ajan. Bu adamdan bilgi almak vatan hainliği demek. Ben vatan haini değilim.”
Nazmi, sanki çocukça bir itiraz dinliyormuş gibi başını yana eğdi.
“Senden mesleki bilgi istenmiyor. Nereye gitti, ne yaptı… rutin şeyler.”
“Yani devletin ajanını öldürmeleri için onlara yardım edeceğim, öyle mi?”
“Hayır.”
“Peki amaçları ne?”
“Bilmiyorum. Bize fazla şey anlatmazlar, bilirsin.” Kısa bir duraksama verdi. “Ama iki şey biliyorum. Birincisi, bilgileri anlık iletmek zorunda değilsin. Mesela geçen hafta şuraya gitti diyebilirsin.”
“Adam düzenli olarak bir yerlere gidiyorsa bu yine öldürmelerine yardım etmek olur.”
Nazmi ’nin sesi sertleşti.
“Niyetleri öldürmek değil, Defne. En iyilerdensin. Eğer öyle olsaydı seni harcamazdık, biliyorsun. Bir ajanın ölümünde parmağın olsa seni koruyamayız. Yani seni bile bile ölüme göndermiş oluruz. Bu da işimize gelmez.”
İşlerine gelmez.
Beni hep böyle anlattılar. Bir maliyet kalemi. Kar- zarar tablosu. Sayemde iyi para kazanıyorlardı. Ben de iyi kazanıyordum aslında. Ama bu lanet hayatı bırakamıyorum. Bunun iki sebebi var.
Birincisi, ellerinde benimle ilgili kalın kalın dosyalar var. Suç kayıtları, görüntüler, imzalar… Bir tuşa basmaları yeter. Canıma okurlar.
İkincisi nedenim ise...
“İkincisi ne?” diye sordum. Bunu sormam hata mıydı bilmiyorum ama susmak daha büyük bir hataydı.
Nazmi dosyayı kapattı. Gözlerimin içine baktı.
“Sedef ’i sana verecekler.”
İşte ikinci nedenim.
Sedef.
Gönülden kardeşim. Kan bağından daha kuvvetli. Birlikte eğitildik. Aynı soğuk odalarda, aynı bağırışlar altında. O benden de iyiydi. Daha hızlı öğrenirdi. Daha az hata yapardı. Ta ki bir eğitimde… bir yanlış hesap, bir gecikmiş refleks. Omuriliğinde kalıcı hasar. Sonrası bir yokuş aşağı.
Şimdi tekerlekli sandalyeye mahkum. Hafif düzey zeka geriliğiyle. Çocuk gibi değil; ama dünya ona karşı acımasız. Onu da bana karşı hep ellerinde tuttular. Bir kaldıraç. Bir tehdit. Bir rehin.
Dosyayı aldım. Okumaya başladım. Adamın profili kusursuzdu. Disiplinli. Düzensizlik yok. Açık yok.
Bir satırda durdum.
“Seks hayatının oldukça aktif olduğu yazıyor burada.” dedim. “Bu adam ajan. Buna yaklaşmak kolay değil. Ve biliyorsun ki ben kimseyle yatmam.”
Nazmi dudaklarını büzdü.
“Sedef ’i almak istemiyor musun?” dedi. “Bu yolda zaten bir gün bakireliğini kaybedeceksin, Defne. Her zaman şanslı olamazsın. Kardeşinden vazgeçmeye değer mi?”
İşte o an…
Bir silahın tetiği değil, emniyeti çözüldü içimde.
Kendimle çok savaştım. Gece uyumadım. Aynaya baktım, kendimi tanımaya çalıştım. Ama sonunda kabul ettim. Çünkü Sedef o haliyle eziyet görüyordu. Soğuk bir odada, cam arkasında, bir varlık gibi tutuluyordu. Bana karşı kullanılıyordu.
Dosyayı kapattım.
“Bir şartım var.” dedim. “Sedef bana teslim edilecek. Yazılı. İmzalayacaksın.”
Nazmi gülümsedi.
“Zaten bunu bekliyorduk.”
İşte böyle başladım.
Bu adamı izlemeye.
Bu dosyayı taşımaya.
Ve ilk kez… bir hedefe değil, kendime yaklaşmaya.
...
Adım Pınar Handan Canay.
İki ismim var; biri annemin, biri babamın seçimi. İkisi de bana hep fazla geldi. Ben daha sade biriyim. Hayatım da öyle. Büyük hayallerim yok. Küçük mutlulukları seviyorum. Çocuk kahkahalarını, boya kalemlerinin kokusunu, sabahları annemin mutfakta çıkardığı tencere seslerini.
Okul öncesi öğretmenliği okuyorum. Çünkü çocuklar yalan söylemez. En fazla saklarlar. Ama sakladıkları şey masumdur. Ben masum şeyleri seviyorum.
Annem ve babamla İstanbul’ un hala insan kokan, hala komşu kelimesinin anlamını yitirmediği şirin bir mahallesinde yaşıyorum. Kapılar kilitlenir ama kalpler açık kalır burada. 21 yaşındayım. Hayatımda derslerim, evim, annemin akşam çayları ve… o var.
Mesleğim dışında kalbimi çarptıran tek şey o.
Rüzgar.
Komşumuzun oğlu. Uzun boylu, kaslı, farkında olmadan dikkat çeken bir yakışıklılığı var. Ama onu asıl güzel yapan bu değil. Menekşe rengi gözleri var. İlk kez gördüğümde gerçek olmadığını düşündüm. Meğer annesinden almış. Gülay teyze… Annemin en yakın arkadaşlarından. Aynı zamanda komşumuz. Kendi evi olduğu için nadiren geliyor ama geldiğinde ev sanki başka bir renge bürünüyor.
Rüzgar kaptan. Denizi seviyor. Denizi seçmiş. Babasını çok küçükken kaybetmiş. Annem anlatırken sesi hep yumuşar. “Çok erken büyüdü o çocuk.” der. Haklı. 29 yaşında ama içinde hep bir suskunluk var. İnsan suskunluğu bazen yaşından büyük olur.
Onunla ilgili her şeyi ezbere biliyorum.
En sevdiği yemek içli köfte.
Çayı açık sever.
Sabahları erken kalkar, ama uykusuz görünmez.
Kalabalığı sevmez.
Çok gülmez ama güldüğünde insanın içi ısınır.
Ve en çok bildiğim şey:
Ona aşık olduğum.
Beş yıldır.
Beş yıl boyunca her gelişini, her gidişini fark etmeden saydım. Evin önünden geçerken gözlerimi kaçırdım. Sesini duyunca kalbim hızlandı. Hiçbir zaman cesur biri olmadım. Sosyal de değilim. Kalabalıkta konuşamam. Duygularımı yüksek sesle anlatamam. Belki de bu yüzden onu hiç karşıma alıp konuşamadım.
Belki de korktum.
Annesi beni çok sever. Bunu biliyorum. Bazen gözlerimin içine bakarak konuşur, bazen laf arasında “kızım” der. Gönlündeki gelin adayı benim; bunu sezmemek için kör olmak gerekir. Annem de farkında. Bazen mutfakta bana bakıp gülümser. Ama Rüzgar…
Rüzgar biraz ketum.
Sanki bir şeyler saklıyor gibi.
Ya da ben öyle hissediyorum.
Bazen gecenin bir vakti sessizce gider. Bazen günlerce hatta aylarca gelmez. Telefonu hep yanında ama arayanını hiç görmedim. Hayatında biri var mı bilmiyorum. Yoksa da var gibi. Sanki kalbinin bir kapısı var ama anahtarını kimseye vermiyor.
Denizi olan bir adam.
Rüzgarı bilen.
Yolunu haritayla değil, içgüdüsüyle bulan biri.
Bazen düşünüyorum:
Belki de onun sessizliği bana değil.
Belki de kendine.
Ve bazen, çok nadiren…
Göz göze geldiğimizde, sanki bana bakmıyor da içimden bir şeyi ölçüyor gibi hissediyorum. O an içimi bir ürperti kaplıyor. Sonra geçiyor. Kendime kızıyorum. “Abartıyorsun Pınar.” diyorum. “Herkesin bir geçmişi vardır.”
Ama bazı geçmişler…
Geleceği de kanatır.
Benim dünyam küçük.
Onunkini bilmiyorum.
Ve henüz bilmiyorum…
Bu hikayede hangimizin daha çok zarar göreceğini.
İki kadın bir adam...
Defne, Pınar ve Rüzgar.